NEY MANZÛMESİ
İçi boş,benzi sararmış, ona āşıktır māye,
Derd-i hicrān ile inler eder âh leylâye.
Arzeder hıçkırarak aşkını hep mevlâye,
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye!
Bu cihānın ötesinden geliyor nağmeleri,
Kanatır sîneyi, kalbi, deler elbet ciğeri.
Erişir mi buna kudret, buna insan hüneri,
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye!
Bu ne aşkın, bu ne derdin, bu ne mestin sesidir,
Bu ne tizin, bu ne evcin, bu ne pestin sesidir.
Bu ezelden geliyor, bezm-i elestin sesidir,
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye!
Arşa çıktıkça bu ses, sanki felekler tutuşur,
Melekûtun tabakâtında melekler tutuşur.
Yayılır nefhası āfāka yürekler tutuşur,
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye!
Alalı sırrı ezelden tutuşur bağrı yanar,
Ayrılıklarda yananlar acaba neyle kanar?
“Erinî” derken o cānâna hep eczāsı kanar,
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye!
Bu kesik nevhā nedir, āh meâlin mi senin?
Nefesin mi,ya sesin mi, ya cemâlin mi senin?
İnleten nāyi firâkın mı, visālin mi senin?
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye!
Onu almaz ne semâlar, ne bu dünyā ve o nūr,
Neyin esrārına sinmiş bu ne hikmet konuşur.
Yine hicrān ile inler, bu ne mâtem ,bu ne sûr?
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye!
Alevin gözyaşıdır bu, susuyor şimdi sesi,
Ağlıyor aşk ile ālem, budur aşkın hevesi.
Sanırım can veriyor ney, sönüyor son nefesi,
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye!
Sönüyor takatı bitmiş, dayanılmaz bu deme,
“Len terānî” ile mecrūh ve doymaz eleme.
Her ne söylerse o haktır onu artık dileme,
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye
Yaman Dede
DİN, MUSİKİ VE NEY Mûsikî tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Bilim adamları insanların konuşmayı bilmedikleri devirde duygu ve düşüncelerini mûsikî ile anlattıklarını söylüyorlar. Mûsikînin dinden doğduğu düşüncesi de bugün mûsikî tarihçileri, felsefeciler ve sosyologlar tarafından benimsenmektedir.
İlkel toplumlarda mûsikî bir ibâdet, insanları Yüce Yaratıcı’ ya ulaştıran bir olgu, hatta Tanrı'nın insanlara bir lûtfu kabul edilirdi.
Totemizm, Şamanizm, Animizm gibi dinlerde mûsikînin önemli rolü vardı. Bu dinlerin etkisindeki toplumlarda müzisyenler aynı zamanda din adamlarıydılar. İslâmiyet’ i kabûlden önce atalarımızın dini olan Şamanizm’de “kam”, “baksı” ya da “şaman” denilen din adamları ellerindeki çalgı ile çalıp söyleyerek dînî mesajlarını iletirlerdi.
İslâmiyet de bu sanatın karşısında olmamıştır. Ancak her olgu gibi mûsikînin de iyi ve doğru yolda; iyi ve doğru duyguları hissettirip, ortaya çıkaracak şekilde kullanılması istenmiştir.
İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.), Kur’an’ın güzel sesle ve bir kaideye bağlı âhenkle okunmasını emretmiştir. Tecvid ve kıraat böylece doğmuştur ki, bu ilimlerin mûsikî ile yakın ilişkileri vardır.
Mûsikî, İslâmiyet’i kabûlden sonra da müslüman Türkler’in yaşamlarının her safhasında önce olduğu gibi yer almaya devam etmiştir. Düğünlerde, bayramlarda, asker uğurlama ve karşılama törenlerinde, her türlü dînî törenlerde, hatta savaşlarda bile mûsikî yer almıştır.
