Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN BİLİMİ - 7  (Okunma sayısı 2463 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mayıs 19, 2010, 05:01:29 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay





NASIL AHLÂKSIZ OLUYORUZ: DOĞRU İLE YANLIŞ VE ARADAKİ FARKIN ANLAŞILMASI


Kimse kötülüğü kötü olduğu için seçmez; yalnızca mutlulukla karıştırır ki bu da aradığı iyiliktir.
(Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarının Savunucusu, 1792)

Tüm tanrıcı etik sistemlerinin dayanak noktası, Tanrı olmadığında doğruyla yanlışı birbirinden ayırmakta kullanılacak nihai bir temel olmayacağı inancıdır.
•   Mutluluk İlkesi:
•   Kişisel Doğru ve Yanlış
Bir eylemin doğruluğunu ya da yanlışlığını değerlendirmek için ahlâkî muhataba sormak dışında hangi kıstaslara başvurabiliriz? Filozoflar ve insan davranışlarını gözlemleyenler binlerce yıldır, zevk arama ve acıdan kaçma eğiliminde olduğumuzu söylüyorlar. Zevk ve acı, saf fiziksel hallerden saf ruhani hallere kadar pek çok şeyi kapsar. Zevkli bir öpücükte de bulabiliriz, bir fikirde de. Bir tokat da bize acı verebilir, bir hakaret de. Mutluluk zevk yerine kullanılabilecek iyi bir eşanlamlı sözcüktür ve mutsuzluk da acı yerine kullanılabilecek iyi bir eşanlamlı sözcüktür; dolayısıyla bu iki sözcüğü nasıl tanımlarsak tanımlayalım, insan doğasının temel güdülerinden birinin, daha yüksek mutluluk düzeylerine ulaşmaya ve daha yüksek mutsuzluk düzeylerinden kaçınmaya çalışmamız olduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse mutluluk ve mutsuzluk, insan ruhunu oluşturan duygular dizisinin bir parçası olarak evrilmiş duygulardır.
Mutluluk ilkesine göre, her zaman başkasının mutluluğunu akılda tutarak mutluluğu aramak ve asla başkasının mutsuzluğuna yol açarak mutlu olmaya çalışmamak daha yüksek bir ahlâkî ilkedir. Çalışma arkadaşım olan sosyal bilimci ve ahlâk felsefecisi Jay Stuart Snelson, kendi “kazan-kazan ilkesi”nde bu duyguyu çok iyi ifâde ediyor: “Her zaman başkalarının kazancı üzerinden kazanç elde etmeye çalış ve asla başkalarının zoraki ya da hileli kaybı üzerinden kazanç elde etmeye çalışma.”
Belli bir durumda ahlâklı hayvanın mı yoksa ahlâksız hayvanın mı kazanacağı, pek çok şarta bağlıdır. İçimizde hem ahlâklı hem de ahlâksız duyarlıklar bulunduğuna ve akılcı düşünüp temel içgüdülerimizi alt etme kapasitesiyle bunu yapmayı tercih etme özgürlüğüne de sâhip olduğumuza göre, ahlâkın özü, ahlâklı davranarak ve mutluluk ilkesini uygulayarak doğru şeyi yapmayı seçmektir.
Öyleyse, herhangi bir ahlâkî sorunla karşılaştığımızda, ahlâkî muhataba nasıl tepki vereceğini sormakla işe başlayıp, ardından kendi kendinize söz konusu eylemin sonucunda sizin ve ahlâkî muhatabın mutluluk düzeyinin artacağını nı yoksa azalacağını mı sorabilirsiniz.

