Hıristiyanlık Helen Düşünce Sistemiyle Nasıl Bağdaşır?
Hıristiyan düşüncesinin Helen düşünce sistemiyle bağdaştırılması başlangıçta olanaksız gibi görünüyordu. Çünkü Helen düşüncesi çoktanrıcı, Hıristiyanlık ise tektanrıcıydı. Dahası, Helen düşüncesi doğatanrıcı, Hıristiyan düşüncesi ise kişitanrıcıydı. Gerçi Antik Helen düşüncesinde de yer yer tek tanrıcı bir düşünceye rastlanırdı ama bu Hıristiyanlığın tek tanrıcı düşüncesi gibi değildi.
Bu konuyu biraz açalım mı?
Hıristiyanlıkta evreni ve tüm varlıkları yaratan bir Tanrı anlayışı söz konusudur. Oysa Antik Helenlerde yer yer görülen o tek tanrı yaratıcı değil, düzenleyicidir. Bu nedenle adı Platon’un bazı metinlerde “Demiurgos” olarak geçer. Bir tür düzenleyici, evrenin bir genel büyük mimar ya da mühendisi gibi bir düşünceyi yansıtır.
Hıristiyanlıkta güçlü Stoa felsefesine karşıt olarak Tanrı anlayışını savunurken de felsefeden yardım almak kaçınılmazdı. İşte Patristik felsefe, böylesine bir “felsefeye karşı felsefe yapmak” zorunluluğundan doğmuştu.
İlk Kilise babalarının Hıristiyanlığın tarihinde önemli bir yer tutuşları da işte bu “bağdaşmaz” gibi görünen iki olguyu bir pota içinde eritmeleri oldu. Üstelik ortaya attıkları yeni kavramların eski Helen felsefesinden de öteye geçtiğini öne sürerek böbürleniyorlardı.
Patristik felsefenin ünlü sözcüsü Aziz Clemens’e göre; Hıristiyanlık, Helen felsefesini tamamlamış, onun yanılgılarını düzeltmiş ve yapmak istediğini gerçekleştirmiştir. Ona göre eski Helen bilgeleri birer pagan değildir. Akla uygun yaşadıkları için, iman sahibi birer Hıristiyan sayılırlar.
Patristik felsefe, Roma halkına şirin görünmek için başlangıçta Stoa felsefesine dayanmış, Stoacıların akla uygunluk ilkesini benimsemişti ama sonraları Platon’a yöneldi.
Platon felsefesi Hıristiyanlığa ilk kez, Neoplatonist İskenderiye okulunun öğrencilerinden Aziz Origenes tarafından soluldu. İsa’nın kendisini insanlık için feda etmesi, tanrısal bağış ve bedenleşme gibi Hıristiyan dogmalarının anlaşılır düzeyde bir felsefesel temele oturtulması sağlandı.
Origenes, çözümlerini hep Helen felsefesinde bulur. Örneğin “Baba Tanrı” düşüncesini Platon’a, ”Tanrı’nın oğlu” düşüncesini Aristoteles’e, Hıristiyan üçlemesini (teslis) Neoplatonizme, Tanrı’nın evrenselliğini ise Stoa felsefesine yaslar.
Gerçekte de Hıristiyanlığın tanrısı, Parmenides’in “varlık”, Platon’un “iyilik ideası”, Aristoteles’in “ilk neden”, Plotinos’un “bir” düşüncelerinin kaynaştırıldığı karma bir üründür.
Origenes’in halefi Aziz Augustinus, kendinden önce başlatılanı tamamlayarak Platon’u tümüyle Hıristiyanlığa yerleştirdi. «Bilgelik, en mutlu yaşamdır. Gerçek bilgelik ise Tanrı’dan başka bir şey değildir. Bu nedenle felsefe ile din aynı şeylerdir.» diyordu. Bir yapıtında Platon’u şöyle yücelttiği görülür. «Thales suyu ile, Anaxagoras havası ile, Stoacılar ateşleri ile ve Epikuros atomları ile çekip gitsinler. Bütün düşünürler Platon’a baş yeri vermek zorundadır.» Ardından da şunu ekler: «Platon’u da en iyi anlayan ise hiç kuşkusuz Plotinos’tur.»
Platon felsefesi, Orta Çağı sona erdirecek olan Rönesans döneminde yine önem kazandı ve Avrupa’da açılan akademiler çerçevesinde yeniden incelenmesine başlandı. M.Ö. 387 yılında Atina’da Platon tarafından kurulmuş olan ilk “Akademia”yı izleyen kurumlar Orta Çağda yerlerini skolastik okullara bırakmış, ayrıca manastır okulları da bu görevi üstlenmişti. Rönesans ile birlikte ise Akademia, tüm bilim, sanat, edebiyat vb. kurumlarının kendilerine yakıştırdığı ortak bir unvan olmaya dönüştü.
Bu terimi özellikle Aydınlanma Çağında çok görürüz ama işin o yanı benim burada özetle incelemeye çalıştığım konunun dışında kalır.
Böylece bu başlık altında yedi bölüm tamamlamış bulunuyorum ve Aristoteles’in Hıristiyanlık üzerindeki asıl etkisine, Roma Katolik Kilisesi’nin onu nasıl kullandığına ancak sıra gelebildi. Umarım okuyanlar bunlardan sıkılmamıştır.
Sevgiler,