Author Archives: Nomen est omen

BİLGE ADAM

Category : Kişisel Bloglar

 

 

 

Meslekler. Sujesinde insan barındığı için her yerde, binlerce dalda. Eskiden çocuklara sorulduğunda  alınan cevaplar doktor,polis,öğretmenle sınırlıyken; şimdilerde tasarım mühendisliği,mekatronik,moda  gibi cevaplar alınıyor. Dünya değiştikçe iş alanlarının değişmesi kaçınılmaz elbet. Üniversiteler yaygınlaştıkça bölümler de çoğalıyor. Üniversite mezunu olmayan kalmasın diye kalkan bir tren var ne kadar garip görünse de. Her yer üniversite mezunu dolu. Artık üniversitesi olmak bir kısas değil.Uzmanlaşmak, yapılan işte en iyi olmak kaçınılmaz son. Tüm bunlar yetmezken, bir çok kesimin eleştrisi de özel üniversitelere. Eğitim hakkının gaspından tutunda, parayla diploma gibi mottolarla yola çıkıyor insanlar. Kim haklı kim haksız orası bizi – en azından beni- ilgilendirmiyor. Hele ki günümüz şartlarından değil insanların; savunduklarını ideolojilerin bile bir diğerine saygısı yokken.

İnsan yaşamak denen sanatı ifa ediyor. Meslekler de bu koşuda bir durak neticede.Doktoru, polisi, hakimi hepsi hayatımızda bir köşetaşı. Oturduğumuz evin, giydiğimiz kıyafetlerin hepsi bir emeğin, bir mesleğin ürünü. Hiç dikkat eder misiniz bilmem. Binaları dikkatle incelerseniz, hepsinde bir imza vardır aslında. Tasarımı, malzemesi farklıdır hepsinin. Kimi estetiktir, kimiyse sade ve durağandır. Mühendisinin, mimarının kişiliğini yansıtır. Mükemmelliği, estetik hazzı size nasıl yaşatmak istiyorsa  öyle yansıtılır yapıtlara düşünceler. Zihinde oluşan izlenimleri yaşarız. “İnception” filminde yaratılan düşsel gerçeklik gibidir hayat. Sadece binalar mı öyle dersiniz? Bir şairin,yazarın yapıtı da aynıdır.Sözcüklerle binalar inşa ederler hayatımıza. Bir hukukçunun kararı, doğurduğu sonuçlar da aynıdır.Hayatımıza yön verecek  keşifler çıkar bilim adamlarının zihinlerinden.  Hepsi bir öncekine bir şeyler katan, sürekli ekleyen bir  yapıya sahiptir.Malum sebepten ötürü, hayat koşusunun bitiş çizgisi yoktur.Aksine yapıtlarınızın, yaşantınızın insanlar nezdindeki eleştirisi  ancak öldüğümüz  zaman anlam kazanır.

Etrafımıza baktığımızda bazı insanlar diğerlerinden farklıdır.Bunu bilmek için onları tanımak, keşfetmek gerekmez. Onlar her yönleriyle vizyon ve yaşama dair bir misyon edinmiş olanlardır. Hayatları, yaşayışları örnek olmakla kalmaz, toplumu etkilerler. Yaptıkları işler, meslekleri de bu yöndedir.Yaptıkları işten, yaşamaktan mutludurlar. Hayata, yaşama dair inançları vardır.Sorgularlar; ama sorgulamanın temellerine hiçliği değil varlığı oturturlar. Binlerce insan binlerce fikir arasından sıyrılırlar. Bu sadece fikir açısından değildir.Belli tarzları, münhasıran onlara has özellikleri vardır.  Kendi geleceklerini,hayatlarını inşa ederken malzemeleri bol koyarlar. Çok yönlü ve mütevazidirler. Böyle anlatırken başka dünyalara ait gözükseler de onlar her gün içimizde  olan insanlardır. Sadece nasıl bakmak gerektiğini bilmek gerekir.

