Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: ORTA ÇAĞ ÖNCESİNDE SAPKINLAR (Hıristiyanlığa göre)  (Okunma sayısı 4447 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 07, 2010, 08:03:43 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay





Roma İmparatorluğu’nda önceleri zulüm altında kalmış rolünü üstlenen ve tolerans bekleyen Hıristiyanlık, alın yazısını ceasarlarınki ile birleştirdikten sonra her şey değişti. Bu din, bir anlamda imparatorluğun bekçiliğini de üstlendi ve imparatorluktan da kendi bekçiliğini üstlenmesini istedi.

İmparatorluğa egemen olan anlayışa göre, sapkınların ahlâk bakımından olduğu gibi devletin yasaları bakımından da öteki insanlarla (inananlarla) ortak hiç bir yanı yoktu. Bu nedenle de gerekirse onların tüm evrenden kovulması gerekliydi. Tanrısal düzeni tartışan kimseler, mutlaka cezalandırılmalıydı.

Hıristiyan dininin toplumun alt kesimlerinden başlayarak ağır ağır yaygınlaşmasına paralel olarak, dinin gerek din adamlarının dünya görüşüne gerekse halkın gelenek ve göreneklerine bağlı biçimde yorumlanmasında da farklılıklar görülmeye başlandı. Bir bakıma, Hıristiyanlığa göre sapkın inançların ortaya çıkması, daha 1. yüzyılda gerçekleşti.

Bunların belli başlılarına değineceğim.

Nicolausçuluk:

Havarilerce atanan 7 diyakozdan biri olan Nicolaus tarafından, daha 1. yüzyılda Anadolu’da kuruldu. Kilise yöneticilerine kalırsa; bu sapkın tarikatın üyeleri karılarını birbirlerine peşkeş çekiyorlardı.

Valentinusçuluk:

İskenderiyeli bir din adamı ve düşünür olan Valentinus tarafından 2. ve 3. yüzyıllarda belirgin olarak ortaya çıktı. O sıralardaki Hıristiyan dinbilimine en ciddi tehdidi oluşturdu. Valentinus, Roma piskoposu olmayı beklediği sırada bu göreve getirilmemesi üzerine 140 yılında Hıristiyan topluluğunu terk etmiş, Roma’dan ayrılarak İskenderiye’ye geçmiş ve mitolojik temellere dayandırdığı bir din felsefesi üzerinde çalışmaya başlamıştı. Valentinusçuluk, daha sonra ortaya çıkacak olan Pelagiusçuluk akımının da katkısıyla günümüze dek Kilise tarihinin her döneminde iz bıraktı. Bu mezhebin inançlıları başlangıçta yalnızca aforoz edilmişse de, sonra devletin de işe karışmasıyla hukukî yaptırımlar altında kaldı.

Pelagiusçuluk:

4. yüzyılda yaşamış olan İrlandalı Papaz Pelagius, Havari Pavlus’un ortaya koyduğu dogmalarla savaşmış, özellikle “tanrısal bağış” dogmasını yadsıyarak insanların özgür istençleriyle davrandıklarını savunmuştur. İnsanların, Âdem ile Havva’nın günahlarını kalıtım yoluyla yüklendiklerini yadsımış, şöyle demiştir: «İlk günah dogması tartışmalıdır. İnsanlar kendi çabalarıyla erdeme ulaşarak cennete gider. Ayrıca ilk günahın Tanrı’dan geldiğini söylemek bir anlamda Tanrı’yı suçlu duruma düşürmek gibi bir art niyet taşımaktadır.» Bu düşüncelere, aynı yıllarda yaşamış olan Aziz Augustinus şiddetle karşı çıkmış, tüm yaşamı boyunca Pelagiusçuluk ile savaşmış, bu düşüncelerin sapkın sayılmasında etkili olmuştur. Özellikle “de Peccato”  ve “de Gratia Christi” adlı yapıtlarında, Pelagius’u şiddetle eleştirmiştir. Bu tartışma Orta Çağ boyunca da sürmüştür. Başta Duns Scotus olmak üzere Fransiskenler Pelagiusçuluğu, Aziz Thomas’ın izinden giden Dominikenler de Augustinusçuluğu savunmuştur. Dolayısıyla, bir zamanlar sapkın sayılmış inanç sistemlerinin sonradan din içinde yandaş bulduğu görülüyor.

