Öncesi “Hazine Gitti Gider” başlıklı bölümde…
Gerçi Fransa Kralı Philippe ülkesindeki tüm Tapınakçıları tutuklatmıştı ama hazineyi ele geçirmek yerine sadece avucunu yaladı. Ne bir tanecik olsun altın ne herhangi bir belge bulabildi; ne Paris’te ne herhangi başka bir yerde.
Bu arada, kimi şövalyeler büyük üstadın talimatı dışına çıkarak Fransa’dan kaçmıştı; kimisi İngiltere’ye, kimisi Orta Avrupa ülkelerine. Marsilya’da demirli duran gemilerine binip Akdeniz’e açılanlar da olmuştu. Büyük üstat, talimatında sadece direniş gösterilmeyeceğini söylemişti; “Hiçbir yere gitmeyecek, kaçmayacaksınız.” dememişti ki.
Kaçmak!... Bu, şövalyelere yakışmayan bir suçlama olurdu. Onlar kaçmıyordu ki. Şimdilik Fransa’yı terk ediyorlardı.
Böylece, 13 Ekim günü Tapınakçıları tutuklamaya girişen kralın askerlerinden kimisinin işi kolaylaştı.
Sonunda, yakalanması gerekenden daha az sayıda şövalye ele geçmişti ama bunu yüzdeye vurmak olanaklı değil. Çünkü o sırada Fransa’da kaç Tapınak Şövalyesi bulunduğunu hiç kimse bilmiyordu. Kendileri bile...
Fransa kralı açısından şövalyelerin hepsini tutuklamak da bir bahaneydi. Aslında sadece hazine ile şu ya da bu şekilde ilgisi olanların yakalanması yeterdi ama bunu kimseye anlatamazdı.
Entrika söz konusu olduğunda, hiç kimse öyle kolay kolay Philippe’in eline su dökemezdi. Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nı çökertip hazinelerine el koymak için yıllar önce hazırlanmaya başlamıştı. Çok iyi bir plan yapmıştı. Şu fiyaskoya bakın!...
İyice hırçınlaştı. Şövalyelere yapılan işkenceleri yakından izliyor, hiçbirinin ağzından doğru dürüst bir sözcük çıkmayınca hırsından deliye dönüyordu. Kendisine soracak olursanız, onun şimdi çekmekte olduğu acı yanında şövalyelerin maruz kaldığı bedensel eziyet, çocuk oyuncağı kalırdı. Madem kendisini bu hale sokmuşlardı; çok daha ağırına bile müstahaktılar.
Lanetler olsun!... Neredeydi bu hazine?... Ne zaman ve nasıl kaçırıp götürmüşlerdi? Yoksa zaten Paris’te değildi de onu mu kandırmışlardı? Olamazdı. İşkence edilen şövalyelerden birçoğu hazinenin burada bulunduğunu söylemişti. Belki başka yerlerde ve kimi şövalyelerin üstünde de emaneten biraz para olabilirdi ama öyle bir tutarın esamisi okunmazdı. Hatta kasa dairesinin anahtarının kimde olduğunu söyleyenler bile çıkmıştı.
Philippe «Bulun bana şu Gérard de Villiers denilen herifi.» diye bağırdı. «Nerede olursa olsun bulun. Her yeri arayın. Sıçan deliklerini bile araştırın.»
Tapınakçıların bir diğer haznedarı daha olduğunu söylediler; Hugues de Pairaud adlı genç bir şövalye. Philippe, Gérard ile birkaç kez görüştüğü için onu tanıyordu. Ötekini duymamıştı. «Her kimse, o yeni yetmeyi de bulup getirin!» diye haykırdı.
Onları bulacaktı da ne yapacaktı ki!... Başta yakalasaydı, kasa dairesinin açılmasında işe yarayacaklardı. Fakat Philippe oraya giremeyince zaten tüm karargâhı berhava ettirmişti. Orada hiçbir şey yoktu. Şimdi tek yapabileceği şey, hazineyi nereye götürdüklerini öğrenmekti. Tapınakçıların hem büyük üstadı hem yardımcısı, birbirlerinden ayrı ayrı olmak üzere, onunla alay edercesine hazinenin kaçırılmış olduğunu itiraf etmişti. Üstelik bunu daha sorgulamanın en başında, zor kullanılmasına gerek bile kalmadan söyleyivermişlerdi. Bu işi yapmak üzere görevlendirilen kişinin adını da vermişlerdi. Fakat onun nereye gittiğini bilmediklerini ileri sürüyorlardı. Philippe’in buna bir türlü inanası gelmiyordu. «Nasıl en baştaki adam yani büyük üstat böyle çok önemli bir şeyi bilmez. Pierre d’Aumont da kim oluyor?» diye düşünüyor, bu işin içinden çıkamıyordu. Böyle bir iş kafasına yatmıyor, bir türlü inanamıyordu.
