Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Fantastik’ten Aktarım - 1  (Okunma sayısı 2505 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Kasım 08, 2009, 02:36:16 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay

"FANTASTİK" adlı kitap fantastik bir kitap... Kitabevi bölümünde tanıtımını yapmış olduğum üzere kapbssamında çok çeşitli alanda anlatımlar var. Buradaki ilk anlatımın "edebiyat" kapsamına girmesinin daha uygun olacağını düşündüğüm için bunu burada veriyorum. Bir başka aktarım bir diğer bölümde olabilecektir.


Gümüşlük'te Bir Konser

BİRİNCİ AŞAMADAN BÖLÜMLER




Bodrum’un doyumsuz yaz akşamlarından biriydi.

Eşim Günseli ile ben de Bodrum’da, Turgut Reis’teki yazlığımızda o akşamın tadına varmaya çalışıyorduk.

Günseli bana anlamlı bir göz atarak, «Biliyor musun Gümüşlük’teki eski kilisede bu gece bir konser varmış. Ne dersin, gidelim mi?» diye bir teklif attı ortaya.

Günseli, böyle bir teklifi hiçbir zaman geri çevirmeyeceğimi çok iyi bilirdi. Ancak böyle deyişinin de bir nedeni vardı elbette. Önceki yaz, kanser olduğum ortaya çıkmıştı. Beni perişan edip âdeta yerlerde sürükleyen kemoterapi, ameliyatlar, yoğun bakım ve bir de üstüne geçirdiğim ağır zatürree nedeniyle yaşam mücadelesi verdiğimden Turgutreis’teki yazlığımıza gidememiştik. Hastalığım süresince hep oraların, o çevrede verilen konserlerin özlemini çekmiştim.

Açık hava konserleri kapalı salonlardakilerden bir başka oluyordu. Hatta zaman zaman hastalığımın etkisiyle halüsinasyonlar gördüğümde kendimi oralarda hissediyor, ruhsal yolculuklar yapıyordum.

**********

Dini mekânlarda verilen konserler ve çalınan müzik, öteden beri beni bir başka etkiler.

Soğuk bir kış günü, Paris’te Sacré Cœur Kilisesi’ni geziyordum... Kalabalık bir çocuk korosu, hiç anlamadığım bir dilde ve bir başka dinde şarkı söylüyordu. Bilmediğim bir âlemden yansıyor gibi, bu derin, hüzünlü ve gizemli seslerin ruhumun derinliklerine inip tüm varlığımı sardığını hissetmiştim. İnsanların ruhları sanki müzikle dile geliyordu.

Bu ilâhi ve evrensel müzik, bana geçmişteki ve bugünkü yaşamların acı, mutluluk, neşe, hüzün, kırgınlıklar, savaşlar, aşklar, bilgelik ve dostluklarını çağrıştırır. Tüm renkleri, renksizlikleri, sesleri, sessizlikleri, bu dünya ve başka âlemlerin sırlarla dolu duygularını, bambaşka bir biçimde yansıtır. Bunların hepsinde gizemler, sırlar, soylu bir anlatım ve hüzün hâkimdir.

Bu arada belirtmem gereken bir şey var: Eskiden ben sporcuydum. Vücut geliştirme sporu yapardım. Hocalık da yaptım. Aletli jimnastik salonu da işlettim. Şimdi çok eskide kalmış gibi olan o uğraşı, beni birçok ülkeye taşımıştı.

Bir ara Dünya Vücut Geliştirme Şampiyonası için takım götürdüğüm İspanya’nın Sevilla kentinde de az önce dediğim gibi olmuştu.

Sevilla’daki katedral muhteşem bir sanat eseriydi. Çok büyüktü; içi loştu. Duvarlarında şahane tablolar vardı. Çevreye özellikle Kastilya ve Aragon kral ile kraliçesinin fildişi ile bezenmiş harika heykelleri yerleş-
tirilmişti. Ortada, boruları bana göre çok yüksek olan, tavandan yere kadar uzanan devasa bir org vardı; bu, dünyanın en büyük ikinci orguymuş.

