Öncesi “Henry’nin amirali” başlıklı bölümde…
Nicolo Zeno, Henry Sinclair’e hem manevra yeteneği pek yüksek hem her türlü denize dayanıklı çok sayıda gemi yaptı. Bir de pek ilginç bir şey icat etti: Güvertenin ortasına konulan ve her yöne dönerek ateş edebilen kullanışlı bir top.
Henry, önce Shetland’ı, sonra Frisland’ı, ardından da kendi dilinde Iceland dediği İzlanda’yı ele geçirdi. Bu esnada Nicolo, Norveç kıyılarını boydan boya gezerek bir harita daha çıkardı. Henry’nin pek merak ettiği bir konuya ise çözüm getiremedi; “Engronelanda” adını verdiği Grönland ile Norveç kıyılarının kuzeyde birleşip birleşmediğini bulamadı. Çünkü oraları yazın bile buz kaplıydı ve ötesine geçilemiyordu.
Nicolo, Henry’ye vermiş olduğu sözü unutmamıştı. Tüm bu haritaları tek bir parça haline getirecekti. Bunu yapıp bitirince, üzerine 1380 tarihini attı. Henry nedenini sorduğunda, «Her ne kadar Norveç’i buraya sonradan eklediysek de, bu haritanın asıl hazırlanma tarihi öyledir de ondan.» dedi.
Henry’nin asıl emeli, Engronelanda’ya ve oradan okyanusun batısına gitmekti. Ancak yüreği, Nicolo’dan kendisini de oralara götürmesini istemeye elvermiyordu. Gerçi aradan çok zaman geçmişti ama anıları canlanabilirdi. O dehşeti yine anımsamasını göze alamazdı. Üstelik son zamanlarda hiç iyi değildi.
Nicolo da Henry’nin aslında kendisinden ne beklediğini biliyordu ama artık yaşlanmıştı. Onu oralara götüremediğinden ötürü üzülüyorsa da, yapabileceği bir şey yoktu. 1395 yılında Frisland adasında öldü.
Nicolo’nun ardında sadece çizdiği harita ile ölümünden bir süre önce kendi eliyle yazdığı anıları kalmıştı. Henry haritayı kendine sakladı. Anı defterini ne yapması gerektiğini düşündü. Sonunda Venedik’e, küçük kardeşi Antonio’ya gönderdi. Şöyle bir not ekledi: “Bunu Zichmni’den bir armağan olarak kabul et. Tanrı günahlarını bağışlasın.”
* * * * * *
Bir gün, Henry Rosslyn Kalesi’ndeki odasında çalışırken uşağı kapıyı vurup girdi. Çalışmasını kesmiş olduğu için özür dileyerek, Orkney’den ona bir mesaj geldiğini söyledi. Henry, «Eyvah!» diye endişelendi. «Acaba ne oldu?... Umarım önemli bir şey değildir de gitmem gerekmez. Daha yeni geldim yahu!»
Sıkıntılı bir tarzda, «Ver bakayım, Neymiş göreyim.» dedi.
Uşak ise, «Kusura bakmayın efendim. Haberci mesajı bize vermiyor. Ona özellikle “Bunu doğrudan ve kendi elinle prense teslim edeceksin.” diye tembih edilmiş olduğunu ileri sürüyor.» diyerek, «Ne yapalım?» diye sordu.
Henry bunun üzerine daha da işkillendi. «Adamı getirin. Nedenmiş, anlayalım.» dedi.
Haberci, Henry’nin yanına onu saygıyla selamlayarak girdi. Getirdiği zarfın içinden ise, topu topu küçük bir kağıt parçası çıktı. Üzerinde şu yazılıydı:
“Zichmni, sono venuto.” (Ben geldim.)
Henry ayağa fırladı. Bu notu gönderen, Antonio’dan başkası olamazdı. Telaş içinde haberciye, «Sen onu, yani bunu yazanı gördün mü?» diye sordu.
Haberci korktu. «Ha-ha-hayır efendim.» diye kekeledi.
«Peki kim verdi sana bu zarfı? Kim tembih etti sana ille de kendi elinle vereceksin diye?»
Zavallı haberci, ne olduğunu anlayamamıştı. Kekelemesine engel olamıyordu. «Do-do-donanma komutanı efendim.»
Henry uşağına, «Bu haberciye iyi bakın. Konuğumuzdur. Her ne ihtiyacı varsa giderilsin. Dinlensin, Orkney’e daha sonra döner. Atımı hazırlasınlar. Korumalara haber ver; hazır olsunlar. Hemen yola çıkacağım.» dedi.
