Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Tapınakçıların Hazinesi - “Mikmak ile tanışma”  (Okunma sayısı 3980 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 21, 2010, 07:56:08 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Öncesi “Antonio’nun gelişi” başlıklı bölümde…



Henry Sinclair’in Thurso’dan denize açılan gemilerinden üçü, Grönland’ın güneyinde, Nicolo Zeno’nun “Ponemle” adını takmış olduğu limanda kaldı. Orada yeni bir koloni kurmaya girişeceklerdi. Diğerleri, duraklamadan yola devam etti.

Hava ara sıra bozduğuysa da, başlarına hiçbir olay gelmeden Estotilanda’ya vardılar. Gemiler, Antonio’nun elverişli bulduğu bir koya girerek demirledi.

James Gunn, yanına birkaç asker alarak, keşif yapmak üzere filikayla kıyıya çıktı.

Hiç beklemedikleri bir konuk sevmezlikle karşılaştılar.

Daha ancak birkaç adım ilerleyebilmişlerdi ki, onlarca yarı çıplak yerli, çığlıklar atarak üstlerine saldırdı. Ellerinde, ucuna sivri birer taş geçirilmiş mızrak gibi sopalar vardı.

Bunlar da nereden çıkmıştı böyle?... Oysa kıyıları dikkatle gözden geçirmiş, hiçbir yaşam emaresi görmemişlerdi. Demek gözetleniyorlardı. Farkına varamamışlardı.

Vay sinsiler vay!

Adamların hiç de iyi niyetli olmadığı belliydi. James, «Ben şimdi sizin canınıza okurum.» diyerek kılıcını çekti. Kılıcını bir sağa, bir sola savurdu. En öndeki iki saldırganı bir anda kanlar içinde yere serdi. Askerler de ona katıldı.

Çatışma uzun sürmedi. Askerler, yerlilerden birkaçını daha doğrayıverince, korkup geri çekildiler.

Kıyıya en yakın noktada demirlemiş olan gemidekiler, olaya seyirci kalmadı. Topu doldurup, ateşlediler.

Gerek ilerideki tepelerden yankılanan patlama sesi gerekse güllenin düştüğü yeri birdenbire âdeta berhava edişi, saldırgan yerlileri hayli ürküttü. Ancak, ilk şaşkınlıklarını atlatır atlatmaz yine toplanıp, çığlık çığlığa kıyıdakilerin üzerine doğru yine saldırıya geçtiler.

Olan biteni kendi gemisinden izlemekte olan Henry, boru çaldırdı. Bu, “Bırakın. Dönün.” anlamına geliyordu.

* * * * * *

Drageo’ya vardıklarında, Henry «Nicolo asıl işte burasını cennet diye nitelemiş olsa gerek.» dedi.

Kuzeyden güneye doğru birbiri ardınca yüzlerce küçük ada vardı. Onların arkasındaki kıtada ise, çoğu orman olmak üzere yemyeşil alanlar görünüyordu.

Antonio, uzunca bir süre güneye doğru seyretti. Sonra bir manevra yaparak kuzeye döndü. Yanından geçerken, Henry ona «Ne oluyor?» diye seslendiyse de duyuramadı. Hava sert, deniz dalgalıydı. Herhalde bir bildiği vardı.

Antonio, daha kuzeyde gemilerin rahatça sokulabileceği, hem doğudan rüzgâr almayan bir koy görmüş, orasını bilerek transit geçmiş, sonra güneyde sıralanan adaların yerleşimini tehlikeli bularak, dönmeyi yeğlemişti.

Demir attılar. Yine sahile önce James Gunn ile askerler çıktı. Ortalıkta hiç kimse yoktu. Burasının güvenli olduğunu saptayınca, siviller de peyderpey kıyıya çıkmaya başladı.