Ariusçuluk:

Bu akımdan daha önce birkaç kez söz ettik ama tanımlanmasına ancak sıra geldi... İskenderiye’li papaz Arius (280-336), ortaya attığı düşünceler ve kurduğu bu mezhep ile, Hıristiyan felsefesinde ve Kilise tarihinde çok önemli bir yer tutar. Aziz Augustinus gibi birçok Kilise babası onun görüşlerini çürütmek için yoğun çaba harcadı. İskenderiye bölgesinde yaşayan çileci bir Hıristiyan topluluğun önderi olan Arius, İncil metinlerini Yeni Platoncu felsefe ile açıklamaya çalışmaktaydı. 323 yılında “Thalia” (Şölen) adlı tek yapıtını yazdı. Düşünceleri nedeniyle, 325 yılında toplanan İznik Konsili’nde sapkın ilan edilip, Dalmaçya’ya sürüldü. Sonraki yıllarda İmparator 2. Constantinus’un kızı Costantia’nın desteği ile sürgünden dönerek uzlaşmacı bir yola girdi. Bu uzlaşmadan kısa bir süre sonra, Constantinopolis kentinde sokakta dolaşırken düşüp öldü.

Arius, doğa ötesi (metafizik) bir düşünce dizgesi içinde akılcı bir yaklaşım ile şöyle diyordu:

«Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi, Hıristiyanlığı üç tanrıcı bir inanca götürür. Bu ise, sürüp gitmekte olan Helen-Roma çoktanrıcılığının bir başka biçimidir. Eldeki İncillerin açık anlamı Baba’yı tek Tanrı olarak belirtmektedir. Oğul, eş deyişle İsa bir Tanrı değil Tanrı’nın yarattığı bir insandır. Bu da onun gücünün Baba ile aynı olmadığını gösterir. Kutsal Ruh ise, Tanrı’nın kendi özündeki niteliği, tanrısal güçtür. Oğul yaratan değil yaratılandır. Çünkü İncillerde belirtildiği üzere, büyüyüp değişen bir varlıktır. Bu nedenle de Baba’nın doğrudan bilgisine sahip olması olanaksızdır.»

Bu düşünceler, önemli bir Hıristiyan doğması olan teslisin açmazlarını göstermektedir. Bu yüzden de sapkın sayılmıştır. Karşı görüşte olanlar, -başta Patrik Athanasius- Arius’un Oğul’u, tapılmaktan cayılmadığı için “yarı-tanrı” biçimine indirgediğini, bunun ise pagan inancına geri dönüş olacağını öne sürmüştür.

325 tarihli İznik Konsili, bu uyuşmazlığı çözmek amacıyla çıkardığı kararda, Oğul’un bir “homo ousion to Patri” (Baba ile benzer tözden) olduğunu belirtmişti. Böylece Oğul’un, Baba neyse o olduğu açıklanıyordu ama bu karar, konunun sona ermesi değil daha yeni başlaması demekti.

Arius’un ölümünden sonra Ariusçu önderler sürgünden birer ikişer dönerek kiliselerinde işbaşı yapınca, bu kez onlar da karşıtlarını sürgüne göndermeye başladı. Antiokheia (Antakya) kentinde 341 yılında toplanan bir konsilde, “homo ousion” deyimini dışlayan bir karar yayımlandı. Ertesi yıl Sardica (Sofya) kentinde toplanan konsilde de bir karara varılamadı.

