Öncesi “Açılamaz Kasa” başlıklı bölümde…
Bu bölümün başında hayli uzun konuşmalar var. Onları kestim. Öykünün can damarına bakalım istedim.
* * * * * *
Jacques de Molay, tarikatın başhaznedarı ile yardımcısını ayrı ayrı olmak üzere yanlarına ikişer şövalye katıp Fransa’nın ferklı yönlerine gönderdikten sonra, Pierre d’Aumont’a şaşıp kaldığı bir talimat verdi. Hazine, Paris dışında, tercihen olabildiğince uzak bir yere ve en geç Perşembe gününe kadar taşınacaktı. Bu işin sorumlusu Pierre olacak, bir plan hazırlayıp uygulayacaktı. Bunu başka hiç kimse bilmeyecekti.
Büyük üstat anlatırken, Pierre kıpır kıpır kıpırdanıyor, âdeta yalvarır gibi bakıyordu. Jacques onun ne demek istediğini anladı ama oralı olmadı. «Sen bu operasyonun tek yetkilisi olacaksın.» diye devam etti. «Hem artık haznedarlar da yok. Kendilerine bir başka görev verildi; buradan ayrıldılar. Hazineden artık sadece sen sorumlusun. Bu görevin, senin tarikatımızın geleceğinden de birinci derecede sorumlu olduğun anlamına gelir.»
Konu kapanmıştı. Pierre itiraz edemezdi. Görev verilmişti. Yerine getirilecekti. Büyük üstada hazinenin nereye taşınmasını istediğini sordu.
Jacques, «Pierre, bu konuyu daha dün konuşmadık mı?» diye çıkıştı. «Nereye götürüleceğini sen belirleyeceksin. Ben bile hiçbir şey bilmeyeceğim.» Kasa dairesinin anahtarını ona verdi. «İç kapının nasıl açıldığını biliyorsun, değil mi?»
Pierre o işi biliyordu bilmesine ama çok uzun süredir hiç denememişti. Beceremeyebilirdi de.
Jacques, «Şu halde şöyle yapalım.» dedi. «Birlikte inelim. Zaten benim oradan almam gereken bazı parçalar var. O mahut kahkahalarından birini patlattı. «Bana bak, şayet bir de iç kapıyı açamayacak olursak, yandık demektir.»
Birlikte kasa dairesine indiler. İç kapıyı açma işini önce Jacques denedi. Becerememiş gibi yaptı. «Yahu, nasıl açılıyordu bu. Unutmuşum. Bir de sen dene.» dedi.
Pierre de kapıyı açmayı deneyip beceremeyince, kıpkırmızı oluverdi. «Eyvah! Açamıyorum. Şimdi ne olacak!»
Jacques onu tasasından kurtardı. Kapıyı bir kez açtı. Kapattı. «Haydi bakalım. Şimdi bir kez daha dene.» dedi.
Pierre «Zaten büyük üstat olmasa halimiz haraptır.» diyerek bu kez kapıyı başarıyla açtı.
Birlikte girdiler. Jacques oradan birkaç paket seçerek aldı. «Bunları ben götürüyorum. Gerisi senindir.» dedi.
Gerisi dediği, Tapınakçıların hazinesinin tümüydü.
Jacques elindeki paketleri Pierre’e göstererek, «Bunların ne olduğunu ve benim ne yapacağımı biliyor musun?» diye sordu.
«Hayır! Bilmem mi gerekiyor?»
«Artık hazineden tek sorumlu olan sen değil misin?»
«Evet ama bu sorumluluk büyük üstadın buyruğunu aşmaz.»
«Tamam. Bu da şakaydı. Ben senin hazineyi nereye taşıyıp götürdüğünü bilmeyeceğim. Senin de bu parçalardan hiç haberin olmayacak. Anlaştık değil mi?»
«Kesinlikle... Fakat bence bu konuda aksayan bir nokta var gibi görünüyor.»
«Nedir?»
«Demiştik ki, hazinenin nereye götürülmüş olduğunu, her kim götürürse ondan başka kimse bilmeyecek. Böylece, geride kalanlar, Fransa kralı sorduğunda ona bir şey söyleyemeyecek; çünkü bilmiyor. Gerçi ben bilmiyorum ama Fransa kralı büyük üstada sorduğu zaman söylemek zorunda kalabilir. Hiç sözünü etmek istemiyorum, hatta aklıma bile getirmek istemiyorum ama biliyoruz ki işkence olasılığı da var.»
«Korkma... Philippe için bunlar önemli değil. Bunlar, maddi değerinden çok manevi değeri olan nesnelerdir. Philippe böyle şeylerin peşinde koşacak adam değil. Senin gibi o da bunların ne olduğunu bilmediği için, sormak aklına bile gelmez. Benim yerimde sen olsan, sorulmayan bir şeyi söyler misin?»
Madem büyük üstat öyle diyordu, öyle olmalıydı. Pierre bu konu üzerinde daha fazla durmadı. «Yanlış bir iş yapmamak için soru sorma hakkım var mı?» diye sorunca, Jacques «Elbette!» diye yanıtladı. «Her ne soracaksan şimdi sor. Sonra da işinin başına geç ve ne yapacaksan hemen başla.»
