Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: EUM  (Okunma sayısı 10375 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 18, 2011, 11:35:41 öö
Yanıtla #10
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay

İşte tam da bu sebepten....
Putlaştırılmaması için...


Sayın Mustafa Kemal'in bu iki cümlelik rasyonel yanıtı,benim sorumun doğrudan yanıtı olmasa da,yaşadığımız bir çıkmaza işaret ediyor.

Tevhid dinleri inananlarından,mensubu oldukları dinlerin batıni yorumunu yeterince yapamayan,kendilerine dayatılanlarla yetinenlerin aşkın bir Tanrı inancı vardır.

Bu duruma düşen inananlar,bilinçlerinde bir Tanrı imgesi oluştururlar.Farkında olmadan,oluşturdukları bu imgeyi putlaştırarak ona tapınırlar.Teist anlayışın yerleşik kabulün de budurum,"Gizli Şirk"adını alır.

Tarih sürecinde,ölümü anlamladırmak ve yaradılışı kavramak adına oluşturulan kadim dinlerden bugüne kadar doğanın bünyesinde barındırdığı kuvvelerin etkilerini açıklayamayan insan bilinci,her kuvveye bir Tanrı'lık bahşetmiştir.Tevhid dinlerinde bu Tanrı'ların yerine sembolize edilen meleklerin işlevini kavrayabilmek için,sınırsız akılın tasarladığı Kaos'u ve Kaos etkisini yadsımadan sorgulamayı öğrenmek zorundayız.


Saygılarımla
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ocak 18, 2011, 04:23:50 ös
Yanıtla #11
  • Ziyaretçi

Sayın ceycet

Melekler Konusunda Sizin gibi bir inanca sahibim  ,arada bir açıyorum çevremde Aydın bulduğum arkadaşlarıma ve büyüklerime 'Melek' leri 'Tanrı' laştıran bir toplumda yaşadığımızı anlatıyorum.Tanrı'dan neşterlenmiş bir inanç.Bir çoğumuza 'YASAK' alanlar koymuş olan Geleneksel Kültür İnancımızdı ,çocuk avutucusu bir kaç 'Zahir' Uleması tarafından 'Stotüko Dini' durumuna getirildi...Sahih Söylem Sömürüsüne kadar vardı bu rivayetperestlik.

Örneğin Kur’an melek diye güç sahibi olmayı kastediyor. Allah’ın melekleri, Allah’ın güçleri demektir. Rüzgar, fırtına, gök gürültüsü, yağmur gibi tabiatta varolan kuvvetler… Tabiatta varolan bir takım işlevsel fonksiyonlar… Hatta insanın bir takım ruhi ve psikolojik durumları… Peygamberimizin “Gök gürültüsü (ra’d) meleklerden bir melektir.

Dolayısıyla Kur’an’da bu kökten gelen kavramları tasnif edersek: Mülk güç, melik güç sahibi (özne), meleke güç fiili (yüklem), melek fiilin mef’ulu (yüklemin nesnesi), melekut da fiil/yüklem alanı veya sahası oluyor. Yani “el-melik”, “melekelerini” kullanarak “melaikeyi” ortaya çıkarıyor, bunların tezahür ettiği sahaya (alem) de “melekut” diyor. Bunu için de “mülk” O’nun oluyor. Bütün bunların mihverinde Allah var ve hepsi O’nunla ilgili…

Kur’an der ki: “Rabbiniz gökleri ve yeri altı evrede yaratan, sonra görkemli egemenliği ile iş ve oluşu çekip çeviren Allah’tır. Bu yaratma İKİNCİSİ OLMADAN yalnızca kendisinin iradesi iledir. İşte Rabbiniz Allah budur. Şu halde O’na ibadet ediniz. Bu zihin tutulması neden?” (Yunus; 10/3)

Yani: Allah gökleri ve yeri, O’nunla birlikte/O’na yardım eden ikinci bir aracı (şefi’) olmaksızın, tek başına yaratmıştır… Ayetteki şefi’ bu bağlamda “ikinci” anlamına geliyor. Çünkü ahirette günahkârlara şefaatçi bulunup bulunmayacağı değil; göklerin ve yerin yaratılışı anlatılmaktadır. “Allah bu yaratmayı yaparken (halen de yaratıyorken çünkü yaratma sürüyor) yanında ikinciler veya yardımcılar, aracı tanrılar, yarı tanrılar, tanrısal melekler vs. var mıydı?” gibi bir soruya cevap verilmektedir.