Duygu ve düşüncelerden bir elbise taşır insan.Nereye giderse gitsin, kimle olursa olsun.Bu mesleklere kadar uzanır.Yaptığımız iş her an, her saniye bizimledir.Kararlarımızın sebebi ve sonuçlarıdır. Kişilik özelliklerimizin temelini oluşturur. İşte böyle bir insanla küçük bir sohbet etmek fırsatına eriştim.O,  belki de hayatta herkesin yapması gereken mesleği ifa ediyor:Etrafına ışık saçıyor.Gerek Masonluk, gerekse insana dair her konuda fikri olan bir adam. Etrafını iyi gözlemleyen, hayata yorum katan yaşamak sanatını yerine getiren birisi. Meşhur bir bilgisayar seminerinin mottosunu hepimiz biliriz: Bilge Adam. İşte onu tam olarak bu kelimelerle nitelemek  yerinde olacaktır.

Hayat denen uzun koşunun,  yorgunluğunu hiç üstünde göstermeyen bir edayla Merhaba dedi bana. Bazen insanların yüzlerine baktığınızda çıkarımlarda bulunma ihtiyacı hissedersiniz.Onun gözlerine baktığınız  zaman hissedeceğiniz ilk şey: Etrafına yaydığı derin enerji. Bir bilgi hazinesini tüm ömre yaymış bir insan olmak hiç kolay değildir elbet.Sormaya bile gerek yok binlerce kitap, binlerce hayat sığdırmıştır o, hayatın her anına, her saniyesine. Belki de onun hakkında söylenmesi gereken en önemli şey, kim olduğunun ya da nasıl birisi olduğundan önce, onun insan olmak kavramını hayatının köşetaşı olarak kabul etmekte olduğunu söylemeliyim.Konuşması kendinden emin ve bir o kadar da etkileyici. Sözleri sanki ustalıkla işliyor.Tıpkı bir duvar örüyor her sözcüğe bir tuğla vasfı yükleyip. Ya da uzun yollar inşa ediyor düşünceleriyle.Sizi de o yola sokmasını o kadar ince bir şekilde yapıyor ki; bir hikayenin büyüsüne kendinizi kaptırıyorsunuz. Bir satranç oyunun oyuncuları gibisiniz onunla iletişim halindeyken, ama amaç kazanacağınız maç değil.Bu oyunda bir ustanın hamlelerinden birşeyler öğrenmek.Bunu yaparken kafa yormak, sorgulamak.

Kısacası, o bir ışık. Kendisini insana, insanlığı aydınlatmaya adamış. Açtığı yoldan hepimizin nasibini alması temennimle. Soracak olursanız o kim diye, cevabım kısa ve öz olacak:

Adam gibi bir Adam.

 

 

O’na ithafen,

Adam Olmak

Çevrende herkes şaşırsa,
Bunu da senden bilse,
Sen aklı başında kalabilirsen eğer,
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır,
Hem kendine güvenirsen eğer,
Bekleyebilirsen usanmadan,
Yalanla karşılık vermezsen yalana,
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana,
Düşlere kapılmadan düş kurabilir,
Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer,
Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir,
İkisine de vermeyebilirsen değer,
Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz,
Kandırabilir diye safları, dert edinmezsen,
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz,
Koyulabilirsen işe yeniden,
Döküp ortaya varını yoğunu,
Bir yazı turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine, sinirine dayan diyecek
Direncinden başka bir şeyin kalmasa da,
Herkesin bırakıp gittiği noktada,
Sen dayanabilirsen tek
Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen,
Unutmayabilirsen halkı, krallarla gezerken
Dost da düşman da incitmezse seni
Ne küçümser ne büyültürsen çevreni
Her saatin her dakikasına
Emeğini katarsan hakçasına
Her şeyi ile dünya önüne serilir
Üstelik oğlum, adam oldun demektir…

Rudyard Kipling
( 1865-1936 )

Çeviren: Bülent ECEVİT


DÜŞÜNÜYORUM, ÖYLEYSE “ADAM” GİBİ YAŞAYACAĞIM!