Ariusçuluğu destekleyen 2. Constantinus’un tek başına her iki Roma ülkesinin imparatoru ilan edilmesi üzerine, Ariusçular 357 yılında Dalmaçya’daki Sirmium Konsili’nden çıkardıkları bir kararla, Baba ile Oğul’un “anomoios” (benzemez) olduklarını açıkça ilan etti.

Karşıt görüşlerin konsillerdeki çekişmesi uzun yıllar devam etti. Sonunda, 360 yılında toplanan Constantinopolis Konsili, “töz” anlamına gelen “ousia” terimini kesinlikle terk ederek “Oğul’un kendisini meydana getiren Baba’ya benzer” olduğunu belirten bir inanç bildirgesi yayımladı.

Daha sonra tahta çıkan imparatorların baskısı ve desteği ile, 381 yılında Constantinopolis’te toplanan konsilde Ariusçuluk yasaklandı ve özgün İznik kararı yine yürürlüğe girdi.

Tüm bu uğraşılara ve yasaklamalara karşın Ariusçuluk, Batı dünyasında bazı Germen kabileleri arasında 7. yüzyılın sonlarına kadar yaşamaya devam etti.

Arius sapkınlığıyla en büyük savaşımı İmparator Theodosius sergiledi. Arius tartışmalarını sona erdirirken, bir bakıma Arius yandaşı Constantius ile Valensius’un Katoliklere çektirdiği acının öcünü almış oluyordu. Constantinopolis Konsili’nin kararı, inancın temel kurallarını saptamıştı ve Theodosius’u din konusunda yönlendiren Kilise adamları yapacağı etkili kıyımla bağlantılı olarak ona kılavuzluk etti. On beş yıl içinde, mezhep sapkınlarına karşı en azından on beş pek sert buyruk çıkarıldı. Özellikle teslis öğretisini yadsıyanlar, bu buyrukların konusunu oluşturdu. İmparator; onları her kaynaktan ve her türlü umuttan yoksun bırakmak için aymazlıkla ya da farkına varmadan onların işine gelir bir buyruk çıkarır ya da bu nitelikte herhangi bir davranışta bulunacak olursa, yargıçların bunu geçersiz saymalarını da bildirdi.

Piskopos ve papaz unvanını “küstahça” kullanmaya yeltenen mezhep sapkını din adamları, kendilerine tanınan ayrıcalıklardan yoksun bırakıldı. Öğretilerini vaaz yoluyla yaymaya ve uygulamaya kalkışacak olurlarsa, sürgün ve mallarına el koyma gibi cezalara çarptırılacakları duyuruldu. Kim ki bir mezhep sapkını papazın kilise açmasını sağlar, kolaylaştırır ve bu törende hazır bulunursa, on altın para cezası ödemek zorunda kalacaktı. Bu yasaklardan beklenti, “çobanlar ortadan çekilince sürülerin de ağıllara” (kiliselere) kendiliğinden dönecekleriydi.

Mezhep sapkınlarının, kendi inançları uyarınca, Tanrı ya da İsa’nın dinini kutlamak amacıyla yapacakları her tür toplantının önlenmesi yoluna gidildi. Kentlerde ya da kırsal alanda, açık ve gizli olarak, gece ya da gündüzleri yaptıkları küçük toplantılar da Theodosius’un buyruklarıyla yasaklandı. Bu iş için yararlanılan binalar ile topraklara, imparatorluk hazinesine geçirilmek üzere el kondu.

Kilisenin aforozu, bir sivil aforozla da güçlendirildi. Buna göre; aforoz edilen sapkınlar, özel bir “aşağılık damgası” ile lekeleniyor ve yargıcın verdiği kararla, ayak takımının bunlara saldırısı teşvik ediliyor, hiç değilse hoş görülüyordu.