Özgürlük İlkesi

Özgürlük ilkesine göre, her zaman başka birisinin özgürlüğünü akılda tutarak özgürlüğü aramak ve asla başka birisinin özgürlüğünü yitirmesine yol açarak özgür olmaya çalışmamak daha yüksek bir ahlâk ilkesidir. Özgürlük ilkesinin kökleri tarihe uzanır ve modern aydınlanma değerlerine dayalıdır.
Devletin tüm üyeleri için özgürlük kavramı binlerce yıl boyunca atıl kaldı, iktidar dizginlerini elinde tutan siyasî ve dinî liderlerin bencilce rekabet güdüleri tarafından bastırıldı. Vatandaşlarının çıkarlarını korumak için sözde temsil organları kurmuş olan az sayıdaki aydınlanmış toplum bile, serbestliği toprak sahibi ya da iktidarını kullanan erkeklerin oluşturduğu dar bir sınıfla kısıtladı.
Hâlâ engellemeler olmasına ve özgürlük ihlallerinin herkes için daha az özgürlükten daha çok özgürlüğe doğru genel tarihsel akışı zaman zaman kesintiye uğratmasına rağmen, tüm insanların özgürlüğünü artırma yönündeki genel eğilim sürüyor.

Ilımlılık İlkesi

Barry Goldwater, 16 Temmuz 1964’te Cumhuriyetçilerin başkan adaylığını kabul ederken yaptığı konuşmada, seçim mücadelesi tarihinin en unutulmaz vecizelerinden birini dile getirdi: “Özgürlüğün savunulması adına aşırılık kusur değildir. Adalet arayışı adına ılımlılık da erdem değildir.” Ama insan çabalarının çoğuna bakıldığında, Goldwater haksız görünür. Aşırılık neredeyse her zaman sayısız istenmedik sonuç yaratan bir kusur olmuştur. Sıklıkla şiddete, terörizme, hâttâ savaşa yol açar.
Aşırılığın zıddı ılımlılıktır. Ilımlılık ilkesine göre, eğer masum insanlar ölüyorsa, herhangi bir şeyin savunulması adına aşırılık erdem değildir ve her şeyin korunması adına ılımlılık da kusur değildir. Ilımlılık ilkesinin ardındaki ahlâk ilkeleri mutluluk ve özgürlüktür.

Koşullu Ahlâk, Gerçeği Söyleme ve Yalan Söyleme

İnsan ilişkilerinde gerçeği söylemenin güven açısından büyük önem taşıdığını hepimiz kabul ederiz; öyleyse ikili bir ahlâk sisteminde gerçeği söylemek doğru, yalan söylemekse yanlıştır. Ne var ki doğa gibi yaşam da asla bu kadar basit değildir. Görünüşe bakılırsa hepimiz her gün yalan söylüyoruz, ama bunların çoğu başarılarımızı abarttığımız küçük beyaz yalanlar, ya da başka bir kişiyi incitmemek için bâzı bilgileri kendimize sakladığımız kasıtsız yalanlardır. Bu tür yalanlar genellikle ahlâkın kapsamı dışındadır.
Çoğumuz çoğu zaman, kendi mutluluk ve özgürlüğümüzü artırmak ya da başka birisinin gerçeği öğrenmesi durumunda yaşanması beklenen mutsuzluktan ya da özgürlük kaybından kaçınmak için yalan söyleriz. Dolayısıyla, benimsenecek ahlâklı tutum, başka birisinin mutluluğuna ya da özgürlüğüne mal olacaksa asla yalan söylememektir. Gerçeği söylemenin başka birisinin mutsuz olmasına ya da özgürlüğünü kaybetmesine yol açabileceği durumlar da vardır elbette. Örneğin saldırgan bir koca korku içindeki karısını saklayıp saklamadığınızı sorduğunda olumlu yanıt vermeniz ahlâksızlık olacaktır, çünkü gerçeği söylemeniz kadının zarar görmesine ya da öldürülmesine neden olabilir.

