Bugün biraz nostaljik takıldım.
Birkaç gün önce bir arkadaşım bana dolaylı olarak az sonra aşağıda vereceğim yazıyı gönderdi. Bu yazıyı yazan, benim bir okul arkadaşım. Bizim dönemimizde Ortaokul ve Lisede satranç oynayan pek ender çıkardı. İşte bu arkadaşım sık sık satranç oynadığımız kişilerdendi.
Aşağıdaki yazısına ekleyecek o kadar çok şeyim olabilir ki... Ancak o işte bu kadarını yazmış; böyle çalaklavye bu kadarı gelmiş aklına anlaşılan.
Niçin yazmış olduğunu da bilemem.
Bu yazı çoğu pek genç olan bu forum üyelerine ne anlatır; onu da bilemem. Bu nostaljiyi kavrayabilmek için 1950'li yılların sonu ve 1960'lı yılların başında Ankara'yı, o kentin gençliğini bilmek gerek. Yazıda geçen bir çok şey çoğu gününümüz Ankaralısı için bile pek anlamsız olabilir.
Neden bu yazıyı forumun bu bölümüne aktarrıyorum?... Eh, 50 yıldan fazla öncesi artık tarih sayılmaz mı? Ankara Tarihi'nden bir kesit...
Ankara’lı olmak
Sıhhıye’de otururduk, Dikmen’e gece yatısına giderdik. Sıhhiye’den ailecek bisikletlere biner Bahçelievler’e babamın dayısına giderdik. Babam beni bisikletin önüne oturturdu. Bir gün ayaklarım bisikletin tekerleğindeki tellerin arasına girdi; bisiklet havalandı, takla atarak düştük. Elimde ekmek vardı, pislendi. Okul servisleri yoktu. Babam sabahları bindiği taksiyle okula bırakırdı. Kolejde okuyordum, buz gibi kışlar olurdu, mektebin arkasından geçen İncesu deresi buz tutardı; üzerinde yürüyerek elimizde okul çantalarımız akşam eve dönerdik. Kışın çok kar yağar trafik tıkanmazdı. Hiç de üşümezdik. Bize ‘dereceye bakın eksi onbeş olursa evde kalın, okula gelmeyin’ denmişti. Kolejin karşısındaki tepeden kızakla kayardık. Öğlenleri Kızılay’a giden yolun başındaki bakkaldan yarım ekmekle ağdaya benzer bir şey ya da helva alır yerdik. Goralı Sandviç yeni açılmıştı. Sucuklu tost hayatımıza yeni girmişti. Sinemalarda öpüşme sahnelerinde herkes ıslıklar çalar naralar atardı. Bu da pek normal karşılanırdı. Gişe önlerinde kuyruk olmazdı; kaos içerisinde kuvvetli ve becerikli olan biletini önce alırdı. Resim sergi salonu iki taneydi Biri Helikon diğeri de devletin. Resim satmak için sergi açılmazdı. Halkın beğenisine sunmak ve kendini göstermek için açılırdı. O zamanlar zenginlikle değil yaptıklarınla övünürdün. TED Kolejinde öğretmenlerimizin çoğu yabancıydı. İngiliz, İskoç, İrlandalı, Kanadalı, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli, Pakistanlı... Macarların, isimlerini daha hala ezbere sayabildiğim o ünlü yenilmez futbol takımına Ankara Karması 4-1 yenilmişti de zafer çığlıkları atarak bayram yapmıştık. Çünkü İzmir’de İzmir Karmasıyla daha önce yaptıkları maçı 7-0 gibi bir skorla almışlardı Macarlar. Ankara Karmasının antrenörü, Kolejdeki şu bizim jimnastik hocamız Ahmet Beydi (Kalas Ahmet). Ahmet Hoca birden milli kahraman oluverdi. Biz bu takıma İstanbul’da Lefter’i falan koyduk mu daha iyi netice alırız, dedik. Nitekim Macarları İstanbul’da milli takım olarak 3-1 yendik.