Antonio, koyu inceledi. Liman yapmaya pek elverişli buldu. Yapı ustaları ile marangozlar, iskele inşa etmeye girişti. Böylece hiç olmazsa gemileri teker teker kıyıya yanaştırıp, malzemeleri çok daha rahat boşaltabileceklerdi.

İskele bitince, ustalar ve işçiler, bu kez baraka inşa etmeye başladı. İşi olmayan askerler de onlara yardım ediyordu.

İlk koloniyi orada kurdular. Ertesi yıl ikincisini biraz daha güneyde, bir başka koyda ama sahilde değil içeride.

Henry, James’den buraya bir ad koymasını istedi.

James, «Nicolo Zeno “Drageo” diye bir terim kullanmış ama onun pek bir anlamı yok. Bence “Yeni İskoçya” olsun.» dedi.

Henry, «Yeni İskoçya.» diye yineledi. «Çok sevdim.»

* * * * * *

On yıl kadar önce Nicolo ile tayfasının yapamamış olduğu bir işi başardılar. Yerliler ile tanıştılar. Önce bir kabileyle, sonra çevrede yaşamakta olan başkalarıyla. Köyler birbirinden uzak yerlere kurulmuştu. Hepsi, aralarında ilişki olmaksızın kendi başına yaşıyordu. Dilleri de farklıydı ama pek basit olduğu için birbirlerini anlamakta güçlük çekmiyorlardı. Yaşam tarzları ve gelenekleri ise hemen hemen aynıydı.

Oraya yerleşip kalan İskoçlar ile bundan böyle genel olarak “Mikmak” adını taktıkları bu yerliler arasında, dostça ilişkiler kuruldu. İskoçlar yerlilere birçok şey öğretti. Onlardan da bu ülkede yaşamanın pratiğini öğrendiler.

Nicolo ile tayfası burada o kadar uzun süre kalmış olmasına karşın yerliler ile hiçbir ilişki kuramamıştı da İskoçlar bunu nasıl başarmıştı? İşte bu, dikkate değer.

Keşif ekibi yerliler ile ilgili ilk gözlemlerini anlattığında, James, «Bunlar da daha önce karşımıza çıkanlar gibi vahşi ve saldırgan ise, hemen önlem almalıyız.» diyerek telaşlanmıştı.

Henry ise, önce gidip görmeyi önermişti.

James, «Ben görmeyelim demiyorum.» demişti. «Aksine. Zaten görelim ki, nasıl önlem almamız gerektiğini saptayalım.»

On beş kişilik bir manga, savaşa gider gibi tam donanımlı olarak hazırlandı. Henry «Ben de sizinle geliyorum.» deyince, James bunun tehlikeli olabileceğini, kalmasını söyledi. Ancak Henry katılmakta diretince, karşı koyamadı.

Keşif ekibinin onları izleyerek belirlediği yerde, yarım daire biçiminde yerleştirilmiş çok sayıda çadır gibi ev kuruluydu. Ortada bir meydan vardı; birtakım insanlar bir şey yapıyorlardı.

Yaklaştılar. Ancak yeterince özenli davranamadılar. Daha onlar yerlileri tam olarak göremeden, yerliler onları gördü.

Meydanda bir bağırıp çağırış ile birlikte koşuşturma oluştu. Birdenbire ortalıkta kimse kalmadı. Sesler de kesildi.

Henry, «Duralım. Bizi gördüler. Sanırım korkup saklandılar. İlerlemeyelim. Bekleyelim. Bakalım ne yapacaklar?» dedi.

Az sonra çadırların arasında birerli ikişerli bir gidiş geliş trafiği oluştu. Kimileri durmadan yer değiştiriyor gibiydi.

Çadırların birinden çırılçıplak bir çocuk ortaya çıkıp, hızla meydana doğru koştu. Büyük olduğu anlaşılan ama kadın mı erkek mi belli değil, yarı çıplak biri arkasından seğirterek onu kucakladığı gibi götürdü. Çocuğun bu işten hiç hoşlanmadığı, hem kendisini götürenin kucağında çırpınmasından hem cıyak cıyak bağırmasından belliydi. Az sonra sustu.