Dînî Türk Mûsikîsi icrâ edildiği mekânlara göre Câmi Mûsikîsi ve Tekke Mûsikîsi başlıkları altında ikiye ayrılabilir. Birbirine yakın bu iki türden Tekke Mûsikîsi’nde insan seslerinin yanı sıra enstrümanlara da yer verilmiştir. Câmi Mûsikîsi’ nde ise enstrüman kullanılmaz. Ezan, kaamet, salâ, salâtü’s-selâm, mi’râciye, mevlîd, tekbîr, temcîd, tesbîh, mahfel sürmesi, münâcaat gibi câmiye ait formlarla; mevlevî âyini, nefes, durak gibi tekkeye ait formlar ve her iki mekânda da ortak kullanılan ilâhi, tevşîh, şugl, na’ t gibi formlar Dînî Türk Mûsikîsi’ ni oluşturur.
Câmi Mûsikîsi eserlerinde görülen zâhidâne, ağır başlı üslûp, Tekke Mûsikîsi eserlerinde yerini tasavvufî bir coşkuya bırakır. Bu coşkulu oluşumda bir çok tarikatta yer alan ve mûsikî eşliğinde yapılan “zikir” in rol oynadığı söylenebilir.
Semâ" işitmek anlamına gelen arapça bir sözcüktür."Semâda işitilen, kulaklarımızla işittiğimiz sesler değil, gönül kulağımızın hissedebildiği Hakk"ın sesidir" Hz. Mevlânâ"dan nakille : "Semâın ne olduğunu biliyor musun? Allah"ın "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" sorusuna, ruhların "Evet, rabbimizsin" deyişlerinin sesini duymak, kendinden geçmek, rabbine kavuşmaktır."
İsra sûresinin 44. ayetinde de, "Yedi gökle yer ve onların içindekiler onu tespih eder. Hiç bir şey yoktur ki onu övüp, onu tespih etmesin. Lâkin siz onların tespihini anlamazsınız" buyurulur. Hakkın sesine, gönül kulağıyla aşina olan derviş, cezbeye gelip, coşuyor. Bu aşinalık musikinin ahenkli katkısı ile ruhu kaplayan bir atmosfere dönüşüyor. Gönül aşina olduğu bu manevi hal ile coşunca beden de ona eşlik ediyor. Ve Mevlevî, boynunu belli bir açıyla bükerek, başlıyor gökteki felekler gibi dönmeye; ister kadın olsun ister erkek.
Tekke Mûsikîsi formlarından en gelişmiş olanı Mevlevi ve Alevi-Bektaşi Âyinleri’ dir. Bu eserler aynı zamanda tüm Türk Mûsikîsi’ nin en geniş, en sanatlı ve en önemli eserleridir.
Sümerce’ den Farsça’ ya geçen “ nâ ” veya “ nay ”, kamış, kargı anlamlarına da gelen bu çalgının en eski adıdır. Arap toplumunda üflemeli çalgıların hemen tümü için kullanılan “ mizmâr ” sözcüğü, (nefes borusu, ses organı anlamında) ney için de kullanılmıştır. Türkçe’ de ise hemen her zaman “ ney ” olarak anılmıştır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde de benzer adlarla (örneğin Romanya’da “ naiu ” adıyla) adlandırılmıştır.
Farsça çalan, icrâ eden anlamına gelen “ zeden ” sözcüğünden takılanarak oluşturulan “ neyzeden ” bozularak, ney icrâcısı anlamında günümüzde de kullanılan “ neyzen ” e dönüşmüştür. Aynı anlamda Arapça kurallarına göre oluşturulan “ nâyî ” sözcüğü de kullanılmıştır.