Çünkü eski dünya dinleri bir yüce tanrıdan başka ikinci, üçüncü alt tanrılar, yarı tanrılar, cinler, ifritler, tanrının yaratmada yardımcısı melekler anlayışı ile doluydu. Tanrı yaratmayı direk kendisi yapmaz, onlara havale ederdi. Bir kralın ülkesini oğulları arasında taksim etmesi ve bir çok yetkisini onlara devretmesi gibi Yahudi muhayyilesindeki “dört büyük melek” anlayışı da buradan geliyordu. Daha önceki dinlerde yüzlerceyken bunlarda dörde indirilmişti. Kur’an’ın tevhid ilkesi gereği bu, bir tek Allah’ın doksandokuz, bin, üç bin, beş bin, binlerce ismi, niteliği, melekesi, fonksiyonu, kuvveti haline getirildi. Çünkü Allah birdir (ehad) ve isimleri, sıfatları ve melekeleri ile bölünmez bir bütündür (samed)…

Yani Tanrı bir tanedir ve Tanrılık sadece O’nda toplanmış olup O’ndan kimseye geçmez. Yaratmada, iş ve oluşta kimseyi vekil tayin etmez, bütün her şeyi doğrudan kendisi yapar. Örneğin Yahudi muhayyilesinde geçtiği gibi bitkileri ve mevsim işlerini Mikail’e, ölüm işlerini Azrail’e, vahiy işlerini Cebrail’e, kıyametin kopuşunu İsrafil’e havale etmiş değildir. O’nun “şefi”i yoktur. Bütün bunları direk kendisi yapar…

Bu isimler (Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil vb.) Allah’ın iş ve oluşu (şe’n/emr) meydana getiriyorken ki melekeleridir. O’ndan gayrı birer ikinci (şefi’) değil. İnsanlar zamanla Allah’ın yapıp edişini, edip eyleyişini (melekelerini) bu isimlerle ifadelendirmişler.

Cebr-El: Tanrı’nın gücü… Azra-El: Tanrı’nın durduruşu/engelleyişi… Mika-El: Tanrı’nın övülüşü, tesbihi… İsraf-El: Tanrı’nın soluğu, nefesi… Samu-El: Tanrı’nın işitişi/Tanrı’yı duyan… İsra-El: Tanrı’nın yürüyüşü/Tanrı ile yürüyen… Rafe-El: Tanrı’nın yüceliği/Tanrı’ya yükselen… Bunların hepsi İbranice… Böyle yüzlerce isim var. Yahudi isimleri genellikle böyledir.

Adı üzerinde Cebrail Allah’ın konuşma/vayhetme gücünü, Mikail mevsimleri yaratma gücünü, Ezrail ölüm, İsrafil hayat ve yaşam verme gücünü ifade eden özellikleri/melekeleridir. Bu isimlerin zamanla Tanrı’dan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklarmış gibi algılandığını görüyoruz. Kur’an yer yer bu muhayyileye hitap etmekle birlikte dönüştürmüş ve hepsini “tek bir Allah’ın” güzel isimlerinde toplayarak “Esmau’l-Hüsna”yı getirmiştir. Bu kültürden hareketle Abdullah (Allah’ın kulu), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Nurullah (Allah’ın ışığı), Nimetullah (Allah’ın nimeti), Lutfullah (Allah’ın nimeti) vb. Müslüman isimleri doğmuştur.

Demek ki bu isim ve sıfatlar Allah’ın “melekeleri” oluyor. O’ndan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklar değil; O’nun kendisi de değil; alemde yani tarihte, hayatta, tabiatta ve insanda tecelli eden iş ve oluşu, yapıp edişi, edip eyleyişi…

Kur’an’ın ilk muhataplarına sorsan bir Allah’a inanırlar ve fakat O’nun “samed” olduğunu kabul etmezlerdi. Gökte bir tanrıya inanmakla birlikte, O’nun, tanrılığı alt tanrılarla (min dunillah) bölüştüğünü, paylaştığını düşünürlerdi. İşte samed ilkesi bunu reddediyor. Allah’ın tanrılıkta bölünmez, paylaşma ve ortaklık kabul etmez bir bütün olduğunu ilan ediyor. Bunun içindir ki özellikle ilk sureler Allah isminden ziyade O’nun “melekelerine” vurgu yapar. Şunu demek ister: Bir Allah’a inanmak yetmez, O’nun alemle; tarihle, hayatla, insanla, tabiatla dinamik ilişki içinde olduğuna, güçleri, isimleri, melekeleri ile aramızda olduğuna da inanacaksınız… Şu halde “Her kim Allah’ın alemdeki tasarrufunun bin bir çeşit görünümlerine yani “melekelerine” düşman olursa Allah’a düşmanlık göstermiş olur” ne demek anlaşılıyor olmalı…