Category : Kişisel Bloglar

 

Uzun zaman oldu dünya ile aramız bozulalı.Ben mi ona küstüm, o mu bana darıldı bilmiyorum.Ama uzun süredir bozuktuk işte. Nimetlerine, güzelliklerine yüzümü dönmüştüm. Ama öyle günler geldi geçti ki artık ona yüz çeviremez hayır diyemez olmuştum…Bi r gece yarısı bir menkıbe denk geldi önce bir internet sitesinde.Meşhur seyyah Evliya Çelebi’nin rüyası. Bildiğim duyduğum  bir şey gibi geldi önce, sonra anladım ki olaylar, yaşananlar içinde bulunulan duruma göre anlam kazanırmış.Kendimce anlamlar aradım. Ardından telefonum çaldı.Hani pek adetten değildir geç vakitte aranmak.Sevdiğim bir dostum ertesi gün İstanbul’a davet ediyordu.Kıramadım kabul ettim. Hani dünya ile bağımızı koparmıştık ya barışmak için bir fırsat olarak değerlendirdim.Hazırlıklarımı tamamladım. Çok uzun soluklu bir gezi de değildi hani. Ertesi gece yola çıktık.Sabah Fethi Paşa korusunda bir kahvaltı yaptık. Fethi Paşa kimdir, ne kademede görev almıştır bilmem Devlet-i Aliyye’de. Orada öğrendik az biraz. Kahvaltının sonlarına doğru çayımı yudumlarken, gözüm duvardaki tabelaya takıldı. “ Cemil Meriç, ….-…. yılları arasında bu konakta yaşamıştır.” Aklım hemen Cemil Meriçle ilgili bir anektoda kaydı.Okumaktan gözlerini kör edecek aşamaya gelen bir insan, her bulduğu paraya kitap alan bir sosyolog. Sonra kendime bir pay çıkardım kıssadan hisseye; Kitap okumakta bir keramet olmalıydı elbet… Boşunamıydı yoksa bu kitap yolcuklukları ilelebet.

Akabinde, kahvaltı sefası bitti. Miniatürk’e doğru yol alındı. Bir küçük geziyle bir anda kendimi Türkiye’yi gezmiş gibi hissettim.Şaşkındım.Kelimelerle anlatılmayacak bir haz yaşadım.İlgimi çekenler vardı elbet.  Her yanda bir medrese, bir cami vardı o Türkiye panaromasında.Ama kiliseler, sinagoglarda vardı.Yanyanalardı. Güzel sütunlu yapılar,mozoleler vardı.Bir nevi mükemmeliyeti, kusursuzluğu temsil ediyor gibiydiler. Usta elinden çıkmış gibi Tanrı’nın görkemini temsil ediyor gibiydi tüm nesneler.Camiler, kiliseler, manastırlar hepsi o kadar anlam taşıyordu ki.Anladım ki çok kültürlülüğü aslında bizim kadar sindirmiş bir millet   yoktu tarihte. Bir Hatay’ı ,bir İstanbul’u yoktu hiçbir ülkenin.

Yolculuk sürüp gitti küçük yolculuklarla.Sonra  Ayasofya, Sultanahmet, Yerebatan Sarnıcı  derken akşamüzerine doğru boğazda bir tura katıldık. Önceleri derdim ki bir deniz ve yapılarla çevrili etrafı. Ne var bunda bu kadar büyütülecek.Marifet gören gözdeymiş.Ayasofya’yı nasıl gezdiğini, hangi dine sahipsen o objelere dikkat ettiğini anlamak boğazın güzelliklerini keşfetmek kadar zor olmamıştı…O kadar güzeldi ki yalılar, konaklar.Onlara hayran olmamak elde değildi.Hani derler ya zor paha biçilen ya da değeri parayla biçilmeyen güzellikler için: “ Hediyesi ne kadar?”. Sordum kendime. Düşündüm durdum  boğazın ortasında.Taşıdığım canın, aldığım nefesin hedi yesi ne kadardır acaba diye.Dünyaya küsüp, ona sırtını dönmekle bitmiyordu yaşamak kavgası ne yazıkki. Sonradan bir hataya daha açık olduğumu farkettim.Dünya nimetlerine saplanıp kalmak, bu uğurda bir ömür boyu savaş vermekte yaşamak olamazdı.