Sapkınlar, tüm saygın ve kazançlı işlerden uzaklaştırıldı. Theodosius, Oğul’un yapısını Baba’nın yapısından ayrı gören kişilerin, vasiyet etme ve vasiyet yoluyla mal ya da hak edinme olanaklarından yoksun kalmalarını da buyurdu.

Manicilerin sapkın düşünceleri, suçlunun idamını gerektiren ağır suç sayıldı. Paskalya şenliğinin tarihini değiştirmek ve başka bir zamanda kutlamak gibi kendini bilmezlikte bulunan kişiler de ölüm cezasını hak eder ölçüde suçlu sayıldı. Ancak, bu ceza yasalarının pek seyrek ve zorunlu durumlarda uygulandığını, dindar hükümdarın insanları cezalandırmaktan çok yola getirmeye ve korkutmaya niyetli olduğunu düşünmek daha doğru olur.

Kilise azizlerince töresel ve dine uygun bulunarak övülen işkence kuramı, İmparator Theodosius tarafından oluşturuldu. Ne var ki bunun tüm kapsamıyla uygulanması ve dinsel kanıları için uyruklarının kanını döken ilk Hıristiyan imparator olma onuru ona değil, taht ortağı ve rakibi Maximus’a düştü.

Priscillianusçuluk:

İber eyaletlerinin dinginliğini bozan bu yeni sapkınlık örneği, Priscillianus mezhebidir. Hıristiyanlık tarihinde ölüm cezasına çarptırılan ilk din adamı olan Priscillianus, hem Gnostisizm hem Manicilik’e benzer öğretisini 375 yılında Cordoba ve Mérida yakınlarında yaymaya başlamıştı. Şöyle diyordu:

«Meleklerin ve insanların ruhları Tanrı’dan türemiştir. Buna karşılık beden, şeytan tarafından yaratılmıştır. Bu nedenle de İsa’nın insanî doğası, eş deyişle bedensel bir yapısı söz konusu edilemez.»

Priscillianus yandaşları, yarı gizli bir dernekte aşırı çileci kurallar ile yönlendirildi. Mezhep, günümüzdeki İspanya’nın güney ve batı bölümleri ile Galya’nın güneyinde hızla yayılınca, -ne kadar gizli olursa olsun duyulmaması olanaksızdı- İspanya Kilisesi âdeta alarma geçti. Avila piskoposu Priscillianus’un görüşleri, 380 yılında toplanan Zaragoza Konsili’nce yasaklandı.

Priscillianus’un düşmanları, İmparator Gratianus’u etkileyerek onu İtalya’ya sürgüne gönderttiler. Bir süre sonra aklanan Priscillianus görevine geri döndü. Daha sonra bu kez İmparator Magnus Maximus tarafından yargılandı ve 384 yılında Bordeaux Sinodu tarafından yeniden mahkum edildi. Trier kentine getirildi. Üst yargı kurulu, İmparatorluk Kardinaller Meclisi tarafından bir kez daha yargılandı. Büyücülük ve ahlâka aykırı davranışlardan suçlu bulunarak 385 yılında idam edildi. İki rahip ile iki de papaz çömezi, “şanlı bir şehit olarak” gördükleri piskoposa eşlik etti. Bu kanlı ceza silsilesi, ozan Latronianus ile Bordeaux’nun soylu hanımlarından Eukrocia’nın idamıyla son buldu. Priscilianus’un görüşlerini benimsemiş olan iki piskopos da sürgüne gönderildi. Adları bilinmeyen iki suçlu ise, yaptıklarından ötürü pişmanlık duyduklarını belirttikleri için bağışlandı.

Bu duruşmalarda, tanık ve sanıklar işkence altında verdikleri beyan ve itiraflarında, Priscillianus yandaşlarının sapkınlığının sihirbazlığa, ahlâksızlığa ve inançsızlığa dayandığını söylediler. Tinsel rahibelerinin eşliğinde her yeri dolaşan Priscillianus, tarikat kardeşi papazlar topluluğunda çırılçıplak vaaz vermekle, Eukrocia’nın kızıyla ahlâk dışı ilişkilere girmekle suçlanmıştı.