Katedralin ortasındaki özel bir bölmede, onlarca genç kız ve erkek, rahibe ve rahip, dini giysileri içinde org eşliğinde klasik müzik parçaları ve ilâhiler okuyordu. Zaman zaman araya Latince bir konuşma giriyor, sonra dalga dalga yayılan bir fırtına gibi koronun sesi yükseliyor, ardından huzurlu bir kumsalda son buluyormuşçasına yavaşlıyordu. Müziğin nağmeleri devam ettikçe, bu beni görünmeyen bir âlemden gelen sesler gibi etkiliyor, sanki doğaüstü bir mitin kanatlarıymış gibi sarıp sarmalıyordu.

**********

Limanın karşısından batan güneş, adaların arkasındaki gökyüzünü ve önündeki denizi alev rengi bir kızıla boyamıştı. Gerimizde kalan beyaz evlerin denize bakan camlarından da kıpkızıl güneş ışıkları yansıyordu. Palmiye ve zakkumlar morumsu gölgeleriyle asıl olduklarından daha heybetli görünüyorlardı bu an...

Bir süre ufukta sabit bir noktada asılı kalmış gibi görünen güneş, birdenbire adaların arkasında kayboldu. Gecenin alaca karanlığı henüz çökmeden, güneşin önceki yerini ufuktaki kızıllıkların desteklediği lacivert bir loşluk kapladı.

Sanki güneşin batışından ileri geliyormuş gibi hafif bir esinti bedenlerimizi şöyle bir okşadı.

**********

Gümüşlük yoluna girdiğimizde, arabalar akın akın sahildeki balıkçı lokantalarına doğru gidiyordu. Belki birçoğu başka yere gidiyordu da bana öyle gibi gelmişti işte…

Çünkü orası akşamları kafa çekmek için harika bir yerdir. Karşıda, denizden diz boyu yürüyerek gidilen, tavşanların dolaştığı Tavşan Adası var. Tekneler koya demirlemiştir. Balıkçı lokantaları sahil boyunca sıralanmış, hepsi ışıl ışıldır. Bazıları meşalelerini yakmıştır bile. Gün çekiliyor; akşam tüm mucizeleriyle koya iniyordur. Bundan daha harika ne beklersiniz ki?

Bu akşam da öyleydi işte!

Ancak biz kafa çekmeye değil, konser dinlemeye gelmiştik buraya.

Konser, köyün koya girişindeki tepenin sol yanındaki “Eklisia” adlı tarihi kilisede veriliyordu. Kilise oldukça harap bir durumdaydı. İbadethane olarak kullanılmıyor artık. Sadece tarihi çağrıştıran, doğayla bütünleşen büyülü ve hüzünlü bir görüntüsü var.

Loş ışık, eskimiş kaktüsler, terkedilmişlik, yörenin üzerine hüzünlü bir sessizlik, sırlarla dolu bir gizem yapıştırmış gibiydi. Geçmiş yaşamlar hep kırılmış umutların yüküyle dolu gibiydi. İnsana bunları anımsatıyor ve içine çekiyordu.

**********

Artık hava iyiden iyiye kararmaya yüz tutmuştu. Mehtap olmasına rağmen, kilise ve çevresindeki birkaç kirli lambadan çıkan loş ışıklar, ortalığı ve insanları biraz kasvetli gösteriyordu. Kilisenin kapı, cam ve duvar sıvalarındaki eskimişlik, bu duyguyu daha da artırıyordu.

İnsanlar birbirlerini süzüyordu.

Yoksa öyle bir niyetleri yok muydu? Yoksa ben onları süzdüğüm için bana mı öyle gelmişti?

