Bir efsane : John Wayne
O da bir Masondu
Çocukluğumuzun o hiç bitmesini istemediğimiz, kimselere satmaya kıyamadığımız o mutlu çocukluğumuzun yeni yetmeliğinde hangimiz John Wayne yerine kendimizi koymadık ki? Kuzeyli Üniforması içinde, başından eksilmeyen kurşun delikli şapkasını, belinden eksilmeyen altıpatlarını hangimiz gıpta ile seyretmedi ki? Hele hele, değişmeyen kadını kızıl afet Maureen O’Hara’yı, Kızılderililerin elinden kurtardığı veya filmin son anlarında trompet “ti” leri eşliğinde atını koşturarak kaledeki zavallı beyazların imdadına yetiştiği zaman, hangimiz o’nu çılgınca alkışlamadı ki? O bizim çocukluğumuzun “Con vayne”siydi. Sinemanın bir efsanesi. Unutulmadı, yeri doldurulamadı ve belki hiç doldurulamayacak.
Western sinemasının içeriği yakın bir tarihi yansıtır. Stüdyolardan, dekorlardan uzak, doğanın içinde doğal setlerde yapılan çalışmalar sinemanın bu vazgeçilmez türünü tüm dünyaya kabul ettirmiştir. 1800’lü yıllarda İngiltere’den kalkan “Mayflower” adlı gemiyle Amerika kıt’asına göç eden sürgün insanları, batının gizem dolu uçsuz bucaksız vahşi doğasına kervanlarla maceraya atılmaktaydı. Kervan motifi, Western sinemasının vazgeçilmez bir motifi olarak, yerini hep korumuştur. Kızılderililer kervana saldırmış, aşklar hep kervanda yaşanmış, acılar hep kervanda toprağa verilmiştir. Toprak kervanla kazanılmıştır. Kervanda yan yana dizdize ilerleyenler, birlikte mücadele edenler, zaman zaman rakip olabilir, düşman kesilebilirler. Herkes kan dökmeye hazırdır, hatta heveslidir bile. İleride patlayacak iç savaşın tohumları bile kervanda atılmıştır.
Kervanların kötü beyaz adamları, Batı’ya zengin Batı’ya, altın bulma hayalleri içinde yol almışlar, ancak zora katlanamayıp, kolay yolu seçerek, “Demir At”ın kara vagonlarına saldırarak Western’e başka bir boyut kazandırmışlardır. Reno Kardeşler, Dalton’lar, Wild Bunch çetesi, Bunch Cassidy ve Sundance Kid gibi isimler 1903 yılında çevrilen ilk Western filmine konu olmaktan kendilerini alamamışlardır: “The Great Train Robbery” (Büyük Tren Soygunu).
John Wayne 26 Mayıs 1907 tarihinde Winterset, Iowa’da doğdu. Asıl adı Marion Michael Morrison’dur. Güney California Üniversitesinden sonra 1930 yılında ilk kez kamera karşısına geçti. Yönetmen Roul Walsh’ın “The Big Trail” (Büyük İz) adlı filminde Tyrone Power ve Margueritte Churchill ile birlikte oynayan Wayne kervanın klavuzu, ve öncüsü rolünü oynamaktaydı. Batı’ya göç eden ilk müjdecilerin önderliğini üstlendiği bu filmde Western’in tüm öğeleri yer almaktaydı. Kızılderili saldırıları, kervanla çember saldırıları karşılayan beyaz adamlar, uçsuz bucaksız Büyük Kanyon görüntüleri, bizon avcılığı, ölümler, doğumlar ve tabii aşk. Bu filmin görüntülerinde Amerika’ nın çağdaş tarihi destansı bir atmosfer içinde verilmektedir. Wayne, bu filmden sonra 9 yıl, 30’ a yakın filmde rol aldı. Bugün, hemen hiçbiri filmografisinde önemli bir yer tutmayan “ B ” sınıfı filmlerdir bunlar. Şöhretini 1931 yılında çevrilen, Western’ in vazgeçilmez bir öğesinin adı ile yakaladı, “Stagecoach ”. (Posta Arabası) Ardından 70 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, halâ bütün zamanlar içinde