Koşullu Ahlâk ve Zina

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’a göre, İbrahim’in tek tanrısı bir eylemin ahlâka aykırı olduğuna hükmetmemişse, en azından Kutsal Kitap’taki ima, ahlâka aykırı olmadığıdır (üç dinde de her kuşaktan bilge kişilerin ahlâkla ilgili tüm konularda kutsal kitap dışında çalışmalar ürettikleri, köklü ve saygın bir tefsir ve ahlâkî tartışma geleneği vardır). On sekizinci yüzyılın tanrıcı Alman matematikçisi Gottfried Leibniz şöyle açıklar bunu: “Dolayısıyla, bana öyle geliyor ki bâzı şeylerin herhangi bir iyilik standardına göre değil, yalnızca Tanrı’nın iradesiyle iyi olduğu söylendiğinde, farkına varmadan Tanrı’nın tüm sevgisi ve haşmeti yok edilmiş oluyor; kişi tam aksini yapınca da aynı derecede övgüye değer olacaksa, yaptığı şey için neden övelim onu?”
Russel Clark’la Elaine Hatfield’ın, karşı cinsten çekici birinin üniversite öğrencilerine yaklaşarak şu üç sorudan birini sorduğu bir araştırmasını gösteriyor:
1. “Bu gece benimle çıkar mısın?”
2. “Bu gece benimle eve gelir misin?”
3. “Bu gece benimle yatar mısın?”
Sonuçlar en hafif tabirle aydınlatıcıydı. Kadınların %50’si çıkmayı, %6’sı eve gitmeyi kabul ederken, seks yapmayı hiçbiri kabul etmemişti. Erkeklerinse %50’si çıkmayı, %69’u eve gitmeyi ve %75’i seksi kabul etmişti. Buss yine de, seks gibi temel ve basit bir dürtüde bile, genlerin madalyonun yalnızca bir yüzü olduğunu kabul ediyor.
Zina eyleminin kendisine bakarsak, evrimsel yararları çok açıktır. Erkek açısından, genlerin daha fazla yere bırakılması bu tür genetik ölümsüzlük olasılığını yükseltir. Kadın açısındansa bu, daha iyi genlere ve daha yüksek toplumsal statüye ulaşma olanağıdır. Ancak evrimsel tehlikeleri de aynı derecede açıktır. Erkek açısından, zina yapan kadının kocasının intikamı son derece tehlikeli olabilir-cinayetlerin önemli bir oranında aşk üçgenlerinin rolü vardır.
Hem birey hem de toplum için, zinayı evrimsel ya da kültürel bakış açısından ahlâklı bir eylem olarak haklı çıkarmak zor olacaktır.