Henry, «Belli ki çok korktular.» dedi. «James, bunlar hiç de o vahşi saldırganlar gibi görünmüyor. Venediklilerin tarifine uyuyor. Pek ilkel oldukları da açıkça belli.»

«Ne yapmayı önerirsin?»

«Ürkütmezsek, belki iletişim kurabiliriz.»

«İnsanlarla konuşup anlaşmakta pek usta olan sensin. Haydi bakalım, göster marifetini.»

Henry, ayakta durmamayı, yere çökmeyi önerdi.

James, «Hayrola!» dedi. «Onlara olduğumuzdan kısa boylu gibi mi görüneceğiz?»

Henry, «Gövde gösterisinden kaçınmalıyız.» diye yanıtladı. «Onlar şimdi sinmiş durumda. Bir köpek korkunca nasıl gidip kendince güvenli bir yere sığınırsa, onlar da evlerine saklandı.»

«Peki, şimdi biz ne yapacağız, onu söyle.»

«Evdeyken üstlerine gitmemeliyiz. O zaman korunmak için saldırgan olabilirler. İletişim kurma şansımızı yitirebiliriz. Önce onları evlerinden dışarı çıkarmaya bakalım.»

«Onu nasıl başaracağız?»

«Meraklarını uyandırarak. Onlara ilgilerini çekecek bir şey verelim. Huysuzlanan çocuğun eline oyuncak tutturur gibi.»

«Ne verebiliriz ki?»

«Her şey olabilir. Bilmekleri, hiç görmedikleri bir şey. Ne işe yarayacağını anlayamayıp, merakla inceleyecekleri bir şey.»

«Yanımızda öyle bir şey var mı ki?»

«Zaten bizim her şeyimiz onların merakını uyandırır. Ancak zararsız olmalı. Örneğin askerlerden birinin kalkanı.»

«İşe yarar mı?»

«Bilmiyorum. Denesek ne yitiririz? Ötesi bir kalkan.»

Askerlerden biri, Henry’nin kendisine tarif ettiği gibi kalktı. Ağır ağır köye doğru ilerledi. Meydana yaklaşınca, yüksekçe bir noktaya görünür biçimde kalkanını bırakıp döndü.

Uzun süre hiçbir şey olmadı. Çadırlar arasındaki gidiş geliş trafiği biraz daha devam etti. Sonunda biri dışarı çıktı. Ağır ağır, onlara baka baka, belli ki korkarak ilerledi. Hani “Höt!” desen hemen kaçacak gibi... Kalkana yaklaştı. Eğilip şöyle bir yokladı. Bir anda kapıp götürdü.

Henry, «Susun! Hiç ses çıkarmayın.» dedi.

Hayli uzaktılar ama köyden belli belirsiz sesler geliyordu. Sonra üst üste çınlama sesleri duyulmaya başladı.

Henry James’e dönerek, «Kalkanı inceliyor, ne olduğunu, ne işe yaradığını anlamaya çalışıyorlar. Üstüne vurduklarında çıkan ses de ilgilerini çekti.» dedi.

James de ona fısıltıyla «Şayet bunlar yediklerini pişiriyorsa, kalkanı bir tava gibi kullandıklarını görürsek şaşırmayalım.» diye karşılık verdi.

Henry, bu söz üzerine neredeyse bir kahkaha patlatacaktı. Kendini zor tuttu. «Şimdi sıra bende.» dedi.

«Ne demek o?»

«Şimdi ben gidiyorum demek.»

«Olmaz öyle şey. Çok tehlikeli.»

«Tehlikesi falan yok yahu! Baksana. Ödleri kopuyor. Biraz daha cesaretlendirelim.»