Keza “Kim Allah’a; meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına ve ahiret gününe iman ederse…” de şu oluyor: “Kim insanla, tarihle, hayatla ve tabiatla iletişim içinde olan Allah’a; alemde tecelli eden güçlerine (melaiketihi), tarih boyunca gelen elçilerine (rusulihi), kitaplarına/hitaplarına (kutubihi), gelecekte de (yevmu’l-ahir) hesap soracağına iman ederse… İşte böyle insanlıkla canlı ve dinamik ilişki içinde olan (hayyu gayyum) Allah’a iman ederse, bilsin ki, kopmayan bir kulpa yapışmış olur ki asıl iman da budur. Yoksa müşriklerin gökte oturup duran, yarattıkları ile iletişimsiz, yetkilerini alt tanrılara (dunillah) devretmiş, vurdumduymaz tanrısı o “Gökteki”ne (Mülk; 67/16-17) değil…

“Allah’ın meleklerle konuşması” ise metafiziği kavratma amaçlı olduğu için teşhis (kişileştirme) ve intak (dile getirip konuşturma) anlatım sanatları kullanılarak aktarılan Aliya İzzetbegoviç’in tabiri ile “semavi prolog” (gökteki ilk konuşma) oluyor.

Yunus Emre’nin “Sordum sarı çiçeğe” ilahisinde çiçekle girdiği diyalog veya Yusuf Has Hacip’in “Kutadgu Bilig” (Kutlu Bilgi) adlı eserinde dört şey: Devlet/adalet/hükümdar (Kün-Toğdı), mutluluk (Ay-Toldı), akıl (Öğdülmiş), akibet (Odgurmuş)’u birbiriyle konuşturması, kişileştirmesi, diyaloglaştırması gibi… Böyle anlatımlar çoktur. Bunlara edebiyatta gerçeküstücü öykülendirme deniyor.

Allah’ın melekler ve iblisle konuşması de böyledir. Yani sembolik olup aslında ortada Allah’tan başka kimse yoktur. Allah bir takım olay ve durumları kişileştirmekte, sonra da kişileştirdiğini dile getirip konuşturmaktadır. Aksi halde Allah’a yer, zaman, mekan, meclis biçmiş oluruz. Dağları, yeryüzünü, insanın iç dünyasını, vicdanını (ahd-i misak ayeti), ellerini, derilerini dile getirip konuşturması veya güneşi, ayı, yıldızları vs. dile gelip konuşmaya çağırması da böyledir. Bunlar metafiziği kavratma amaçlı yerlerde böyle olup Kur’an’da örnekleri çoktur. Fakat örneğin kıssalar böyle değildir. Onlara da toplumsal gerçekçi öykülendirme diyoruz. (Toplumsal gerçekçi öykülendirme ile gerçeküstücü öykülendirme şeklinde ikiye ayırarak ele aldığımız Kur’an’daki hitabet sanatı ile ilgili olarak bkz. “Kur’an kıssaları; masal mı mucize mi?” ve “Allah nasıl Hz. Hızır oldu?” başlıklı makaleler)…

Kendisine Allah hitap ederken Peygamberimizin algıladığı/gördüğü şeyin “Allah’ın gücü” olduğunu ve aslında “Cebrail” (Tanrı’nın gücü) diye buna dendiğini şu rivayetlerden de anlarız: “Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bu gece Rabbimden bir (melek, elçi olarak) geldi. -Bir rivayette ise şöyle demiştir: “Rabbim bana en güzel bir surette geldi” ve “Ey Muhammed!” dedi…” (Tirmizi; Tefsir, Sad, 3231, 3232). Yani “Melek/Cebrail olarak bana en güzel surette görünen şey Rabbimin vahyetme gücüydü.” demek istiyor…

Yine Hz. Aişe’den: “Her kim Muhammed (uyanık olarak baş gözüyle) Rabbini gördü sanırsa, en büyük yalan irtikâb etmiş olur. Lâkin muhakkak olan şudur ki, Allah’ın Resülü Cebrail’i(Allah’ın gücünü) ufkun arasını kaplamış olduğu halde görmüştür.” İbn Mes’ud’dan: “Cebrail’i (Allah’ın gücünü) altıyüz kanatlı veya kanatları semayı yeşil bir kumaş gibi kaplamış halde görmüştür.” (Buhari; Bed’ul-Halk, 1334,1335,1336)