Koşullu Ahlâk ve Kürtaj

Ahlâk, siyaset ve bilimin karmakarışık biçimde iç içe geçtiği kürtaj, belki de son yarım yüzyılın en tartışmalı ahlâkî konusu olmuştur. Ahlâkî konular kişiseldir. Siyasî konular toplumsaldır. Bilimsel konular olgusaldır. Karışıklık da buradan doğuyor. Kürtaj yanlıları, bir kadının bebeğini aldırmaya ya da aldırmamaya karar vermesinin, annenin haklarının ceninin haklarından önce geldiği kişisel bir ahlâkî konu olduğuna inanıyorlar. Kürtaj karşıtlarıysa bu konuyu, ceninin haklarının annenin haklarına baskın geldiği ve bu nedenle bir kadının kendi bedeni ve ceniniyle ne yapıp yapamayacağını toplumun belirleyeceği siyasî bir ahlâk sorunu haline getirmek istiyorlar. Bu tartışmanın çözüme kavuşturulmasına bilim yardımcı olabilir mi?
Kürtaj karşıtları masum ceninlerin “katledilmesinden” söz eder ve sanki kürtaj yanlıları öldürmenin ahlâka uygun olduğunu kabul ediyorlarmış gibi, hasımlarına cinayetin yanlış olduğu gerekçesiyle saldırırlar. Oysa cinayetin ahlâka aykırı olduğu konusunda kürtaj karşıtları da, kürtaj yanlıları da fikir birliği içindedir. Anlaşamadıkları konu, cenini aldırmanın cinayet olup olmadığıdır.
Çoğu kürtaj karşıtı, insan yaşamının döllenmeyle başladığına inanır-döllenmeden önce yaşam yoktur, döllenmeden sonra yaşam vardır. Bu süreç pek romantik görünmeyebilir, ama bilimsel bakış açısından yaşam, sperm ve yumurtadan zigota, döllenmiş yumurtaya, embriyoya, cenine ve yeni doğmuş bebeğe uzanan bir sürekliliktir. Yumurta da, sperm de birey değildir; bölünüp ikize dönüşebileceği ya da tek bir birey haline bile gelemeyip doğal yollardan düşebileceği için, zigot ya da döllenmiş yumurta da birey değildir. Sekiz haftalık bir cenin yüz, eller ve ayaklar gibi ayırt edilebilir insan özelliklerine sahiptir, ama sinir hücrelerinin sinaps bağlantıları hâlâ oluşmakta olduğundan, düşünmesi mümkün değildir. Embriyolar ancak sekiz haftadan sonra ilkel tepki hareketleri göstermeye başlarlar, ama sekizinci haftayla altıncı ay arasında ciğerler ve böbrekler gibi çok önemli organlar henüz gelişimini tamamlamadığı için cenin kendi başına var olamaz.
Yetişkin insanın EEG özelliklerini sergileyen cenin EEG kayıtları, yaklaşık olarak otuzuncu haftada, yâni tam gelişimin %83’lük bölümünden sonra görülür. Diğer bir deyişle, insan gibi düşünme kapasitesi doğumdan birkaç hafta öncesine dek oluşmaz. İnsan olmayı tanımlayan tüm özellikler arasından düşünme kapasitesi, çoğu bilim adamının koşullu olarak üzerinde anlaşmaya vardığı en önemli özelliktir.Eskiden kürtajla alınacak olan ceninler artık kurtarılıyor ve küçük bir insan gibi tıbbi tedavi görüyor.
Kürtaj karşıtları, iki ebeveynden gelen iki yarı-genomun birleştiği döllenmeden kısa bir süre sonra genomun tümüyle oluştuğunu savunurlar. O andan itibaren bu küçük hücre kümesi müstakbel bir insan, yâni türümüzün beklemede olan bir üyesidir. Bir yere kadar doğrudur bu, ama sonuna kadar değil.
Kürtaj tartışmasında yapılması gereken bir önemli ayrım daha görüyoruz burada: bir insanla bir kişi arasındaki fark.
•   İnsan Homo sapiens türünün bir üyesidir.
•   Kişi ise bir toplumsal grubun ya da toplumun, yasal hakları, sorumlulukları ve ahlâkî değeri olan bir üyesidir.
Ceninin (yalnızca potansiyel olsa da) bir insan olduğu doğrulansa bile, bu onu bir kişi yapmaz. Kürtaj cinayet değilse, toplumsal/siyasî açıdan ahlâka aykırı da değildir. Ya da bir kadın, çocuk sahibi olmanın kendisine fiziksel ve ekonomik bir yük getirecek olmasına karşın doğmamış çocuğuna yaşam ve özgürlük tanımanın daha önemli olduğuna karar veriyorsa, devletin değil kendisinin yapacağı bir seçimdir bu. Sonuçta kürtaj kişinin kendi ahlâkî seçimidir.

Koşullu Ahlâk ve Klonlama ve Genetik Mühendisliği

Klonlama uygulanabilir bir üreme teknolojisi ve kullanılabilir bir kök hücre üreticisi olarak işe yararsa, hukuki kısıtlamalar ne olursa olsun, bir yerlerde birileri tarafından kullanılacaktır.
Klonlanmış koyun Dolly’nin dünyaya tanıtılmasının ardından yapılan 1997 tarihli Time/CNN kamuoyu yoklamasında, “İnsanları klonlamak Tanrı’nın iradesine karşı çıkmak mıdır?” sorusuna Amerikalıların %74’ü evet yanıtını verdi.