çevrilmiş en iyi 12 filmden biri olan “Stagecoach ”, Western’ in babası olarak anılan ve Wayne’ li birçok filme imza atmış John Ford’ un bir yapıtıdır. Bir kasabadan diğerine gitmekte olan Posta Arabası’ nın içinde ayrı sınıflardan oluşan bir yolcu kafilesi vardır. Sarhoş ve şehirden kovulmuş bir doktor, gezginci bir içki satıcısı, bankacı, kumarbaz, kibar bir kadın, istenmeyen bir sokak kadını ve yolda rastlayıp arabaya aldıkları hapishane kaçkını ama mert bir kovboy olan Ringo Kid, yani Wayne... Bu kişilik farklılıkları, arabanın son molasında yerlilerin saldırısına uğramasıyla giderek yok olmaya, birleşmeye ve ölüme birlikte karşı koyabilmenin savaşımına dönüşmektedir. Wayne, bu filmden sonra sinemanın efsanevî kovboyu olmuştur. Kovboy, Western’ de gerçek bir kahramandır. Texas’ da doğmuş, geniş ovalarda sürülerini otlatan bir çobandır. Tüm iklim koşullarına dayanıklı, haydutlarla, Komançilerle çarpışan, gözü pek, zaman zaman kanunu temsil eden, tek tutkusu at olan, gerektiğinde sevimli, çoğu kez sert, zamanının çoğunda kadınsız kalabilen ama, sevdiği kadın için canını bile verebilen, basit, biçimci bir mitos kavramıdır. Stagecoach’ un başarısının ardından Wayne yapımcıların aradığı bir yıldız haline geldi.
Amerika, 2. Dünya Savaşına katılmış, atom bombası atılmış ve dünya artık bir kez daha savaşı yaşamamak için birleşmişti. Savaş dönüşü Hollywood, bıkmadan usanmadan pek çok savaş filmi setine sahne olmuş, bu filmlerde de Wayne, pek çok başrol oynamıştır. “ They Were Expendable ”, “ Tycoon ”, “ Operation Pasific ”, “ Flying Leathernecks ”, “ Sands of Iwo Jima ” bu filmler arasında sayılabilir. 1949 yılında John Wayne “Sands of Iwo Jima ” filmindeki rolü ile ilk kez Oscar ödülüne aday olmuştu. Savaş ve Western... Vazgeçilmeyen iki biçim Wayne karakteri. Savaş filmlerinin yanısıra Wayne, Western türünde yine başarılı çalışmalar veriyordu. 1948 – 52 yılları arasında, bugün Western klasikleri arasına girmiş önemli yapıtlarda başrol oynadı. Bunlardan biri Howard Hawks yönetiminde Montgomery Clift ve Joanne Dru ile oynadığı “ Red River ”. 1200 km. lik bir yolculuğun anlatıldığı filmde büyük toprak sahibi Wayne’ in sürüsü ile yaptığı yolculuk, aslında iç dünyasındaki kişisel hesaplaşmanın yolculuğudur. Bu özelliği nedeniyle film, klasik kovboy efsanesi kişiliğinden farklı bir boyutta olup, kovboyun gerçek yüzü ile iç çatışmalarını anlatır. 1948 yılı içinde Wayne, John Ford’ la birlikte 3 önemli Western’ de çalıştı. İlki, Fort Apache, Henry Fonda ile başrolü paylaştığı film, ordu içindeki ast – üst çekişmelerini dile getirmektedir. Yüksek rütbeli askerlerin emirlerinin tutarsızlıklarının yanında, küçük rütbelilerin verilen emirlerin anlamsızlığına karşın, kıyımın kaçınılmaz sonuçlarına katlanışları anlatılır, bu yüzden pek çok asker boşu boşuna ölür. İkinci film “ Three Godfathers ”, üç azılı haydudun çölde buldukları küçücük bir çocukla olan ilişkileri filme inanılmaz bir duygusallık katmaktadır. Üçüncü film ise, “ She Wore a Yellow Ribbon ” Fort Apache’ den izler taşıyan filmde kızılderili – beyaz adam çatışmaları ön plana çıkmaktadır. Nitekim, savaşı başlatan hep beyaz adamdır.