Şimdiki Kızılay binasının yanında Özen Pastanesi vardı. Çok nezih bir yerdi. Bazen öğleyin orada yerdik. Ben dört porsiyon pilav yerdim arka arkaya. Sakarya caddesinin başında Missuri meyhanesi vardı. Zemini topraktı. Ucuz şarap sunardı: Çubuk şarabı... Konyak yoktu; kanyak vardı. Viski gibi buz ve sodayla içerdik. Missuri meyhanesinde kanyak ve pilaki ısmarlamıştık bir gün! O meyhanedeki bir anım da şöyle: Yanımızdaki masada Anadolu kökenli, Hukuk Fakültesinde okuyan çocuklar oturuyordu. Onlarla zaman içerisinde sohbete daldık. Çocuklar bize ‘Hadi sizinle yumruk yumruğa, tekme tokat güzel bir dövüşelim’ dediler. ‘Niye?’ diye sorduğumuzda, ‘Sizi çok sevdik, dövüşürsek daha bir kaynaşırız, dost oluruz, birbirimizi unutmayız.’ Dediler.
Okulda bir tek Nahit’in arabası vardı. Üstü açık iki kişlik bir spor araba;MG. Bir tek de Nahit’in teybi vardı; Grundig. Tabii en popüler arkadaşımız oydu. TED’de bizden birkaç sınıf büyük ağabeylerimiz bize hocalarımız gibi davranırlardı. Cezaya falan kaldırırlar hatta döverlerdi. Tarık, Miray, Kerman gibi çok popüler ağabeylerdi bunlar. Komşumuz olan Sağlık Okulu öğrencileri bize ‘Tarık’ın çocukları bunlar!’ diye pek iltifat ederlerdi. Miray’ın fiyakasını bir gün yatılı okuyan bir Adanalı bozmuştu!...
TED Başkanı Mümtaz Tarhan sonradan İstanbul valisi de oldu. Kızlarla erkekler ayrı binalarda okuyorduk. Mümtaz Bey için bu bile yeterli olmamıştı ki kızlar bizi görmesin diye sınıflarının camlarını beyaza boyatmıştı. Askerlik hocamız, ‘Kızlarla nasıl konuşursunuz yahu, yarın onların hepsi anne olacak!’ diyerek azarlamıştı bizi. ‘Düşman, düşman’ diye tavanı gösterirlerdi. Yani Rusya’yı!... Üç beş sanatçının peşine düşülür komünist diye içeri atılırlardı. Gizli polisler çoğunlukla sanatçıların uğrak yerlerini gözlerlerdi. Zavallı, kendilerine bakacak hali olmayan sanatçıların ihtilal yapmasından korkulurdu. Komünist ülke sefaretlerinin davetlerine gidenler mimlenirlerdi. Nazım Hikmet’i anmak suçtu. Bazı şiirleri el yazısıyla elden ele geçmekten aslından biraz bozunmuş olarak gizlice dolaşır dururdu. ‘Komünizm güzel ama insan tabiatına aykırı, olmaz’ denirdi. Türklerin hemen komünist oluverecekleri düşünülür, çok korkulurdu.
‘555K’ olayında Adnan Menderes’in boğazına sarılmıştı biri. 555K parolasının anlamı, ‘beşinci ayın beşinci günü saat beşte Kızılay’da’ idi. Saat beş oldu mu zaten daireler tatil olur herkes Kızılay meydanına doluşurdu bir şey olur beklentisiyle. Aslında olacak olan o ‘bir şey olur’ düşüncesiyle oraya gelen kalabalıktı. 555K’da belki yüzbin kişi doluşmuştu meydana, ta Sıhhıye’ye kadar. Menderes vatan hainiydi. Niçin, şimdiki aklımızla anlamak imkansız. İki büyük aşk yaşamıştı Menderes...