Gördüğümüz en dindar başkan olmayan Clinton bile şu yorumuyla, ruhani şapkasını klonlamadan korkanların arasına attı: “İnsan yaratımına dokunan herhangi bir keşif yalnızca bilimsel araştırma konusu değil, ayrıca ahlâk ve tinsellik meselesidir.” Clinton, klonlamayla ilgili tüm etik görüşleri kendisine sunması için kurduğu Ulusal Biyoetik Danışma Komisyonu’nun Beyaz Saray’a raporunu vermesinden önce bile, insan klonlanmasıyla ilgili araştırmalara federal devlet fonlarının tahsis edilmesini yasaklamış ve özel sektörden de aynı tutumun benimsenmesini istemişti.
Dinlerin çoğu benzer savlarla klonlamaya karşı çıkıyor. Örneğin Güney Baptist Konvansiyonu’nun Hıristiyan Yaşamı Komisyonu, 6 Mart 1997’de, Kongre’den “insan klonlamanın yasadışı ilan edilmesi”nin ve “tüm dünya uluslarının herhangi bir insanın klonlanmasını önlemek için çaba göstermeleri”nin talep edildiği bir kararı kabul etti. Yahudi bir biyoetikçi olan Fred Rosner da, klonlamanın “Yaratıcı’nın alanına tecavüz etmek” olarak görülebileceğini yazdı.
Tüp bebekte, embriyo transferinde ve kabul görmüş diğer doğurganlığı artırma teknolojilerinde tanrısal olan ne var? Hiçbir şey.
Kalp-akciğer nakillerinde, üçlü baypas ameliyatlarında, aşılarda ya da radyasyon tedavisinde tanrısal veya doğal olan ne var? Hiçbir şey. Klonlama konusunda yaşanan kitlesel histeri ve ahlâkî panik, yeni teknolojilerin tarihsel olarak yaygın biçimde reddedilmesinden ve bilim alanının büyük bir hızla din alanına girmesinin yarattığı endişeden başka bir şey değil.
“Hayvan hakları”ndan söz ederken, hiçbirimizin hayvanların oy verme ve kamu eğitiminden yararlanma hakkına sâhip olmasından bahsetmediği çok açıktır. Hayvan hakları çok daha temel niteliktedir. Aslında bazıları şimdiden kabul edilmiştir. Örneğin birçok Batı ülkesinde hayvanlara insanlık dışı muamele edilmesi bir suçtur. İnsanlar hayvanlara karşı zulüm suçundan yargılanıp hüküm giyebilirler, ama genellikle bu durum köpek, kedi ve at gibi en gözde hayvanlara yapılan dehşet verici kötü muameleyle kısıtlıdır.
Dünyadaki en aşırı dinlerden biri belki de, Hinduizmin bir biçimi olan ve inananların yaşama duydukları derin saygı nedeniyle böcekleri ezmemek için basmadan önce yeri süpürdükleri Caynacılık’tır.
Hayvan hakları hareketinin başarılı olabilmesi için, ılımlılık ilkesinin uygulanması gerekir. Beyaz farelerin denek olarak kullanıldığı laboratuarların ateşe verilmesi bir erdem değildir; aksine, ahlâka aykırı, yasa dışı ve ahmakçadır.
Bir şempanzeyi hayatının geri kalan bölümü boyunca küçük ve soğuk bir çelik kafese kapatıp, kendisine çeşitli insan hastalıkları bulaştırmamız durumunda ne hissedeceğini soramayız, ama sözel olmayan iletişimini izleyebiliriz ve şempanzelerin çoğunun bu tür düzenlemelerden hiç hoşlanmadığı çok açıktır. Mutluluk ilkesiyle özgürlük ilkesi konusunda, daha yüksek bir ahlâkî ilkeye doğru bir ilk adım olarak, büyük bir insansımaymun ya da büyük bir deniz memelisinin mutsuzluğuna ve özgürlüğünü yitirmesine yol açacaksa asla mutluluk ve özgürlük aramamalıyız.
İÖ ilk yüzyılda Romalı devlet adamı Cicero şöyle demişti: “Hekimler hastalarının belli bir hastalıktan öleceğini çoğunlukla bilseler de, bunu asla onlara söylemezler. Bir kötülük konusunda uyarıda bulunmak, ancak uyarıyla birlikte bir kaçış yolu varsa doğru olur.”
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
43 Yanıt
17824 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 13, 2008, 09:13:51 ös
Gönderen: shemuel
1 Yanıt
4698 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 25, 2010, 06:01:21 ös
Gönderen: amerbach
1 Yanıt
3438 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 08, 2010, 07:10:55 ös
Gönderen: popperist
0 Yanıt
2675 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 08, 2010, 12:14:21 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2579 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 11, 2010, 08:50:40 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3571 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 13, 2010, 07:35:51 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2420 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 14, 2010, 11:40:50 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2834 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 20, 2010, 11:03:57 öö
Gönderen: ADAM
6 Yanıt
3662 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 09, 2013, 09:45:39 ös
Gönderen: evvah
0 Yanıt
5840 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 30, 2013, 09:19:52 ös
Gönderen: karahan