Ayağa kalktı. Köye doğru yürüdü. Askerin daha önce gitmiş olduğu yerden biraz daha ilerde durdu. Ağır bir tarzda, göstere göstere üzerindeki pelerini çıkardı. Sonra yeniden giydi. Yine çıkardı ve bu kez göstere göstere yere serdi. Bırakıp döndü.

Önceki olay yinelendi. Bir süre sonra çadırların birinden çıkan bir yerli, ağır ağır ve gene korkulu gözlerle onlara baka baka pelerinin yanına kadar geldi. Kapıp kaçtı.

Bu kez, köyde bir patırtı koptuğu uzaktan duyulabiliyordu. Birçok kişi bağrışıyor gibiydi. Henry, «Paylaşamıyorlar galiba.» dedi. «Acaba yanlış bir iş mi yaptık? Şimdi bir de aralarında kavga çıkmasına neden olmayalım.»

Sesler kesildi. Hiçbir hareket görülmüyordu. Henry James’e, «Pelerini bir başka çadıra götürdüler.» dedi.

«Nasıl gördün?»

«Galiba biri sürüne sürüne götürdü. Orada, arka yanda yerde kayan bir kırmızılık sezdim.»

«Sende de amma göz varmış.»

«Sanırım şimdi onu elden ele gezdirecekler. Dur bakalım, ne olacak? Bu da onları inlerinden çıkarmazsa, şansımız yok.»

Az sonra çadırlardan birinden bir adam çıktı. Esmer tenli, kısa boylu, diğerleri gibi yarı çıplak. Elinde asa gibi süslü bir nesne taşıyordu. Başına da kuş tüylerinden yapılma taç gibi bir şey geçirmişti. Omuzlarında ise Henry’nin pelerini vardı.

Arkasına ellerinde sopalarıyla üç dört yarı çıplak yerli daha takıldı. Ağır ağır ilerlediler.

Henry, «İşte reisleri geliyor. Şimdi ben kalkacağım ve ona doğru gideceğim. Siz olduğunuz yerde kalın. Ne yaparsa yapsın, sakın kıpırdamayın.» diye tembihledikten sonra, ayağa kalkıp iki elini beline koyarak ilerledi.

Reis durdu.

Henry de durdu.

Reis öteki elini yukarıya doğru kaldırdı. «Ho!» dedi.

Henry de tıpkı onun gibi bir elini yukarıya kaldırdı. «Ho!»

Reis ona bir şeyler söyledi. Henry anlamadı.

Nasıl anlasın ki?... Şimdiye kadar tek bir sözcük öğrenmişti: “Ho!” Anlaşılan selamlaşmışlardı.

Şimdi başka bir şey yapmalıydı. Hem reisin anlayabileceği bir şey... Elini göğsüne yasladı. Yüksek sesle, «Sinclair!» dedi. Sonra her iki kolunu birden yana doğru açtı.

Reis, önce elindeki asa gibi nesneyi havaya doğru kaldırıp indirdi. Henry’nin yaptığını taklit ederek, öteki elini göğsüne koydu ve «Mikmak!» ya da buna benzer bir şey söyledi.

Kısa bir süre öylece durup bakıştılar. Henry bundan sonra ne yapacağını bilemiyordu. Bereket buna gerek kalmadı.

Reis, arkasındakilere bir şey söyledi. Yerlilerden ikisi ağır ağır Henry’ye yaklaştı. Bedenini, kollarını, özellikle de yüzünü iyice yokladılar. Yüzünün derisini çekiştirdiler. Sarı saçlarına, masmavi gözlerinin içine baktılar.

Biri reise dönerek, «Kuluskap.» ya da ona benzer bir şekilde seslendi.

Reis “İ” gibi bir ses çıkarınca, Henry’yi incelemiş olan diğer yerli, «E. E.... Kuluskap.» dedi.

Sonra ikisi birden reisin yanına dönüp ona hararetli hararetli bir şey anlattı. İkide birde şu “kuluskap” sözcüğü geçiyordu. Her ne demekse!