O zamanlar Ankara Bakanlıklarda biterdi. Sonradan Kavaklıdere ve 14 Mayıs Evleri (şimdiki Gazi Osman Paşa; 27 Mayıs ihtilalindan sonra adı değişti) mahalleleri meydana getirildi. 555K olaylarında ‘Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu, kahrolası diktatörler bu dünya size kalır mı’ sözleriyle Plevne marşı söylenirdi hep bir ağızdan. 14 Mayıs Evleri (Demokrat Partinin seçim kazanma tarihi) işte böyle isim değiştirdi. Bu dünya sonra kimselere kalmadı. Ankara’nın en popüler ve sembol olmuş mekanlarının başında Piknik gelirdi. Burada şipşak servis yapılır rakı haricinde çeşitli içkiler bulunurdu. Arjantin bira çok revaçtaydı. Biz daha çok votka bira karışık içerdik. Ya da votka limon. Yanında patates kızartması. Missuri meyhanesinin yanında Sergen Pastanesi vardı, onun yanında Tarhan Kitabevi. Sinemalarımız Büyük Sinema (Bulvarda), Ulus Sineması (Kızılay binasının karşısında) ve Sıhhıye’de, Necatibey caddesinin başında Ankara Sinemasıydı. Her hafta bir film gelirdi. Film aralarında frigo buz ve gazoz satılırdı. Herkes çekirdek yerdi, kabuklar yere atılırdı. Popcorn nedir bilmezdik. Ankara, Amerikalı asker ve subaylarla doluydu. Onlarla ahbaplık kuran bazı arkadaşlar Amerikalıların PX mağazalarından don, gömlek getirir sınıfta satarlardı. PX’den alış veriş yapabilmek büyük bir ayrıcalıktı. Bir Amerikalı çavuş Türkiye’den ayrılırken ‘Amerika’ya kapağı bir atayım, oh diyeceğim, önümde Coca Colam Türkiye’nin haline ağlayacağım’ diye bizimle dalga geçmişti. Coca Cola bizim için hayaldi. Ne menem bir şey olduğunu çoğumuz bilmiyorduk bile.
Gençlik Parkı nezih bir yerdi. İstanbul’dan yazın tiyatrolar turneye gelirdi. Muammer Karaca filan... Ağustos ayında geceleri kazak giyerek seyrederdik. Geceleri, Gar Gazinosu, Hotel Balin Roof, Hotel Barıkan, İntim Pavyon, Bomonti gibi yerlere giderdik. Sahne alan artist kızlarla dans etmek için firsat kollardık. Daha sonra Bakanlıkların ilerisinde sokak içinde trompetçi İlhan Feyman’ın yeri açılmıştı. İşte oralarda eğlenirdik. Bulvar boyunca Paris usulü bulvar kafeleri piyasaya çıktı sonraları. İlk örneği Milka’ydı. Milk shake’iyle ünlüydü. Akşam piyasa yürüyüşleri Kzılay kaldırımlarından bu kafelerin önündeki kaldırımlara kaydı. Buralarda pek çok aşklar yaşandı, pek çok gönüller kırıldı. Ardından Kalem gibi meyhaneler açıldı. Caz müziği pek tanınmıyordu. Öncülüğünü büyük bir feragat ve emekle baterist Erol Pekcan yürütmüş hatta bir de kulüp açmıştı. Ben de tüm caz kültür ve bilgimi onunla yaptığım özel sohbetlerden aldım. Ruhu şad olsun. TED Kolejinde Şükrü Arseven adındaki müzik öğretmenimiz içindeki idealizm ateşiyle yanıp tutuşarak bize klasik batı müziği sevgisini bir daha çıkmamacasına aşıladı. Şimdiki Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde cumartesi günleri öğleden sonra Üniversite Konserleri olurdu. Bizi bu konserlere alıştırdı. Resim hocalarımız da üşenmezler ısrarla sergilere götürürlerdi bizi. Zamanın ünlü ressamları Eşref Üren, Turgut Zaim, Orhan Arel, Cemal Bingöl, İsmail Altınok, Esat Subaşı’nın resimleriyle büyüdük. Eşref Üren, hocamız oldu. Derslerde biz çalışırken o sırayla birimizi tahtaya kaldırır ve karikatürümüzü yapardı resim defterlerimize. Ne oldu o karikatürler? Hepsi yitti gitti.
Kavaklıdere’de şimdiki Karum ve Sheraton’un olduğu yerde Kavaklıdere şaraplarının bağları vardı. Çankaya’ya çıkan yokuşun (şimdiki Cinnah caddesi) kenarlarında da köyler vardı. Öte tarafta, Seyran Bağlarında Ankara biterdi. Alabildiğine dağ taştı ötesi. Gazanfer Bilge otobüsleri onbeş liraya (şimdiki onbeş kuruş herhalde) İstanbul’a adam taşırdı. Tuzla Piyade okulunda askerliğimi yaparken anayola çıkar beş on dakikaya kalmaz bir Gazanfer Bilge çıkagelir el salladığımı görür dururdu. Ver elini Ankara....
Ne günlerdi.
30 nisan ankara
monad balkan