* * * * * *
Philippe, istihbarat örgütünden bir başka haber daha almıştı.
Pierre d’Aumont, İskoçya’da görülmüştü. Dahası, oradaki Tapınak Şövalyeleri’nin sayısının arttığı, birçok Fransız asıllı şövalyenin geldiği söyleniyordu.
«Vay sütü bozuk!... Demek oraya kaçmış ha!» dedi. «Adım gibi eminim ki hazineyi de oraya götürmüştür.»
Şimdi ne yapacaktı? İskoçya’da papanın borusu ötmezdi. Robert Bruce laf dinlemez, kendi bildiğini okurdu. «Ne vardı sanki onu aforoz edecek?» diye düşündü. «Bak şimdi belki karşı karşıya pazarlık masasına otururduk.»
aha önce bundan ötürü papaya çıkıştığında, beriki «Ben İskoçların tümünü aforoz ettim zaten.» demişti. Bunun üzerine Philippe, «İyi halt ettin. Sanki seni pek takıyorlardı da!» demek isterdi ama bunu papanın yüzüne karşı açıkça söyleyememişti. «Bunlar Hıristiyan falan değil. Hepsi düpedüz kendi putlarına tapıyor. Kelt Kilisesi diye bir şey tutturmuş gidiyorlar. Sen ya bunun farkında değilsin ya da anlamak işine gelmiyor. Aslında Tapınakçılar onlardan daha bile iyi sayılır; hiç olmazsa İsa’nın yolundan ayrılmadıklarında diretiyorlar. Onların ise böyle bir iddiası bile yok. Kaplumbağa gibi kabuğunun içine çekilmişsin. Orada uyuyorsun. Çık artık dışarı.» demişti.
Zaten bu konuşmalarından sonra papa, bir de Philippe’in gösterdiği belgeleri görünce, Tapınakçıların diğer ülkelerde de tutuklanmasını isteyen bildirgesini yayımlamıştı.
Philippe ise, Robert Bruce ile görüşme yoluyla hiçbir yere varılamayacağına bildiğinden, onu dolaylı olarak alt etmenin bir başka yolunu düşündü. Bunun için de, İngiltere Kralı Edward’a hitaben usturuplu bir mektup yazdırdı.
İngiltere’nin yeni kralı 2. Edward, hiç de babası 1. Edward gibi güçlü bir kişiliğe sahip değildi. Babası, sağlığında İskoçlar ile çok didişmiş ama onları dize getirememişti.
Philippe, daha 30 yaşına bile gelmemiş olan bu genç kralın damarına bastı. Onu göklere çıkardı. Parlak sözlerle, Avrupa’da herkesin ona çok güvendiğini, babasının becerememiş olduğu birçok şeyi yüksek yeteneğiyle başaracağına emin olduğunu belirtti. Elbette yılan öyküsü durumuna düşmüş olan şu İskoçya sorununu da en kısa sürede çözümleyecekti. Ona bir tek «Tüm ordunu topla ve İskoçların üzerine saldır.» demediği kaldı.
Şayet İngiltere İskoçya’ya egemen olursa, Tapınakçıların hazinesi bu kez İngiltere kralının eline geçerdi ama Philippe onunla anlaşmanın bir yolunu bulabilirdi.
Guillaume de Nogaret, «Zayıf bir olasılık gibi görünüyor ama bakarsın bir sonuç alınır. İyisi mi bu arada Tapınakçıların büyük üstadını ve hazine ile ilgisi olabilecek diğer şövalyeleri Engizisyona teslim etmeyip kendi elimizde tutalım.» diye bir öneri getirdi. «Bunun için de bir mazeret uydururuz.»
«İyi dedin. Öyle yapalım. Bakarsın bir işe yararlar.»
Önceleri öyle düşündüler ama sonunda onlar da halkın gözü önünde yakılarak idam edilmekten başka hiçbir işe yaramadılar.
Kısa bir süre sonra, Philippe de ölüm döşeğine düştü.
Son nefesini verirken, daha hâlâ «Hazinemi kaçırdılar.» diye sayıklıyordu.
Sonrası “Biraz Daha Bilgi” başlıklı bölümde…