İmparator Maximus’un 388 yılında devrilmesinden sonra bu öğreti bir kez daha ortaya çıktı. 400 ve 447 yıllarındaki Toledo Konsilleri tarafından bir kez daha mahkum edildi.

Priscillianus’un öğretisini izleyenler acı çekti; birçok sıkıntı içinde kaldılar. Yavaş yavaş yitip gittiler. Halk ve papazlar, onun koyduğu temel kurallarına karşı çıktı. İdamı da uzun ve yer yer sert tartışmalara yol açtı. Kimileri onun hakkında verilen kararı doğru bularak alkışlıyor, kimileriyse bunu hiç de töresel olmayan kıyıcı bir nitelikte görüyordu.

Sapkın olarak nitelendirilse bile, din adamlarına tolerans gösterilmesi gerektiğini savunanlar da vardı. Milano Piskoposu Ambrosius ile Tours Piskoposu Martinus bunlardan ikisiydi. Trier’de idam edilen “mutsuzlar”a acıdılar; onları mahkum eden piskoposlarla ilişkilerini kestiler. Hiç duraksamadan, sapkınların sonsuza dek cehennemde kalacaklarını söylüyorlardı ama diğer yandan da ölenlerin kanlı görüntüleri onları fazlasıyla rahatsız ediyordu. Priscillianus ile yandaşlarına uygulanan bu utanç verici yöntemler, insancıl duygularını(!) harekete geçirmişti.

Sivil ve Kilise üyesi yargıçlar, bağlı oldukları yargılama kural ve yöntemlerinin sınırları dışında güç kullanmıştı. Gerçekte Kilise yargılamasına giren bir dava sivil yargıca verilmiş, o da davayı görerek kesin karara varmıştı. Piskoposlar, bu yargılamada savcı rolü oynayarak onursuzlaşmıştı.

Din sapkınlarının öldürülmesi için kışkırtmalarda bulunan ve onlara yapılan işkencelerde tanıklık eden Piskopos Itakius’un kıyıcılığı halkta tiksinti uyandırdı. Bu zaten “bozuk ahlâklı” olan piskoposun işlediği günahlar nedeniyle, öne sürdüğü savların “aşağılık” olduğu söylentileri her yana yayıldı.



Orta Çağ öncesindeki sapkınlıklar ya da sapkın nitelenen inanç ve mezhepler arasında daha birçoklarını saymak olanaklıdır. Bu akımların bir bölümü Orta Çağ’da da devam etmiştir. Bazıları kaybolup gitmiş ama oların yerine yenileri doğmuştur. Sıra geldiğinde belki onlardan da söz ederim.



ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
2555 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 14, 2007, 05:06:59 öö
Gönderen: MASON
Orta Asya'daki Türk Piramitleri.

Başlatan Ittihatci « 1 2 » Tarih

10 Yanıt
11765 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 03, 2011, 05:32:03 öö
Gönderen: moonlight
35 Yanıt
18523 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 31, 2012, 10:00:26 öö
Gönderen: Melina
59 Yanıt
31097 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 29, 2014, 10:17:55 ös
Gönderen: PerfectStorm
2 Yanıt
2778 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 03, 2008, 04:35:07 öö
Gönderen: kure
0 Yanıt
2304 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 03, 2008, 12:02:24 öö
Gönderen: blossom
0 Yanıt
2901 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 21, 2008, 12:57:11 ös
Gönderen: bugfree
4 Yanıt
6282 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 22, 2011, 11:52:04 öö
Gönderen: Karakam
Bana göre masonluk

Başlatan goksel475 « 1 2 » Bana Gore Masonluk

12 Yanıt
10070 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 09, 2009, 10:41:11 öö
Gönderen: erdal
2 Yanıt
7418 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 02, 2009, 12:16:26 öö
Gönderen: Ayn