Henry, «Tamam, ilk aşamayı başardık. En azından zararsız bir insan olduğumuz anlaşıldı.» diye düşündü.

Yerlilere göre, belli ki bu da insandı. Öyle ama pek garip. Uzun boylu, bembeyaz tenli, sapsarı saçlı, masmavi gözlü. Tanrı gibi... Kuluskap. (Glooscap)

Reis, bir kez daha elini göğsüne koyup, «Mikmak.» dedi.

Henry kendi kendine «Ulan Mikmak, sen bunu benden öğrendin ama neyse. Madem öyle, bari hatırını kırmayalım.» diyerek, o da aynı hareketi yineledi: «Sinclair.»

Reis omuzlarındaki pelerini çıkarıp, yanındaki adamlardan birine verdi. Bir şey söyledi. O da Henry’nin yanına kadar gelip pelerini ayaklarının ucuna bırakarak döndü.

Vay canına!... Niçin geri vermişti ki? Hoşlanmadığı için mi, yoksa başka bir şey mi? Şimdi ne yapmalı?

Henry pelerini eline alıp reise doğru yaklaştı. Adamlardan ikisi hemen reisin önüne geçti. Reis ise onları yana itti.

Henry pelerini yine reisin omuzları üzerine yerleştirdi. Ne demek istediğini sözle anlatsa nasıl olsa anlamayacaktı. «O artık senindir.» gibi bir işaret yaptı.

Reis eliyle pelerini şöyle bir okşadı. Gözlerinden, buna çok sevindiği, mutlu olduğu belliydi. Öne doğru eğildi. Doğruldu ve «Ho! Kuluskap Zinker.» dedi.

Reisin yanındaki yerliler de onu taklit etti.

Henry düşündü... Acaba şimdi o da öyle mi yapmalıydı?

Ancak reis buna fırsat bırakmadı. Köye dönüp bağıra bağıra bir şeyler söyledi. Bunun üzerine, diğer yerliler de birer ikişer evlerinden çıkmaya başladı. Meydanda toplandılar. Gerçi şimdi Henry uzakta kalmıştı ama reis yine ona doğru dönerek, eğilip doğrulma hareketini de bir kez daha tekrarlayıp «Ho! Kuluskap Zinker.» diye seslendi.

Köylülerin hepsi birden onu taklit etti. Henry’nin o anda anlayamadığı aynı söz: «Ho! Kuluskap Zinker.»

Henry arkasına dönüp seslendi. «Yavaşça yerinizden kalkın ve ağır ağır yanıma gelin.»

James ile askerler yanına gelince, Henry onlara miğferlerini çıkarmalarını söyledi. Sonra da ne yapmaları gerektiğini anlattı.

Hep birlikte köy meydanına doğru ilerlediler.

Henry’nin tarifi uyarınca, önce James bir iki adım ilerledi. Elini kaldırıp «Ho!», sonra göğsü üzerine koyup «Gunn.» dedi.

Buna karşılık reis aynı eğilip doğrulma hareketiyle ona, «Ho! Kuluskap Kan.» diye karşılık verdi. Tüm yerliler de bunu hep birlikte yineledi.

Sonra, sırayla diğer askerlerin her biri de aynı seremoniyi uyguladı. Bir ara James Henry’ye, «Tamam “ho” lafı anlaşılıyor ama şu “Kuluskap” dedikleri nedir yahu?» diye sordu.

Henry, «Bilmiyorum ama işler yolunda gidiyor. Hiç bozma. Sırası gelince onu da öğreniriz.» dedi.

«İyi ki gelmişsin. Biz bu işi beceremezdik.»

Çok sonra, yerlilerin dilinde bu sözcüğün “insan biçimine girmiş tanrı” anlamına geldiğini öğrendiler. Sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli insan olmazdı ki!