Genelde burada klasik müzikten anlayanlar çoğunlukta ve onlar da genellikle orta yaşın üstünde olurdu. Kadınlar erkeklerden daha çoktu; daha ilgili gibi görünüyorlardı.

Burada konserin ne olduğunu merak edenler, mutsuzlar, çevreleriyle pek ilgilenmeyen baştan aşağı kalite markalardan moda giyinmiş olup, etrafa hava atan kibirliler de vardı.

Birkaç küçük çocuk, merakla bekliyordu.

Eş ya da arkadaşının ısrarıyla gelmiş olan kimileri de, güneş ve denizden yorgun düşmüş, konserin bir an önce başlayıp bir an önce bitmesini istiyordu.

Gelenlerin kimisi de rol kesiyordu; o anı yaşayamıyor, oradaki ilâhi kudreti duyumsayamıyorlardı.

Bu eski, otantik, yıkık dökük mekâna gelmeyi karizmasında eksiklik sanan havalılar da vardı.

Ne yazık ki televizyon kanallarındaki amaçsız ve düşük düzeyli yarışmalar, kalitesiz kadın programları, dizi filmler insanların daha çok ilgisini çekiyor. Çünkü onlar öyle bir kültürle koşullandırılmış. Bu tür programlar, insanlara eğlence diye dayatılıyor ama gerçekten de eğlence olup olmadıkları kuşkulu...

Sadece kazananların hayranlıkla kutsandığı bu devirde ruhumun ulaştığı boyut, beni daha çok geçmiş ve bugünün yaşamlarının sanki ezik ve acılı yanlarına sürüklüyordu. Bundan derin ve buruk bir tat alıyordum. Mağrur galiplerdense, adı duyulmamış mahzun ama onurlu mağluplar beni daha çok ilgilendiriyordu.

Çoğunluğun gitmeyi tercih ettiği eğlence yerlerinde ise, eğlenceden çok unutmak ve gücü kanıtlamak güdüleri üstün.

Hele yarımadanın kuzeyindeki Göktürkbükü’nde…

Oraları, gazete sayfaları ve magazin programlarında görülen ünlüler ve zenginlerle dolup taşıyor. Herkes kendi gücünü göstermeye çalışıp egosal tatmin ararken, o sırada aynı yerde bulunan, şöyle ya da böyle bir isim yapmış başkalarının gücünden de yararlanmaya çalışanlar da var. Üne, güce, paraya tapınılarak geçen ve o tür bir kültür dayatılan, adına “eğlence” denilen taşkınlıklar.

Güneydoğuda askerlik yapan vatan evlatları canlarını feda ederken, bu eğlence yerlerine devam eden aynı yaştakiler, altlarındaki son model arabalarla fiyaka atıp, her gece bir memur ya da işçinin aylık maaşının çok üstünde para harcıyor. Yaşamlarında yavaş yavaş çürüyen bedenleri altında ezilip kalan insanlar onların umurunda bile değil. Kızı-erkeği, gençler artık sevişmek için bile uzun ve engebeli yollardan geçmiyor, sevgiyi aramanın zahmetine bile katlanamıyorlar. Yaşadıkları emeksiz zevkler ise çoğu kez belki salt bedensel doyum, belki pişmanlık, belki de hiçlik!... Onlara acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden.

Bir açıdan “Onları kıskanıyor muyum?” diye de soruyorum kendi kendime… Neden hep ezilenleri ve çaresizleri düşünüyorum? Bana hep ağır yükler getiren duygusallığımın bedeli bu mu? Ezilene de acıyorum, kişiliksiz ezenlerin bir boşluğun içine düşmüş oluşlarına da.