Düşündüm.Varlığımı ispat edeceğim halde yok olmak istedim ardımda birşeyler bırakamayacağımı düşünerek.Sonra zaman geldi, çaldı kapımı bir gece yarısı soru(n)lar. Sordum acaba savaş niye, hırs niye, ölüm niye? Bir sebebi var elbet dedi içimdeki ses.Sadece sorgulamam gerektiğini hissettim.İnsan nereden geldi ve nereye gidecek? Cevabımı aldığım yer Ayasofya oldu. Tüm dinlerde edilmiş bir dua gibiydi:

“Tanrı’dan geldin insanoğlu ve yine Tanrı’ya kavuşacaksın.Yolculuğunu olabildiğince dolu ve faydalı geçir ki ereğin bana ulaşmak değil, kaybettiklerini bulmak olsun!”

***Bu yazı Libya’da savaşta ölenlere öncelikli olmak üzere tüm  insanlığa atfedilmiştir.

Şimdi sen ölüyorsun Libyalı çoçuk.

Senden on sene önce öldü Iraklı çoçuk.

Senden kırk sene önce Vietnam’da Nepal’de yandı bir çoçuk.

Senden altmış altı sene önce Hiroşima’da şeker yiyemeden öldü bir çoçuk.

Senden doksan sene önce öldü Anadolu’da beşikte bir çoçuk…

Şimdi sen ölüyorsun Libyalı çoçuk

Keşke ama Keşke parayı hiç bulmasaydı Lidyalı çoçuk…

 

 

 


ADINA TARİH DEDİKLERİMİZ

Category : Kişisel Bloglar

Olayları çıkarlarımızca yorumlayıp adına tarih deme sanatı…

Tarih, daha ilköğretim sıralarındayken aşılanıyor beyinlerimize. Hangi tarih diye sormaya gerek yok. İşimize geldiği gibi görmek istediğimiz tarih…O gün iktidarda bulunanların, çıkarlarına göre tarihi yorumlayanların önümüze koyduklarını biliyoruz, okuyoruz tarihimiz diye…Basmakalıp uzun uzadıya tarih nedir ne değildir diye tartışıyoruz ama yazdıklarımız,tarihimiz diye övündüklerimizi, dilim varmıyor ama yalanlarımızı, iyi niyetlerimizi yazıyoruz tarih kitaplarına.Ve öyle benimsetiyoruz genç nesile…Sanki olanı değil de olmasını istediklerimizi yansıtıyoruz ve yaşatıyoruz.
Her tarih kitabında sadece kazanılanlar, zaferler, ganimetler ön plana çıkıyor. Ya kaybettiklerimiz, ödediğimiz tazminat ve fidyeler? Onlar tarihin dinamizmi içinde kayıp mı oluyor? Tarihimiz şanlı, zaferlerle dolu buna kimsenin itirazı yok.Peki ya sorgulamayı ikinci plana atan, düşünmeyen, neden ve ne uğrunda savaştığını bilmeyen genç yürekler?Hep kazandık, bir “Kurtuluş Savaşı” daha kazanırız deyip özgüven mi kazanacak?Hayır, hem de içten bir hayır!Çekilen zorluklar savaşlarda olmasa bile hayata karşı alınan yenilgiler neden işlenmiyor motif motif tarihimize.Neden her şey güllük gülistanlık? Çünkü insan doğası gereği sadece iyi şeylerle övünür değil mi? Evet, övünür ya ardında bıraktıkları ve ardından gelecek olanlar… Onlara saygısı yok mudur insanoğlunun… Geçmişten , tarihten ders alınmalı deriz hep peki neden almayız.Neden sadece özgüven abideleri dikeriz gönüllere, zihinlere? Osmanlı’yı anlatırız torunlarımıza.Cihan Devlet’i deriz, Dünya’ya nam saldık, hükmettik diye anlatırız.Osmanlı Yükselme Dönemi’dir aklımızdaki Osmanlı…Hazinelerin taştığını, esnafların ne karnı tok olduğunu anlatırız.Ama yokluktan Saray’daki avizelerin satıldığını, Kaşık-Çatal takımlarının eritilip sikke yapıldığını anlatmayı gururumuza yediremeyiz.Ama göğsümüzü kabartarak anlatmamız gereken budur ki “Ne olduğumuzu, kim olduğumuzu nereden gelip nereye gittiğimizi unutmayalım….”