Yani “Gördüğü şey Allah’ın kendisi değildi; bilakis Allah’ın gücünün, eşiz güzelliğe sahip görkeminin her yanı kaplaması (zu merratin fe’steva), yüksek ufuk çizgisinde belirmesi (ufuki’l-a’la), yaklaşarak iyice sarkması (dena fetedella), aralarında iki yay hatta daha da yakın mesafeye (gabe gavseyni ev edna) kadar belirerek görünmesiydi” demek istiyorlar (Necm; 53/6-9). İşte buna Allah’ın gücü (Cebrail) diyoruz. Allah’ın kendisi değil; ondan ayrı bir varlık da değil; bilakis onun güç/konuşma/vahyetme melekesi… Bu melekenin kolay algılanması için “kişileştirme” yapılarak ifade edildiğine dikkat ediniz…

Keza “Yeryüzünde dolanan seyyah melekler vardır, zikr edenleri gözleyen melekleri vardır, rahmet melekleri, gazap melekleri vardır, ölüm meleği vardır, dağların meleği gelerek şöyle dedi…” vb. rivayetler hep tek bir Allah’ın aramızda dolanan gücünü, kudretini, bilmesini, görmesini, sevgisini, merhametini, öfkesini, kızgınlığını, yapmasını, etmesini, eylemesini yani binbir çeşit “melekelerini” kavratmak için kullanılan ifadelerdir.

Bütün bunların Allah’ın insanla ve alemle olan derin ve çok boyutlu dinamik ilişkisini resmettiğini, aslında anlatılanın “tek bir Allah”ın özellikleri olduğunu şu rivayetten de anlarız: “Allah’ın meleklerinden olan Arş’ın taşıyıcılarından bir melek hakkında rivayette bulunmam için bana izin verildi” dedi ve ilave etti: “Onun kulak yumuşağı ile ensesi arasındaki uzaklık yedi yüz senelik mesafedir.” (Ebu Davud; Sünnet, 19, 4727). Yani çokluktan kinaye ile kişileştirme yaparak “Allah’ın gökyüzünü (arş/uzay) yaratma ve oluşturma gücü (arşı taşıyan melekleri) çok büyük, çok muazzam bir olaydır.” demek istiyor. (Geçen günkü bir haber: Bir süpernovanın- enerjisi bitmiş büyük yıldız patlaması- yankısı dünyaya 436 yıl sonra geldi)…

Görülüyor ki kiminde “altıyüz kanatlı”, kiminde “semayı kaplayan yeşil kumaş”, kiminde de “kulak memesi ile ensesi arasında yedi yüzyılık mesefa olan biri” olarak resmedilen, birbirinden farklı olmasına rağmen tek bir şeydir: Allah’ın insanda ve alemde tezahür eden melekeleri ve bunun görkemi, büyüklüğü…

Kur’an’da melek, melekut, mülk, melekutu’s-semavati ve’l-arz kavram ve ifadeleriyle hep bu görkemin ve büyüklüğün anlatılmaya çalışıldığını görüyoruz. Örneğin (aynı kökten gelen) “Mülk” suresinin hemen başında şöyle denir: “Şu görkemli egemenliğin sahibi (bi yedihi’l-mülk) ne yücedir!” Sonra sure boyunca “bi yedihi’l-mülk”ten örnekler verilir: Hayat ve ölüm… Yedi kat gök…Işık saçan yıldızlarla süslenmiş dünya göğü… İnsanın iç dünyasında (zati’s-sudur) olup bitenler…Ürünlerle (rızk) dolu yeryüzü…Sıra sıra kanat çırparak uçuşan kuşlar…Kulaklar, gözler ve gönüller verilerek inşa edilmiş insan…Ve sure şöyle biter: “Bir sabah kalktınız sular çekilmiş, kim getirecek size suyu? (Mülk; 67/1-30)

Bütün bunlar Allah’ın güç ve kudret “melekelerinin” (melaiketihi) tezahürü sonucu (ez-Zahir) olan yerin ve göğün “melekutu”dur (melekutu’s-semavati ve’l-arz). Allah işte bu görkemli egemenliğin sahibidir (bi yedihi’l-mülk): “Haydi, çevir gözünü, bir kusur görebiliyor musun? Sonra tekrar tekrar bak, aradığını bulamayacak, yorulup aciz kalacaksın!” (Mülk; 67/3-4)…

Saygılarımla


Ocak 19, 2011, 09:09:10 ös
Yanıtla #12
  • Ziyaretçi

Okuduğumdan anladığımı sormak istiyorum,

EUM tanım/tabir itibari ile; İncil'deki LORD, Tevrat'taki Yehova, Kuran'daki Allah' kavramı ile birebir aynı mıdır, farklıysa ne kadar farklıdır?
« Son Düzenleme: Ocak 19, 2011, 09:16:16 ös Gönderen: cardiffmonster »


Ocak 21, 2011, 12:09:46 ös
Yanıtla #13

Yine başlığın çok dışına çıkılmış, konu nerelere gitmiş. Meleklerin isimleri hakkında İ.Eliaçık'ın yazılarını okumak için, onun sitesine gidebiliriz pekala. Bu kadar uzun yazıları, hem de alakasız bir yerde, alıntılamanın mantığını anlayamadım doğrusu.