**********

Gümüşlük’e daha önce de konser dinlemeye gelmiş olduğumuz için hatırlıyorum: Burada müzik, ruhanî gizemcilikle bütünleşerek, sevgiyi ve tanrısal duyguyu güçlendiriyor. İnsanlar bu bölgede yüzyıllarca ibadet etmiş; önceleri Antik Yunan Panteonu’ndaki tanrıları, sonra tek Tanrı inancı altında Meryem ile İsa’yı, daha sonra ise Hıristiyan olsalar da Muhammed’i hissetmişler.

Kim bilir şu kilisede de ne günahlar çıkarılmış, duvarlarında nice acılı dualar yankılanmıştır. Şimdi kaktüsler arasında doğaya teslim edilip bırakılmış gibi duran taş yapı perişan bir halde. Eski yaşanmışlıkların köhnemiş izlerini taşıyor.

Bir an kendimi yüzyıllar önce orada yaşamışım gibi, kilisede günah çıkarırken, korsanlarla savaşırken ya da şarap gününü kutlama şöleninde dans ederken düşledim.

Sanki akıp giden zaman beni içine çekerek eskilere, çok eskilere götürüyordu. Bu, belki de varsa önceki yaşantılarımın gerçeğiydi.

Kim bilir ne ilginçti o tarihlerde buradaki yaşam. Daha az sayıda insan; daha vahşi ama kirletilmemiş, daha güzel doğa…

Körfeze bakan manzaranın şahaneliği geceleyin bile belliydi. Orada burada ateş böcekleri yanıp sönüyor, ağustos böcekleri ise cırcır ötüp duruyor, çiçek kokuları rayihalarıyla insanı mest ediyordu...

Bir an şunu düşündüm: Konserden sonra herkes çekip gidecek, şu harap kilise yine öksüz sessizliğine bürünecek.

Bodrum ve öteki koylar da öyle. Kış gelip hemen herkes gittiğinde, koylarıyla birlikte sessiz yalnızlığına bürünüyor. Buraların “sarı yaz” dedikleri sonbaharı ise doyumsuzdur. Her yeri ezen, kirleten, aşındıran ve insafsızca harcayan insanlar çekildikçe, gerçek dünyası ortaya çıkar. Düşlerimizdeki cenneti anlatmak gerekse, beş duyumuzla algıladığımız ve hayallerimizle süslediğimiz kadarınca buradan daha güzel bir örnek getiremeyiz.

İnsanın serbestçe dolaşabildiği, koşup oynayan kedi ve köpeklerin dolaştığı. az insanlı yerler…

Deniz, martı ve kalan diğer kuşların sesi…

Sessizliğin sesleri…

Rüzgârlı günlerde ise dalgaların sahile çarparak kendilerine özgü vahşi müzikleriyle uğuldayışları…

Kış yaklaşırken kesik kesik yağan yağmur altında gidenleri, kalanları ve tüm eski sevdaları, buruk bir iç geçirişle hatırladığım üzere geçip gitmekte olan yaşamımın biriktirdiği gözyaşlarımı yağan yağmura karı-
şarak gizli gizli akıtırken arşınladığım yerler...

Yaşanmışlıkları, yaşanacakları ve kendi geri kalan yaşamımı, hepsini bir arada görmek özlemi…


« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 03:06:46 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
4 Yanıt
11033 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 26, 2012, 03:58:28 ös
Gönderen: hypatia
2 Yanıt
6343 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 16, 2007, 08:55:00 ös
Gönderen: shemuel
3 Yanıt
5299 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 15, 2014, 08:27:19 ös
Gönderen: evvah
1 Yanıt
3372 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 09, 2009, 07:18:08 ös
Gönderen: Prenses Isabella
0 Yanıt
2417 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 10, 2009, 01:43:08 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2258 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 11, 2009, 05:17:23 ös
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
2731 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 12, 2009, 06:34:47 ös
Gönderen: Prenses Isabella
0 Yanıt
2739 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 13, 2009, 05:38:16 ös
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
4512 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 27, 2010, 11:18:29 öö
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
2507 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 02, 2010, 02:30:04 ös
Gönderen: ADAM