* * * * * *
Henry, Orkney’e vardığında Antonio’nun limanda olduğunu öğrendi. Kucaklaşmaları görülecek şeydi. Venediklileri Faereo adalarında kurtardıklarında, Henry ile Nicolo’nun sarmaş dolaş oluşunu şaşkınlıkla izlemiş denizcilerden birkaçı da oradaydı. Aynı sahne, dolu gözlerinin önünde bir kez daha yinelendi.
Antonio’nun Henry’ye ilk sözü şu oldu: «Sen şimdi bana buraya niçin geldiğimi soracaksın. Ağabeyimin yarım bıraktığı, daha doğrusu senin için yapamamış olduğu işi tamamlamak için geldim. Seni, o gidip görmek istediğin yerlere götüreceğim.»
Henry ancak bu kadar sevinebilirdi.
«Aslen Venedikli denizcilerimizle buluştun mu?»
«Elbette! Hem daha gelir gelmez; seni beklerken. Bak, işte oradalar. Zaten çoğuyla öteden beri tanışırız.»
«Önceden tanışmasanız ne fark ederdi ki? Hepsi beni bile kendi hemşehrileriyle özdeş tutuyor.»
«Ne yapalım, biz öyleyiz işte... Ağabeyimin ikinci kaptanı Francesco benim çocukluk arkadaşımdır. Sahi, onu göremedim. Nerede acaba? Yoksa öldü mü?»
Henry, «Evet, tersanedeki gemi inşaatı sırasında olmayacak bir kaza geçirdi. Başına kalas düştü. Oracıkta ölüverdi.» dedi.
Antonio bunu sakin karşıladı. «Yaşam ne garip, değil mi? Ağabeyimin anılarını okudum. Hem de üst üste birkaç kez. Hele okyanusta başlarına gelenleri onlarla birlikte ben de yaşadım. Ezberledim. Sen onca tehlikeyi atlat. Birçok zorluğa göğüs ger. Sonra hiç olmadık bir anda, pat!»
* * * * * *
Henry, Antonio’ya Nicolo’nun haritalarını gösterdi.
Guido, babasının yaptığı bu çalışmaları biliyordu ama böyle derli toplu halini görmemişti. «Çok güzel olmuş.» dedi. «Bunu eline alan bir denizci, Norvegia’dan (Norveç) Engronelanda’ya kadar her yeri dolaşır ama ne yazık ki, Drageo ile Estotilanda çevresi yetersiz kalmış.»
Henry «Onun nedenini biliyor musun?» diye sordu.
Elbette biliyordu. Haritası elinden uçup gittiğinde, babasının onu alıp giden rüzgâra nasıl lanetler yağdırdığını unutmamıştı.
Sıra defterin okunmasına geldi. Antonio ağır ağır okurken, Guido da başarabildiğince İskoç diline çeviri yaptı. Ara sıra, «Aslında bu konunun birçok ayrıntısı var. Babam kısa kesmiş.» diyor, katkıda bulunuyordu. Henry defterde yazılmış olanların hepsini Nicolo’dan dinlemişti. Hatta daha fazlasını. Guido’nun dediği gibi, defterde kısa kesmiş, özellikle duygusal konulara hiç değinmemişti.
Böylece, defter okunurken Antonio da yazılı olmayan birçok şeyi öğrendi. Guido’ya dönüp, «Benim buraya niçin geldiğimi biliyor musun?» diye sordu.
Guido, «Aslında hayır. Bilmem gerekiyorsa söylersin ama geldiğine sevindim.» diye yanıtladı. «Sadece bir şeyi pek merak ediyorum doğrusu. Daha önce soramadım.»
«Neyi?»
«Carlo amcam hâlâ yaşıyor mu?»
«Ne demezsin? Hem de domuz gibi.»
«Peki o zaman nasıl razı oldu okyanusa çıkmana?»
Antonio güldü. «Üç nedenden ötürü... Zaten şu sıralarda o Venedik’te değil, bu bir. Sonra kendisi de okyanusa çıktı, bu iki. Üçüncüsü de, benim buraya geldiğimi bilmiyor.»
«Ya bilseydi? O zaman ne yapacaktın.»
«Gelecektim. O yüzden sordum ya sana zaten, bil bakalım ben buraya niye geldim diye.»
«Defteri alınca, babamın daha henüz öldüğünü anladın ve yazdıklarının ayrıntısını da öğrenmek istedin. Özellikle babamın anılarında sözünü ettiği haritayı da görmek istedin.»