Sümer toplumunda MÖ 5000 yıllarından itibaren kullanıldığı sanılan bu çalgıya ait elimizdeki en eski bulgu, MÖ 2800-3000 yıllarından kalan bugün Amerika’da Phledelphia Üniversitesi Müzesi’ nde sergilenen neydir. Çalgının o dönemlerde de dinsel törenlerde kullanıldığı sanılmaktadır. Assomption rahiplerinden Thibaut’ un “esrârengiz, cezbedici, tatlı ve âhenkli bir ses” diye tanımladığı ve şu şekilde şiirleştirdiği ney sadâsı, her dönemde insanları derinden etkilemiş, özellikle dinsel duyguları çağrıştırmıştır:
“ Kamışların üzerinden geçerken,
Kuşları uyandırmaya korkan tatlı bir meltemin kanat çırpınışları”.Sadâsından gelen bu özellik neyi, ilişkide bulunduğu her toplumda önemli bir çalgı haline getirmiştir. Türklerin İslâmiyeti kabûl ile birlikte kullanmaya başladıkları ney, Xlll. yüzyıldan itibaren İslâm tasavvufunun sembolü haline gelmiştir. Bunda bu yüzyılda yaşamış büyük mutasavvıf, filozof , şâir ve velî Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ’nin rolü büyüktür.
XV. yüzyılda yaşamış bir gezgin olan Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ ın seyahatnâmesinde kendilerine mahsus bir nota yazısı geliştirip kullandıklarını da bildiğimiz Hıtay Türkleri’ nin hâkanlık sarayında gördükleri oldukça ilginçtir:
“ Sadinfu şehrindeki hâkanlık sarayının önünde üçyüzbin kadar kadın ve erkek toplanmıştı. İkibin kadar sâzende sazlarını aynı sese düzenleyip (akord edip), hep bir ağızdan hâkana duâ ettiler. Köslerin iki yanlarında kemençe, ney, mûsikâr ve diğer sazlarla hânendeler oturmuşlardı. Neyzenlerin bazıları neyi bilindiği üzere çalıp, bazıları ortasındaki deliklerden üflüyorlardı.”
Mûsikîde çok ileri gittikleri bilinen Hıtay Türkleri’ nin neyi, Orta Asya’ da eskiden beri kullandıkları ve hatta onu tıpkı bir yan flüt gibi de üfledikleri anlaşılmaktadır.
Tarihte Nây-ı Türkî, Hoş Nây (veya Koş Ney), Kurre Nây gibi adlarla anılan bugün yapısını ve özelliklerini tam olarak bilemediğimiz ney adından türemiş pek çok çalgı bulunmaktadır. Ancak birer meydan sazı olarak kullanılan bu çalgıların bugünkü formundan çok farklı olduğunu sanıyoruz.
Ney HiçlendirirNey hiçlendirir; evet ne ‘içlendirir’, ne de ‘hislendirir’; bilâkis tamı
tamına yazıldıgı gibi ‘hiçlendirir’… Faslı başkası değil, hep fasl-i
hîçî’dir çünkü.
Ney’in nefesinden kendi hikâyesini dinleyebilenler; ney’in vuslat’tan
degil, firâk’tan dem vurduğunu, demini firâk’tan aldığını söylerler. Ne de güzel söylerler:
Sîne hâhem serha serha ez firâk.
Rûmî, “… ez firak” diyor ve ayrılıktan söz ediyor. Ney’deki hüznün
ayrılık ateşinden nâsi bir yanış oldugunu söyleyen de yine o!
Ez cüdâyîhâ sikâyet mî küned
Ney’in nefesinden, nefeslenişinden başka bir şeyin değil, sadece ama
sadece cüdâ’nın ve/veya firâk’in sesinin duyulması yokluğun sesinin duyulması değil midir duyabilenlere?
Hiç’in sesini yani… Evet, ney’in hiçlendirmesi bundan… Nefes içini
okşadıkça ney yanar; yandıkça yakar, yoklanırken yoklar… Saklamaya ne lüzûm var o halde? Ney yoklanmakla, yok olmakla kalmaz, yokluğa götürür, yoklar… Taayyün sözcügünün “belirli olmak, belirlenmek, sınırlanmak” gibi sözlük anlamına kanar da bazıları, taayyün’ü adem’den vücûd’a, yokluk’tan varlık’a geliş olarak, varoluş olarak tanımlamak isterler… Ne münasebet?