1950 yılında Wayne, John Ford’ la yeniden sahnede. İlk kez bir arada olduğu kızıl saçlı afet Maureen O’ Hara ile “ Rio Grande Command ” adlı filmde biraraya gelirler. Bu, üçlünün ileriki yıllarda birarada yapacakları filmlerin başlangıcıdır. Rio Grande’ de yine kuzey üniforması içinde, beyaz – kızılderili savaşı, ilk kez komedi unsurlarının da katılması ile, sevimli biçimde dile getirilmiş, aile kavramı, baba oğul çatışmasına annenin sıcak yaklaşımı, seyircide ister istemez gözyaşının yanısıra mutlu gülümsemelerle filmi izlemelerini sağlamıştır. Western filmlerinde kadın karakteri genelde hep aynı çizgidedir. Vefakâr, çocuklarına düşkün, tahta kulübede çengele asılı kazanda yemek pişiren, balta ile odun kesen, küçük sebze bahçesinde kereviz yetiştiren, gerektiğinde tüfeğine sarılarak evini koruyan, gözü yaşlı eş... Bu rollerin kahramanlarından farklı olarak Maureen O’ Hara adeta bir baş belâsı konumundadır. Wayne ile sürekli kavga eder, söz düellosuna girişir. Bu da filmlerin aksiyonunda komedi unsuruna yer verir. Her ne kadar kovboy yalnız da olsa, onun da bacası tüten, çitlerin ardında davarları böğüren, bahçesinde kereviz yetişen bir ev ve kadın özlemi vardır, sonunda gerçekleşir.
Wayne, 50’ li yıllarda yine Western türünde birçok filmde oynadı. “ The Searchers ” kızılderili olayına başka boyutlar getiren önemli bir John Ford filmidir. Beyaz adam, haksız yere kan dökerek, topraklarını kızılderililerden almıştır. Savaş kaçınılmazdır.
Küçük bir kızın yerliler tarafından kaçırılması üzerine bir grup arayıcı, küçük kızın peşine düşerler. Yıllar sonra bulunan kız, yerli adetlerine göre yetiştirilmiştir. Ve artık beyazların arasına dönmeyecektir. Bu tema ileride bir çok Western’e konu olacaktır. Bu yıllar içinde John Wayne serüven ve tarihi filmleri de denedi. Cengiz Han’ın yaşam öyküsünden hareketle çevrilen “ The Conqueror” tek tarihsel denemesi olup o yılların gözde filmlerinden biri oldu. 50’li yıllarda gene John Ford ve Marueen O’Hara ikilisi ile iki önemli filmde görüyoruz “The Quetin Man” (Kadın Satılmaz) ve “The Wings Of Eagles” (Kader Böyle İstedi).
1960 yılında ilk yönetmenlik deneyimine girişir. “The Alamo”. 1969 yılında Wayne bir çıkış yapar. Çok önemsiz bir film gibi gözükür “The Grit”. Genç ve ismi hemen hiç duyulmamış bir oyuncu kadrosunun eşlik ettiği bu filmde Wayne, tek gözlü kiralık bir silahşör, kendi kanunlarını kendi koyan bir kanunsuz rolündedir. “The Grit” teki bu oyunu kendisine o yılın en başarılı oyuncusu Oscar’ını kazandırır.
True Grit’i çevirdiği dönemlerde amansız bir hastalıkla savaşmaktadır. Ama koca “Duke” az mı savaş filminde ölümü yenmemiştir? Kanser nedir ki? Son yıllarda bu yorgun hali ile gene film setlerinde görüyoruz Wayne’i. İkinci yönetmenlik denemesi, Vietnam savaşına sağcı, bir yaklaşım “The Green Berets”, petrol dünyasını konu alan “ Helf Fighter”, ve tabi yine Western’ler. Son filmleri ise hiç iş yapmadı. John Wayne 1979 yılında öldü, ama yaşasın kral denemedi. Wayne, efsaneyi de yanında götürmüştü.
John Wayen Kardeşin Masonik Yaşamı:
John Wayne K. Tucson, Arizona’da 56 numaralı Marion McDaniel Locasında 9 Temmuz 1970’de tekris oldu, 10 Temmuz 1970’de kalfalığa geçti ve 11 Temmuz 1970 tarihinde de Üstatlığa yükseltildi. Üstadı Muhterem DR. Seneca Kardeşti. John Wayne sonradan bir Hollywood Locasına katıldı ve ölümüne kadar Masonik intizamını korudu. Wayne, California, Glendale, De Molay Şapitirinin, Los Angeles’te de Al Malaikeh Shrine’ının üyesiydi. Kendisine, İskoç Ritine Şeref 33 derecesi verilmişti.
Tekris Olduğu Mation McDaniel Locası, “The Duke” diye anılan John Wayne kardeşin anısına özel bir merasim önlüğü yapmıştı.