«O da var elbette ama aslında bilemedin sayılır.»
Guido biraz düşündü. «Aklıma başka bir şey gelmiyor. Hoş geldin. Niçin geldiğini de sen söyle. İstiyorsan elbette.»
«Fakat öğrenince, sevincin üflenmiş mum gibi sönebilir.»
«Dedim ya, İstemezsen söylemezsin. Öğrenmesem de olur.»
Antonio, «Eninde sonunda öğreneceksin.» diyerek, niyetinin ne olduğunu söyledi.
Guido duraladı. Yutkundu. Bir şey demedi.
«Eeeee! Ne dersin?»
Guido kaşlarını kaldırdı. Boynunu eğdi. Bir şey demedi.
Antonio anlamıştı ama üzerine gitti. «Sence bizimkiler yani ağabeyimin eski tayfası böyle bir sefere gelir mi?»
Guido buna bir yanıt vermek zorunda olduğunu hissetti ama kesin söz etmekten kaçındı. «Bilmem. Katılacakları söylenirse, elbette hiçbiri itiraz etmez. Fakat bu gönül rızasıyla olacaksa, kimisi Drageo’ya bir kez daha gitmek istemeyebilir.»
«Niye?... Orası cennet gibi bir yer değil mi?»
«Babamın dediği gibi, su cehenneminin ötesindeki cennet.»
* * * * * *
1397 yılının yaz ortasında bir gündü. Henry, Antonio ile Guido’yu yanına çağırmıştı. Gittiklerinde, orada daha önce hiç görmemiş oldukları biriyle karşılaştılar. Henry onları birbirine tanıştırmadan önce, Antonio’ya paldır küldür «Bizim gizli sefere çıkmak üzere her şey hazır mı?» diye sordu.
Antonio bir an duraksadı. Her şeyden önce bu proje hayli zamandan beri sürüncemede kalmış gibiydi. Bu konuda Henry ona hazırlık yapması için herhangi bir talimat vermemişti. O da beklemeye geçmiş, İskoç denizcilerin eğitimine yoğunlaşmıştı. Üstelik bir yabancının yanında o konuda konuşmak hiç de doğru olmazdı. Kimdi ki bu adam?... «Biz her zaman ve her görev için hazırız.» diye basmakalıp bir yanıt verdi.
Henry gülerek, «Antonio, çekinmene gerek yok. Sir James Gunn benim pek yakın dostumdur. Her şeyi biliyor. Size daha önce söylemiştim ya... Kolonileri oluşturmak üzere her şeyi o ayarlayacak ve bizimle birlikte gelecek. Sivil görünümüne de hiç kanmayın. O bir Tapınak Şövalyesidir.» dedi. James Gunn’a dönerek, «İşte ünlü Zeno ailesinin en genç kaptanı ve benim amiralim Antonio ile yeğeni Guido.» diyerek onları takdim etti.
Antonio, bir an da bu oldubitti karşısında şaşkınlık geçirdi. Bu amirallik konusu da nereden çıkmıştı şimdi? Gerçi büyük bir onur olurdu ama kendisine daha önce söylenmemişti. Bozuntuya vermedi. James Gunn ile sanki uzun zaman birbirini görememiş olan kırk yıllık ahbap gibi kucaklaştı. Sonra, «Biz Venedikli denizciler böyle yaparız.» dedi. Guido’ya başıyla bir işaret çaktı. Guido da kucaklaşma faslını uyguladı.
Şaşkınlık sırası James’e gelmişti. «Henry, Venediklilerin hiç bu kadar içten, bu kadar cana yakın olduğunu söylememiştin. Anlaşılıyor ki, hepimize birden sürpriz yaptın.» dedi.
Henry gülerek, «İzin ver de o kadar olsun.» diye yanıtladı. Haydi bakalım. Herkes birbiriyle tanışmış olduğuna göre şimdi artık işimize geçebiliriz.»
Nicolo’nun haritasının son halini masanın üzerine serdi. Hep birlikte, haritanın çevresinde toplanarak gizli seferin planlarını yapmaya başladılar.
Hem Engronelanda’nın güneyinde hem de Estotilanda ya da Drageo’da koloniler kurulması için gerekli tüm malzeme, alet ve edevatı birlikte götüreceklerdi.
Bu sefere, bilmedikleri, bambaşka bir ülkede yerleşmeye gönüllü, tercihen evli ve henüz çocuğu olmayan genç İskoçlar, karılarıyla birlikte katılacaktı. Bir de mimar, taşçı, yapı ustası, marangoz gibi yetişkin meslek elemanları ile askerler olacaktı. Elbette bir iki de papaz. Hayli kalabalık gideceklerdi.