O gün, bu dostça tanışma, reisin sunduğu çubuğun karşılıklı olarak tüttürülmesiyle perçinlendi. Arkası kendiliğinden geldi.

* * * * * *

Meğer şu zaten uçkuru düşük Venedikliler, kendilerini yine tutamamış. Sanki daha önce burada tam on yıl boyunca kadınsız kalmamışlar gibi, şimdi dayanamamışlarmış.

İskoçya’dan gelmiş olanların hepsi evli barklı. Ne yapsınlar? Çareyi, yerliler ile yakınlık kurmakta aramışlar. Kimseye belli etmeden, ikide bir köylerine gidip gelir olmuşlar. Saman altından bol bol su yürütmüş, izlerini belli bile etmeden karda yol almışlar. Yerlilerin kızları, hatta yetişkin kadınlarla düşüp kalkmaya başlamış, mercimeği fırına vermişler. O kadar hoşnutmuşlar ki, şimdi artık yine dönmeyip burada kendilerine yeni bir yaşam kurmayı düşünür olmuşlar.

İyi mi?... Gel de bu Venediklileri anla!

Henry, «Sakın bu yüzden yerlilerle kurduğumuz ilişkilere halel gelmesin.» dedi. «Yerlilerin erkekleri bu işi biliyor mu?»

Guido, «O konuda endişelenmeye hiç de gerek yok.» dedi. «Bizimkiler yerlilerden hoşnut. Yerliler ise pek mutlu. Hem sadece kadınları değil, erkekleri de.»

«Peki, o nasıl oluyor?»

«Şöyle...» diyerek anlattı Guido. «Biliyorsun, bu insanların bizim bildiğimiz dinlerden haberi falan yok. Kendilerine göre bir inançları var; bol bol da tanrıları; tıpkı eski Roma gibi. Bizi, hepimizi, beyaz olduğumuz için insan biçimine girmiş tanrılar olarak görüyorlar. Yüzer saraylarında denizden gelmiş tanrılar. Aramızda sen hepimizin en büyüğüsün; Jüpiter gibisin. Üstelik onların gözüyle, onların kafasıyla burada yaptığımız işlere bak. Becerilerimizi bir düşün. Tanrı olmasaydık bunları nereden bilir, nasıl başarabilirdik? Olanaklarımıza bir bak... Bunlara olsa olsa tanrılar sahip olabilir.»

«Lafı nereye getirmeye çalışıyorsun?»

«Şuraya... İki etken var. Birincisi, farkına vardın mı bilmem, bu yerlilerde bizimki gibi aile yapısı, yani karı koca diye bir şey yok. Çocukların babasının kimliği önemli değil. Çünkü onların sahibi anaları. Çoğu babasının kim olduğunu bilmiyor. Bilmesi gerekmiyor. Herkes sadece anasını tanıyor. Kadın her kimden hoşlanırsa onunla yatıyor; ondan çocuk ediniyor.

İkinci etken, bak bu çok daha önemli, bir kadın tanrılardan biriyle cinsel ilişkiye girer, ondan olma bir çocuk doğurursa, o çocuğun yarı tanrı niteliği taşıyacağına inanıyor. Erkekler buna karşı çıkmıyor çünkü böylece toplumları da tanrısallaşmış mı ne olacak. Öyle bir inanca kapılmışlar.

Dolayısıyla, yalnızca Venedikliler değil, herhangi birimiz, yeter ki beyaz olsun, onlardan biriyle cinsel ilişkide bulunmak isterse, bunu sevinçle karşılıyorlar. Karnı tok olan bir Venedikli için de seks her şeyden önce gelir.»

Henry kendini «Vay canına!» demekten alamadı. «Anlaşılan o ki bu alış verişte alan da memnun satan da.»

* * * * * *

Henry, «Desene yakında Mikmak nüfusu hızla artacak. Hem bu yarı tanrısal nitelikli bir gelişme olacak.» deyince, ikisi birden kahkahalarla güldü.