Sn. cardiffmonster ,

Bahsettiğiniz 3 kavram birbiri ile tıpatıp aynı mıdır? Bir kere daha söylüyorum, Evrenin Ulu Mimarı tabiri, dinlerin yüce bir yaratanı soktuğu kalıplarda kabul etmeyen, putperestlikten uzak bir yaratan tanımlar. Hangisi doğru hangisi yanlışı tartışmadan söylüyorum, her din kendi öğretisi uyarınca bir yaratan tanımlamıştır. Masonlukta ise yaratan bütün kalıpların bütün dogmaların üzerindedir. Putlaştırmamak için isim verilmez, tanım verilir. EUM da bir tanımdır.

Sorunuza şöyle cevap vereyim: EUM, yüce yaratan ile birebir aynıdır. Verdiğiniz isimler (biri veya hepsi) yüce yaratan ile birebir aynıysa, evet EUM ile de birebir aynıdır. Bu isimlerin yaratanı tam olarak tanımlamadığını, dogmalar sebebiyle aslında bazı farklar olduğunu düşünüyorsanız, EUM ile aralarındaki fark da budur.

Türkçe isim üzerinden giderek ezoterik anlamlar çıkartmaya çalışmak ne kadar doğru olur bilemiyorum. Tamam, güzel bir fikri çalışma olur, ama doğru olacağı şüpheli. Çünkü EUM tabiri direkt olarak tercümedir. Eğer 3 nokta, vs. gibi araştırmalar yapılacaksa, ilk kullanıldığı hali üzerinden gitmek daha amaca yönelik olur kanısındayım.

İlk kullanıldığı yer ve zaman konusunda bir araştırma yapmadım açıkçası. Ama benim gördüğüm en eski tarih 1248, Charter of Bologna.

"A la Gloria del Gran Arquitecto del Universo"

Tercüme etmeye gerek bile kalmadan ne denildiği anlaşılıyor. Ama Türkçesini yazayım: "Evrenin Ulu Mimarının Yüce Şanına". Bunu zamanında not almamın sebebi de bu kadar eski bir tarihte aynı tabirin geçiyor olması. Dikkatimi çekmişti.

Saygılarımla.
Bir kavramın tarihini bilmediğiniz sürece
Kavramın kendisini idrak edemezsiniz


Ocak 21, 2011, 12:38:50 ös
Yanıtla #14
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Sayın Mustafa Kemal'in 1248 yılına ilişkin olduğunu belirttiği bu saptama çok ilginç... Çok çok ilginç. Bunun bir nedeni de Londra Büyük Locası'nın kuruluşu sırasında bu kavramın bulunmayışı, tüzük ve ritüellere sonradan girmiş olmasından ileri geliyor.

Sayın Mustafa Kemal başlıktaki konunun kapsamı dışına çıkışından yakınıyor. Ben de ona katılıyorum. Bunu çok kereler belirtiyorum; sadece burada değil, başka başlıklar altındaki katılım ve tartışmalarda da.

Buraedaki başlığın konusu EUM olarak kısaltılan bir masonik simgesel terimin ne anlama geldiği. Bu bağılamda Sayın Mustafa Kemal ile aramızda ufak bir uyuşmazlık varsa da o kadar önemli değil hatta giderilmesi de kolay.

Ancak bu kavramın kökeni üzerinde ayrıca durulmalı. Bunun için da ayrı bir başlık açılmalı. 
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ocak 21, 2011, 02:37:17 ös
Yanıtla #15

Bilgi olarak verilen bir kelimenin veya cümlenin, konunun dallanıp budaklanarak başlıktan uzaklaşmasına sebep olması sık karşılaştığımız bir durum.

Ben 1248 örneğini "o zamandan beri böyle deniliyor, Türkçe tercümesinin yazımında ezoterik anlamlar aramak yanlış olabilir" demek için vermiştim. Ama Sn. Adam haklı, köken hakkında bir tartışma başka şeydir, anlamı hakkında konuşmak başka.

Kökeni konusunda ayrı bir başlık açıyorum. Tartışmanın o ayağını ayırmakta fayda var.

Saygılarımla.
Bir kavramın tarihini bilmediğiniz sürece
Kavramın kendisini idrak edemezsiniz