Antonio’nun, katılacak olanlardan hiç birine diyeceği yoktu. Gemi sayısı ona göre ayarlanırdı. Askerlere takıldı. Buna niçin gerek olduğunu sordu. Hem öyle bir sordu ki, “Ben askerler ile birlikte gitmek istemem.” demeye getirdi.
Henry, «Öyle düşüneceğini biliyordum. Hatta bunu sana çok daha önce söylemeliydim ama özellikle sonraya bıraktım. James anlatsın istedim.» dedi. James’e dönerek, «Bundan daha önce söz etmeyişimin nedeni, sorumluluğu üzerimden atmak değildi. Senin bunu Antonio’ya çok daha iyi açıklayacağını, onu ikna edeceğini biliyorum da ondan.» diye ekledi.
James, şöyle bir açıklama yaptı: «Engronelanda dediğiniz yerde büyük bir sorun olmayabilir. Emin olmasak da, bir an için orada askere hiç gerek yok diyelim. Ancak öte yanda yani batıda nasıl bir durumla karşılaşacağımızı bilmiyoruz.
Konuyu sadece bir yolculuk olarak düşünmemeliyiz. Gidip orada yerleşmek niyetindeyiz.
Askere birkaç nedenle gereksinmemiz var. Birincisi, orada karaya çıkınca savaşmak zorunda kalmak olasılığıdır. Siviller bu bakımdan yetersiz olabilir. Sonra da «Keşke yanımıza yeterince asker alsaydık.» dersek, çok geç kalmış oluruz ve sefer amacına ulaşamadan başarısızlıkla sona erer. Oraya boşuna gidip gelmiş, sadece gezmiş oluruz. Elbette canımızı kurtarabilirsek. Umarım askerlerin bu bakımdan işe yaraması gerekmez.
İkincisi, orada bir ya da iki koloni kurulduktan sonra, hiç olmazsa güvenliğin sağlanması fakat asıl herhangi bir saldırı ile karşılaşılması durumunda askere gerek vardır. Zaten bu nedenle götüreceğimiz askerler de orada kalacak; dönmeyecek.
Üçüncüsü de, bunların hiçbiri olmasa bile asker boş durmaz. Yapılacak birçok iş var. El verir, yardımcı olurlar. Askeri eğitim görmüş oldukları için, ağır işlere daha kolay katlanırlar.»
Antonio, «Yanlış anlaşılmasın. Benim askerlere antipatim yok. Büyük ağabeyim de askerdir; üstelik amiral.» dedi. «Biz Venedikliler, denizciliği biri sivil, biri askeri amaçlı olmak üzere ikiye ayırdık. Bunun çok yararını gördük. Sivil teknede asker, askeri teknede de sivil olmamasında çok yarar vardır. Kimsenin başı ağrımaz. Heny bana da “amiral” diyorsa da, obaşka.
Ancak, burada durumun farklı olduğu görülüyor. Bu seferin amacı ortaya konduğu zaman, sivil kadar asker bulunmasının bir zorunluluk olduğu belli. İkna oldum. Bu konu kapanmıştır.»
Seferin diğer ayrıntılarına geçtiler.
Vardıkları yerde en az bir yıl kalacak, elverişli bir kıyıda en az bir, tercihen iki koloni kuracaklardı.
* * * * * *
Birkaç ay geçti.
Aslında tüm hazırlıklar tamam gibi görünüyordu ama kış gelip çatmıştı. Antonio, sefere baharda çıkmanın, oralardaki ilk aşamayı yaz aylarına denk düşürmenin çok daha iyi olacağını söylüyordu. Buna, oraları bilen Guido da katılıyordu.
Beklediler.
James, seçilmiş evli gençlerden kimisinin bu arada çocuk edinmesi ya da kadının hamile kalmasından endişeleniyordu. Henry, «Ne yapalım James. Onlar da öyle katılsın. Başkalarını arayacak halin yok ya!» diyerek, yüreğine su serpti.
Ertesi yıl, İskoçya’nın kuzeyinde kar daha yeni kalkmış ve bahar çiçekleri henüz açmaya başlamıştı ki, on iki gemi birden İskoçya’nın kuzeyindeki Thurso limanından denize açıldı. Gerçi daha önce bu kadar çok gemiyle çıkılması düşünülmemişti ama evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Katılacakların sayısı üç yüzü bulmuştu. Taşıyacakları malzeme miktarı da artmıştı.