Henry bunları James’e de anlattı. Bir de onu güldürdü.

James «Tek bir yanlışın var.» dedi.

«Neymiş?»

«Benim burada bir Tapınak Şövalyesi örgütü kurmaya falan niyetim yok. Zaten buna yetkim de yok.»

«Ya olursa?... Ya senden bir de böyle bir girişime atılman istenir, üstelik bu bağlamda görev verilirse?»

«O başka?»

«Olamaz mı?»

«Bilmiyorum. Belki. Böyle bir şey nereden aklına geldi?»

«Zaten öteden beri düşünüyordum.»

«Neyi düşünüyordun?»

«Emaneti niçin buraya getirmiş olduğumuzu?»

«Bunu daha önce uzun boylu konuşmuştuk, öyle değil mi?»

«Evet, konuştuk ama bir soru yanıtsız kaldı.»

«Neymiş o soru?»

«Sinclair ailesine öteden beri pek önemli bir emanet verildi. Bunun bekçiliği, nesilden nesle geçti.»

«Evet?»

«Sıra bana gelince, birtakım girişimlerde bulunmam istendi. Bende istenenleri elimden geldiğince yerine getirdim.»

«Doğru. Üstelik bu senin de yararına oldu.»

«Şimdi bak, o yarar tartışılır. Biliyorsun ki ben karımı ve çocuklarımı çok seviyorum. Onlardan bu kadar uzun süre ayrı kalmak, benim açımdan bireysel yarar elde etmek değil, benim ve ailemin özveri göstermesi olarak nitelenebilir.»

«O bakımdan haklısın. Pek özel bir durum.»

«Sonra emanetin bir bölümünü götürüp çok daha sağlam bir yere gizlememiz istendi. Bunun için de benim ile birlikte sen de özel bir görev üstlendin.»

«O da doğru.»

«Nicolo’dan aldığımız bilgiler sonucunda burada koloniler kurulması ve emanetin de buraya getirilmesi uygun görüldü.»

«Hepsi değil.»

«Tamam. Kalanını bir an için unutalım. Soru şu: Emaneti getirdik. Üstelik olağanüstü güven altına da aldık. Peki şimdi bu ne olacak? Ne işe yarayacak? İşte buna bir türlü aklım ermiyor ve sana sormak istiyorum.»

«Şimdi sana bunun yanıtını tek bir sözcükle verirsem, bana inanır mısın?»

«Elbette.»

«O halde sıkı dur. Yanıt şu: Bilmiyorum.»

Dediği doğruydu. Bilmiyordu.






Sonrası “Zavallı James” başlıklı bölümde


« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 02:49:24 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Mayıs 13, 2014, 06:43:49 ös
Yanıtla #1
  • Seyirci
  • Yeni Katilimci
  • *
  • İleti: 3
  • Cinsiyet: Bay

çok  güzel  ve  harika  bir yazı  olmuş....


Mayıs 13, 2014, 10:33:13 ös
Yanıtla #2
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1803
  • Cinsiyet: Bay

      Bir an kendinizi kahramanlardan biri yerine koyun. Tiyatro sahnesi gibi. Gerçekten güzel.
      Saygılar-sevgiler.
"Vur ama dinle beni"


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
2 Yanıt
5706 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 12, 2010, 10:14:29 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3917 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2010, 08:33:52 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
4267 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 16, 2010, 09:44:04 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3717 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 17, 2010, 10:24:09 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3802 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 18, 2010, 08:16:10 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3816 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 19, 2010, 01:05:11 ös
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
5580 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 11, 2011, 05:54:33 ös
Gönderen: Mustafa Kemal
0 Yanıt
3431 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 23, 2010, 02:22:06 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3556 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 25, 2010, 10:27:27 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
14125 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 14, 2014, 12:22:15 öö
Gönderen: NOSAM33