Tarih mi bize yalan söylüyor; yoksa biz mi kendimizi kandırıyoruz?

Tarih, bir sakız gibidir ülkemizde.Hangi ağızda olduğunu ve nereye çekildiğini bilmeden sürer gider yıllar…Toplumu derinden etkileyen, ülkenin kaderini çizen nice olay vardır ki tarih ikiyüzlülük yapmasın…Bir “Gerçek Tarih” vardır, bir de “Resmi Tarih” der ünlü bir Türk düşünürümüz. Peki biz neye ya da kime inanmalıyız? Olaylar olduktan sonra onlara dikilen kılıflara mı? Biz istemesek bile zorunda kalıyoruz önümüze koyulanlara hiç düşünmeden inanmaya.
“Bir haftalık haber dergisi 2011 yılında ,yani bugün, “1977 Bir Mayıs’ında perde arkası” diye bir haber dosyası hazırlasa, yayınlasa kimbilir ne kadar çok satar ne kadar çok konuşulur.Yani öyle bir olay ki 34 yıl sonra “güncel”! Nasıl oluyor böyle bir şey?Oluyor çünkü olaylar olurken nasıl olduklarını bilmiyoruz. “Resmi Tarih” denilen bir şey var, o kendi mantığı içinde olayların nasıl olduğunu açıklıyor.Buna kimse inanmıyor aslında ama kimse yerine bir şey koyamadığı için kabulleniyor.31 Mart’ı aslında kimin düzenlediğinden Mahmut Şevket Paşa’yı ,aslında, kimin vurdurttuğundan tutunda bugün Hrant Dink cinayetine kadar ortaya akıllara durgunluk veren bir liste çıkıyor.* ”
Peki ya sonuç nedir? Sonuç bir karmaşadan ibaret. Tarihimize sahip çıkalım diye işlediğimiz genç beyinlere aşılanması gereken daha dinamik, daha sağlam düşünceler olduğu kanısındayım.Peki bunlar ne mi? Tarihimizin şanlı zaferler kadar, güçlü savaş taktikleri kadar yenilgi ve hüsranları da barındırdığını onlara anlatmak… Ancak böyle bir nesil bazen kaybetmenin de bir yatırım olacağını ve kazanımları barındıracağını anlayabilir.


ŞAH; MEMAT…

Category : Kişisel Bloglar

Satranç. Adının  nereden geldiğinden, kime ait olduğundan emin olunamayan bir zihin pazarlığı. Özü, kuralları  hep aynı. Bir analiz sanatı. Bitmeyen bir fikir savaşı..Küçük  simgelerle bir prova büyük savaşlar öncesinde.Bir hamlede dört yüz pozisyonun mümkün olduğu oyunda milyonlarca ihtimal ve sonuç : Tıpkı hayat gibi…Olaylar ve durumlar karşısındaki tepkimize göre şekillenmiyor mu hayatımız da?Verdiğimiz kararların sonuçlarını, sorumluluklarını üstlenmekle geçmiyor mu zaman?