«Birincisi, ben hazinenin bu kadar yüklü olduğunu doğrusu bilmiyordum. Bu işi yapabilmek için yardıma ihtiyacım olacak. Bunların tümü taşınacak. Üstelik bu iş kimseye belli etmeden yapılacak. Belki güvenlik önlemi de almak gerekecek. Şövalye kardeşlerimizden kaçını kullanabilirim?»
Jacques «Kaç kişi istersen.» dedi. «İyi ki Montpellier’den buraya hayli kalabalık gelmişiz. Ancak gene de çok abartma ki dikkati çekmeyelim. Üstelik krala oynayacağımız bu oyunu ne kadar az kişi bilirse o kadar iyi olur. Sence kaç kişi yeter?»
Pierre, «Henüz bir şey söyleyemem.» dedi. «Daha planımı yapmadım. Fakat şöyle bir düşünüyorum da, en azından yirmi kişi gerekecektir; belki otuz.»
«Dert değil ama otuzu geçmezsen iyi olur.»
«İkincisi bir soru değil, rica... Ben bugün planımı yapar kaç şövalye kardeşimiz gerekeceğini belirlerim. Onları seçerim ve gerekli talimatı da veririm. Ancak önümüzdeki birkaç gün içinde diğerlerinin hiç ortalıkta olmamasında yarar var. Biz çalışırken, özellikle hazineyi çıkarırken ve yükleme yaparken görmeseler çok daha iyi olur.»
«Hepsini böyle çıplak mı götüreceksin?»
«O tehlikeli olur. Önce burada paketlemekte yarar var.»
«Ben de öyle düşünmüştüm. Güvenlik için ne önerirsin?»
«İki olasılık var. Birincisi, benim seçeceklerimin dışında kalanlar hep birlikte eğitim ya da tatbikat yapar gibi dışarıya çıksın; burada benimkiler ile zorunlu muhafızlardan başka kimse kalmasın. İkincisi ise, bütün gün koğuşa kapanıp yemek zamanı dışında hiçbir yere çıkmasınlar.»
«İkincisi çok daha iyi. Fakat bunun için de bir koğuş düzeni kur. Seninkiler ile diğerleri farklı koğuşlarda kalsın.»
«Peki... Bir soru daha. Hem çok kritik bir soru. Tüm bu işler bitince yani siz serbest kaldığınızda, bize nasıl ulaşacaksınız?»
Jacques, o anda aklına geleni söyledi: «Biz size ulaşamayız. Çünkü nereye gittiğinizi bilmeyeceğiz, öyle değil mi? Şu halde, sen buralarda neler olup bittiğini izleyeceksin. Ortamı uygun gördüğünde bize ulaşacaksın.»
«Ya ortam elverişli değilse?»
«O zaman bekleyeceksin. Çare var mı?»
«Ya hiç elverişli olmazsa?»
«Ne demek istiyorsun?»
«En kötü olasılığı düşünmeye çalışıyorum. Diyelim ki iki ay geçti ve Fransa kralı sizi serbest bıraktı. Biz de bunu haber aldık ve sizinle iletişim kurduk. Sorun yok. Fakat diyelim ki sizi hiç serbest bırakmaya niyeti yok. Hatta ne yapacağı belli olmaz, diyelim ki hepinizi birden öldürttü. O zaman ne olacak?»
Jacques, böyle bir olasılığı aklına getirmek bile istemiyordu ama Pierre haklıydı. Olacağından değilse de, olursa ne yapması gerektiğini bilmesi bakımından. Şöyle dedi: «Hazineyi nereye götürmeyi tasarladığını bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum. Ben senin yerinde olsam, Fransa’da kalmazdım ama sen bilirsin. Karışmıyorum. Dediğin gibi istenmedik bir durum doğarsa, her nerede olursan varsa önce oradaki, sonra diğer ülkelerdeki şövalye kardeşlerimizle bir araya gelir, tarikatımızın yaşamasını sağlarsın. Hazinemiz de elinde yani tüm yetki sende.»
Büyük üstadın bu yanıtı, Pierre’in âdeta bir şok geçirmesine neden oldu. Şimdilik hazinenin sorumluluğu... Fakat işler aksi gidecek olursa, bu kez bir de örgütün yaşamını sürdürmesinin sorumluluğu... Keşke sormaz olaydı.
Jacques, Pierre’in dalıp gittiğinin farkına vardı ama nedenini anlamadı. «Hayrola! Ne oldu? İyi misin?» diye sordu.
Pierre kendini toparladı. «İyiyim bir şeyim yok. Sadece öyle bir olasılığı tasarlamak biraz sarsıcı oldu, o kadar.» dedi. «Son sorum şu: Sanırım gerek hazineyi buradan çıkarırken gerekse her nereye götüreceksek götürelim, taşırken görev alacak olan tüm şövalye kardeşlerimizin de buraya dönmemesi gerekecek. Çünkü yakalanan her kişi, hazinenin güvenliği bakımından risk yaratabilir. Doğru mu düşünüyorum? Öyle mi yapmalıyız?»
Jacques, «Evet!... Öyle yapacaksınız.»
Pierre ne yapacağını anlamıştı. Şimdi bunu nasıl yapacağını düşünmeliydi.
Sonrası “Çapkın François” başlıklı bölümde....