Sefere çıkılmadan önce, geleneksel olarak Henry Sinclair’in hareket emri vermesi gerekirdi. Oysa ortalıkta yoktu. Hava pek elverişliydi; bir an önce çıkarlarsa hızlı yol alırlardı.
Antonio sabırsızlanıyordu. Sonunda dayanamayıp, James’e Henry’nin nerede kaldığını sordu. O ise, Rosslyn’de olduğunu belirtip, «Bu sefere çıkmak için aylarca bekledik. Biraz daha bekleriz. Nasıl olsa gelecek. Merak etme.» dedi.
«Oyalanırsak, bu güzel havayı kaçıracağız.»
«Ne yapalım? Onsuz gidemeyiz ya. Hem hava burada güzel. Yolumuzun üstünde her yerde hep böyle olmayabileceğini sen benden çok daha iyi bilirsin.»
«Haklısın! Peki, bekleyelim bakalım.»
Ancak dayanamayıp, gemilerin hepsini birden rıhtıma bağlı tutmaktansa, çoğunu açığa çektirip demirletti. Hatta her birinin yolcusunu da bindirip, hemen yelken açmak üzere hazır etti. Ne olurdu ki? Zaten uzun süre denizde kalmayacaklar mıydı?
Antonio’nun hoşlandığı o güzel hava kaçtı, çünkü Henry ancak iki gün sonra gelebildi.
Hem ne geliş... Sanki Julius Sezar, Mısır seferinden zaferle çıkmış, Roma’ya giriyor. Boru ve trampetlerle karşılanması eksik. Antonio’nun gözünün önünde, Sezar hakkında gençken zaman zaman dinlediği öykü geçti.
Altı atın çektiği büyücek bir arabaya binmişti. Her iki yanını tepeden tırnağa zırhlı en az kırk atlı sarmış, eşlik ediyordu. Oysa hiç de gösteriş meraklısı biri değildi.
Limana girişi pek görkemli oldu ama arabadan iner inmez hemen telaşla oradan oraya koşmaya başladı. Getirdiği denkler ile sandıkların hemen kendi gemisine yüklenmesini, bu iş biter bitmez oyalanmadan yola çıkılmasını istedi. Bir de Antonio’yu uyardı: «Tembih et, çok dikkatli olsunlar. Bazıları pek ağırdır. Bazıları da kırılabilir. Düşürmesinler.»
Antonio, Guido aracılığıyla gereken talimatı verdi ama bir yandan da huzursuz olmuş, içine kurt düşmüştü.
«Yoksa bu askerler de mi gelecek? Zaten gemiler tepeden tırnağa yüklü. Dağıtımı ona göre yaptık. Onlara yer bulamayız.» diye yakınınca, Henry «Merak etme. Onlar sadece bana buraya kadar eşlik etmekle görevliydi. Bizimle gelmeyecekler.» dedi.
Aklını kurcalamışsa da, bu şatafata niçin gerek duyduğunu sormadı. Henry’nin dediğini yaparak, getirmiş olduğu denkler ile sandıkları hemen onun gemisine yükletmeye girişti.
Bu arada James, hiçbir şeye karışmamakla birlikte orada olan biteni endişeyle izliyordu. Bir ara Henry ile göz göze geldiler. Sinirli bir tarzda, başıyla onu yanına çağırdı.
Henry, James’in yanına giderek, «Hayrola? Bir şey mi oldu?» diye sordu.
James, Henry’nin koluna girip onu biraz uzağa götürdü. Çevresine şöyle bir göz attı. Kimsenin onları duymayacağından emin olunca, «Sen ne yaptın yahu? Hepsini mi getirdin yoksa?» diye âdeta çıkıştı.
Henry, «Yok canım! Merak etme. Uyuştuğumuz gibi.» diye yanıt verdi. «Orada kalması gereken kaldı.»
«Peki bu kadar çok sandık ve yük ne oluyor?»
«Sen ona bakma. Sadece göstermelik olarak öyle. Kimsenin dikkatini çekmesin diye.»
James rahatlamıştı. «Acaba Henry bu yöntemi birisinden mi öğrendi, yoksa doğrudan kendisi mi akıl etti?» diye düşündü. Pierre d’Aumont önderliğindeki kimi Tapınak Şövalyelerinin çok yıllar önce hazineyi Paris’ten nasıl çıkarmış olduğuna ilişkin anlatılmış olanları anımsamıştı.
Sonrası “Mikmak ile tanışma” başlıklı bölümde…