Satranç, hayatın bir panoraması, bir tepeye çıkıp farklı bir bakış açısından, bir başka pencereden hayata bakmak: Siyahların ve beyazların hakim olduğu  dünyaya. Gözlerimizi açtığımız anda oyun başlar ve bir bakarsınız sona yaklaştığınızda hiç bir şey yerinde değil.Bir piyonun akıbeti, insanın kaderine ne kadar da benzer…Bir piyon asla geriye gitmez.Hep bir amaç uğrunda koşar..O kadar büyük bir potansiyele sahiptir ki; bir bakmışsınız vezir olmuş oyunun kaderini değiştirmiştir ya da başkaldırmayıp kendi kaderini yaşamıştır bir piyon olarak…Peki yaşamak?Her ne kadar ince bir çizgide yürümekte olsa  elbette bir oyun kadar basit değil.Fakat bir oyunla hayatın bu kadar iç içe olmasıne kadar da garip…Sanki oyunun kurallarını hayat koyuyor.Hayatta kendine bu kadar yer edinmişken, hayatın aynası olan kitaplarda da yer bulmuş kendine.Hayatın tasvirini kendine o kadar yakıştırmış ki:Olasılıksız.İşini şansa bırakmayan bir adamın dillendirilmesiydi Adam Fawer’in ağzından:”…’Satranç hayat gibidir David,’ demişti babası. ‘her parçanın kendi işlevi vardır. Bazıları zayıftır, bazıları ise güçlü. Bazıları oyunun başında işine yarar, bazılarıysa sonunda. Ama kazanmak için hepsini kullanmak zorundasın. Aynen hayatta olduğu gibi, satrançta da skor tutulmaz. On parçanı kaybedip, yine de kazanabilirsin oyunu. Satrancın güzelliği budur işte. İşler her an tersine dönebilir. Kazanmak için yapman gereken tek şey tahtanın üzerindeki olası hamleleri ve anlamlarını iyi bilmek ve karşındakinin ne yapacağını kestirebilmek.’

‘Yani bu geleceği tahmin etmek gibi bir şey mi?’ diye sordu Caine.’Tahmin etmek imkansızdır. Ama şimdiki zamanı çok iyi bilirsen geleceği kontrol edebilirsin.’…” Aslında Fawer hayatın özetini vermiş  tasvirinde. Bir yazgının, kontrol yetisini kazandırmasındaki verdiği bilinci anlatmış.Hayatımızın köşe taşını koyarken, bu satırların orada kendine yer bulmaması en büyük fakirlik olurdu olasılıksız.

Bir satranç taşı – hangisi olduğu farketmez: Şah yahut bir piyon –  bir küp taş gibidir işlenmeden önce.Ne savaşmayı biliyordur, ne de potansiyelini ya da en basitinden bir satranç taşı olacağını.Usta ellerde işlenir.Şekil alır, emek verilir onun uğrunda.Ortaya çıkan kusursuzluktur.Hatta derler ki piyon bir sütun örnek alınarak tasarlanmıştır.Oyunu ayakta tuttuğu gibi insanı da ayakta tutan bir sütun.Onlarca taş arasında siyah ile beyazın hiç bir farkı yoktur:Hizmet ettikleri amacın dışında.İnsanoğlu dünyaya gözlerini açtığında nasıldır peki?Emeklemekle başlar hayat koşusu.Boş bir levha gibidir zihni, benliği.İşlenmeye son derece müsaittir. Hayatın ona öğrettikleriyle, yol ayrımlarımlarındaki tercihlerinin sonuçlarıyla insan olma bilincine ulaşır.Daha doğrusu nasıl bir insan olacağı gerçeğini yaratır hayatında.

