BAŞPİSKOPOS ADHEMAR
Bu sefer, papayı “ruhanî lider” olarak temsil eden Başpiskopos Adhémar açısından hiç de iyi geçmemişti.
Balkanlarda konakladıklarında, bir ara kamptan biraz uzaklaşacağı tutmuştu. Saldırıya uğramış hem ölesiye dövülmüş hem tüm parası alınmıştı. Selânik’te ateşli bir hastalığı yakalanmış, bir süre yatmak zorunda kalmıştı. Anadolu’daki bir çatışmada atından düşmüş, hem kolu kırıldı hem de boynuna asılı olarak taşıdığı haçını yitirmişti. Kudüs’ün İsa için fethedilmesi gerektiğine gönülden inanmasaydı, Tanrı’nın onlara bu işten cayıp geri dönmeleri için “işaretler” gönderdiğini söyleyebilirdi.
Haçlı ordusu, 1099 yılının sıcak bir yaz gününde Kudüs’e ulaştı. Aslında çok daha önce, kış aylarında varacaklarını düşünmüşlerdi. Antakya’da hayli zaman harcamışlar, program aksamaya uğramıştı. Nitekim deniz yoluyla gelenler onlardan çok önce Doğu Akdeniz’e varıp Hayfa’ya çıkmış, bekliyordu.
Hiç zaman yitirmeden kenti kuşatma altına aldılar.
Kenti kuşatmışlardı ama artık iyice yorulmuş, bitkin düşmüşlerdi. Üstelik hiçbir ağaçlık bulunmayan bu çevrenin yaz havasına da alışkın olmadıkları için, iyice bunalmış bir haldeydiler.
Bu koşullar altında kente saldırmak zor işti. Sonbaharı bekleyemezlerdi. Buna dayanamazlardı. Üstelik askerleri de bu zor koşullar altında burada uzun süre tutamazlardı.
Daha sefere çıkmalarından önce, Kudüs’ün pek iyi korunduğu, ele geçirmenin hayli güç olacağı söylenmişti ama buna kulak asmamışlardı. Komutanlar bu işin hiç de kolay olmayacağını önceden bilse de, askerin moralini bozmamak için bu gibi sözleri “palavra” olarak nitelemişti. Hangi kent binlerce şövalye ve on binlerce askerden kurulu bu görkemli bir haçlı ordusuna dayanabilirdi ki?... Üstelik deniz yoluyla merdiven, mancınık gibi bir yığın ağır teçhizat da getirmişlerdi.
Kuşatılmış bir kaleyi düşürmek için alışılagelmiş yöntemleri uygulamaya giriştiler. Daha ilk deneyimlerinde, getirmiş oldukları merdivenlerin hiçbir işe yaramadığı, bu tarz saldırının burada sökmeyeceğini anladılar.
Mancınıkları kullandılar. O da bir işe yaramadı.
Ne yaparlarsa yapsınlar, surlarda bir türlü doğru dürüst bir gedik açamıyorlardı. Üstelik kentin sarp yamaçlar üzerine kurulu ve derin bir hendekle çevrili oluşu, işlerini daha da zora sokuyordu. Ara sıra bir duvarı delmeyi başardılarsa da, oraya yaklaşma fırsatını bile bulamadan içeridekiler hemen gediği onarıp kapatıyordu. Surlara sokulmayı denedikleri anda onlarca asker yitiriyor, cesetleri bile olduğu yerde öylece bırakıp geri çekilmek zorunda kalıyorlardı.
Sanki karşılarında böyle büyük bir orduyu gören Müslümanlar hemen ellerini havaya kaldırarak teslim olur ya da çekip gidermiş gibi, sefere bir de siviller katılmıştı. Aralarında bir balta, satır ya da adam öldürmeye yarayabilecek bir şey kapıp gelmiş, disiplinsiz, lâf dinlemez bir sürü ayak takımı da vardı.
O kadarla kalsa iyi!... Hıristiyan hacı adayları, üstelik kimileri aileleri, yaşlıları, çoluğu çocuğu ile birlikte gelmişti. Bu zavallılardan yolda hastalanıp kalan, ölen çok olmuştu. Dayanabilmiş olanları, şimdi buradaki koşulların ağırlığı nedeniyle birbiri ardınca yıkılıyordu.
Bir hastane çadırı kurulmuştu ama hastalananlar da, mazgallardan atılan oklarla yaralanan ya da surlardan dökülen kızgın yağ ile haşlananlar da başa dert oluyordu. Gerek daha fazla acı çekmemesi gerekse kalanların sıkıntısını daha da artırmaması için, ayakta duramayanın ölmesi daha iyi gibiydi.
Kuşatmalarda genellikle dışarıdakiler içerdekilerden çok daha rahattır. Hiçbir şey yapmayıp sadece oturup bekleseler bile, sonunda içeridekileri bıktırır; en azından açlık ve susuzluğa tutsak ederek teslim olmaya zorlar. Gözleri önünde eğlenceler düzenleyip, çalıp oynayarak içeridekilerin morallerini bozmaya da çalışırlar. Kentte siviller varsa, direnmekten cayılması için isyan çıkarmaları bile olağandır.
Burada ise durum hayli farklıydı... Kudüs, savaşçısıyla da halkıyla da kuşatılmış olmayı âdeta umursamıyor gibiydi. Yiyeceği ve suyu boldu; aylarca dayanabilirlerdi. Sıkıntılı olan haçlılardı; zira yiyecekleri tükenmek üzereydi. Üstelik Kudüs’ün dışında yakınlarında bir su kaynağı da yoktu. Hayli uzaktan bin bir zahmetle taşınıp getirilen içme suyu dağıtıldığında, herkesin dudağını ıslatmasına bile zor yetiyordu.
Haçlılar, zırhlarının içinde âdeta pişmiş, kavrulmuştu. Gündüzleri, güneş altında kızgınlaşan kalkanlar ateş saçıyordu. Müslüman Arapların üstlerine bol giysiler geçirdiğini önceden bilip de onların bu tarz giyimini alaya alanlar, şimdi bunun gerekçesini çok daha iyi anlıyordu.
Başpiskopos Adhémar, çareyi kutsal amaç uğruna üç gün oruç tutma buyruğu vermekte buldu ama bunun askere ne ölçüde moral kazandırdığı kuşkuluydu.
Bir hafta geçmişti. Oldukları yerde sayıyorlardı. Kudüs artık ya birkaç gün içinde düşürülmeliydi ya da haçlılar bu koşullara dayanamayıp perişan bir halde yüz geri dönecekti. Başka seçenek yoktu.
Bakıyorum da, bu anlatım âdeta bir macera romanına döndü. Bakalım sonrasını nasıl toparlayacağım.