Taayyün, bizâtihi ademiyettir; yokluğa dönüşmektir, varlık’tan kopuştur, gölge olmaktır, gölge haline gelmektir; tıpkı teşahhus gibi, tecessüm gibi, teferrüd gibi… Taayyün mutlak olan’dan mukayyed olan’a geçiştir; işaret edilebilir olmaktır, muayyen hale gelmektir.
- O halde onca itiraz niye?
Itiraz belirmeyi, belirlenmeyi, sınırlanmayı ‘varlık’ sananlara… Itiraz
taayyün’ün, muayyen hâle gelmenin ne yaman bir firâk ve cüdâ oldugunu göremeyenlere… Itiraz denize bakıp dalgaların hareketini seyreden, sesini duyan, rengini gören, tuzunu tadan ve fakat bir türlü suyun kendisini farkedemeyenlere…
Ney’in nefesiyle hiçlenenler, ney’in nefeslenmesiyle yoklananlar işte
bunun için hüzün duyarlar; bunun için mahzûn olurlar, bunun için kadın-erkek demeksizin hâllerine ağlarlar.
Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end Ney hiçlendirir; ney yokluğun; yok olmanın sesidir çünkü… Evet, ney varolmak için yokolmayı göze alışın remzidir: yanış’ın kokusu… Yokoluş’un ürpertisi… varlık hasreti… varoluş’ta yokoluş’u idrak… VARLIK’a nazaran varoluş’u yokluk görmek… mevcûd’un degil, vücûd’un kokusunu almaya çalışmak…
Ney hiçlendirir! Evet, hiçlik’in sesi hiçlendirir! VARLIK’tan, varolmaktan
sürûrun, neş’enin; HİÇLİK’ten, hiçlenmekten hüznün, kederin sâdır oluşu bundan… (Ne bilir ki müneccimle muvakkit geceler kaç saat?!)
Hiç, Neyzen Tevfik’in boynunda asılı yafta… VE hiç olduğu için, hiç’i
her’e tercih ettigi için, hiçlikte gezindigi için azâbı, azâb-ı
mukaddes…
Nâdânın attığı taşlardan canı acımayan ve fakat vücûduna gül değince inim inim inleyen Mansûr gibi “derd-i iştiyâk”ı serheyliyor!
O denli vahşi, o denli doğal, o denli sâde inliyor ki… öylesine kendi
kendine, öylesine kendince ve öylesine kendi için üflüyor ki… magrur ve umursamaz… hiçleniyor, hiçlendikçe hiçiyor… kaçıyor çünkü…
kendisinden ve kendince ve fakat yine kendine kaçıyor… mehâbet’le degil sadece, aynı zamanda mehabbet’le üflüyor… üflediği fasl-i hîçî…
1927′de Toptası Timarhanesi’nde yazdığı şu dörtlük, hikâyesinin bir özeti gibi:
Gezindim sâz-ı hicrânımla binbir perde üstünde Şu aheng-i hayatın darbını taksime yeltendim.
Karar verdim adem-âbâd-i gamda fasl-ı hîçîde, Şunu derkeyledim ancak ki bârım kendime kendim!
Ne büyük bir nimet ki Neyzen’in taksimlerinden küçük bir demet günümüze ulaşmış durumda. Insana düzenli bir bahçeden ziyade yabanil bir çayirligin ortasinda geziniyormus hissi veren bu nagmeler tam da erbâb-i hiç’e göre…
Dermanlarının yine dertleri olduğunu bilmeksizin dertlerine derman
arayanlar, ne derdi, ne de dermanı biliyor demektir. O halde bırakalım
onlari kendi hallerine, dertlerine derman arayadursunlar!
Bizse bu arada “erbâb-i hiç”le birlikte dertlerimizden zevkyâb olmaya
çalışıp hiçlenelim!
-Ahmet F Yüksel