Hayatımızı hep ikilemlerde geçiririz.Kimi siyahları oynar.Siyah karelerde yaşar.Beyazlara yer vermez hayatta.Bariz bir dualiteye hakimdir dünya.Dualiteyi simgeleyen siyah ve beyaz , bilindiği gibi satranç tahtasının da zeminini oluşturur. Dualite satranç oyununun her anında vardır. Güçlü hamle / zayıf hamle, iyi konum / kötü konum, kazanç oyun / kayıp oyun, siyah taş / beyaz taş. Biri diğerinin nedeni olarak vardır. Satranç ustası, “oyunun gereği”, iyiyi ve kötüyü eş kabullenir. Satranç, mağlup olmanın galip gelmek kadar doğal olduğunu her defasında hatırlatır oyuncuya. Bir oyuncu; yenilgiyi bilmez, tanımaz ise, asla usta olamaz. Yenilir, kazanır, ama hep kazanmaz ve hep kaybetmez. Satranç oyuncusu, “aslolan bu mücadelenin içinde olmaktır” düşüncesi ile durur satranç taşlarının arkasında. Bu bilinç düzeyinde, yenilgiyi kazanç kadar doğal karşılayan oyuncu, ustadır artık. Satranç, en uslanmaza bile bunu öğretebilecek güçtedir . Hayatta ne gariptir ki insana hep seçimler sunar. Kararlar vermesi gerektiğini, yol ayrımlarında kalabileceğini gösterir.İnsanı  olgunlaştırır hayat. Hayata karşı tavrını yine hayat belirler ki öğrenir insanoğlu nasıl tepki vereceğini.

Her karede doğru kararlar vermeyi gerektiren,sonuçlarından sorumlu olacağımızı bildiğimiz hamleler yapmak zorunda bırakıyor bizi hayat.Kimi zaman tehditler altında kalıyoruz bunlardan kurtulmanın yollarını arıyoruz.Ya da kazanmak uğruna bir şeyler  feda ediyoruz.Büyük umutlar uğruna küçük şeylerden vazgeçiyoruz.İlerisini görmeye çalışıyoruz.Hayatın neler getireceğini anlamakla geçiyor ömrümüz.Birikim sahibi olmaya çalışmamız, miras bırakılanları devam ettirmek ve miras bırakmak için çalışmakla geçen bir ömür; sürekli savunma yapmak hayata karşı.Adil olmadığını düşündüğümüz şartları, kendimizin oluşturduğunu bilmeden zarları hep hayatın attığını düşünmek; hileler yapmak, kolay olanları seçmek mi yaşamak?Bir satranç tahtasında –bitmeyen bir oyunda- yaşlanmak?

Büyük krallıklar kuruyoruz benliğimizde. Aşk,sevmek,sadakat göstermek, saygı duymak sınır dışı edilmiş o dünyadan…Herkes birer piyon gibi.Kimse içinde taşıdığı potansiyelden haberdar değil.Neden mi?Çünkü kimse sorgulamıyor yaşanılanı, olanı biteni.Herşey kabulleniliyor; farklılıklar en uç fikirler olarak algılanıyor. Hayatın hep kazanmak üstüne inşa edilmiş olduğu kanısında herkes.Neden düşünmüyor kimse bazen yenilgilerin de kazanmak olduğunu?Her hatanın bir doğruluğu barındırdığını.Sanki tüm yollar kapalı, birileri şah çekmiş ve hayatımızı tehdit etmiş gibi korkuyla yaşamaktayız… Evet, hayatımızı tehdit eden şeyler var: Ölüm gibi. Fakat, bize düşen onu beklemek ya da ondan korkmak değil.Bize düşen hayatımızı gerektiği gibi, doğru bir şekilde yaşamak.Kamil insan olmak.İnsanlık için, bizler için  güzel hatırlanmamıza sebep olacak doğru icraatlarda bulunmak.Bize düşen; yaptığımız işi layıkıyla yapmak;yaşamak ustalığını kazanmak, yaşamak sanatında.Ne zamanla yarışmak,ne de sürekli bir kazanma hırsına koşullanmak.Hayat size şah çektiğinde, dönüp gururla bakabileceğiniz bir miras bırakabilmiş olmaktır yaşamak…Ve unutmamak gerekir ki: “Hayat satranç için çok kısa.”

 

 

 


Haberdar ol

Yeni yazilardan haberdar olmak icin email adresinizi girin

YAZI ARŞİVİ

Son Yorumlar