Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Gercek Nedir?  (Okunma sayısı 77361 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 19, 2014, 04:45:16 ös
Yanıtla #140
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay

Bir önceki iletimde belirtmiş olduğum üzere, konuya metafizik yaklaşım söz konusu olabilir fakat o yaklaşım bilimsel olmadığı için sadece tanımların içine sıkışıp kalır; gelişim göstermesi ve doğayla uyumu söz konusu değildir. Zaten öyle bir şey aranmaz.

Tek çare varlık kavramını tanrı kavramıyla uyuşturmakta bulunur ki buradaki iletide işte bunu da görüyoruz.

Bu tutum insanları mutlu edebilir belki ama bilgilendirmez ve geliştirmez. Hele bunun toplumlara ve insanlığa hiçbir katkısı olmaz. Bir diğer deyişle, bireysel doyum salamaktan başka bir işe yaramaz.

Bu arada bir de şu şu tanrı tanımı var... Şayet tanrı, denildiği üzere "biçimi olmayan bilinç" ise, "kimliğimizin özü" ise o tanrı falan değil, tanrının öyle olmasını öngören ve bununla mutlu olan kişinin tanrıya ilişkin yanılsamalı tanımıdır.

Tanrının "her şeyden önce var" olduğunu varsaymak da aynı şeydir.

Tüm bunlar bilim ve gerçek dışı olgulardır çünkü hiçbir şekilde kanıtlanamaz; sadece kendi kendilerinin kanıtı sayılırlar.

« Son Düzenleme: Ağustos 19, 2014, 05:19:33 ös Gönderen: ADAM »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ağustos 19, 2014, 08:41:07 ös
Yanıtla #141
  • Mason
  • Aktif Uye
  • *
  • İleti: 718
  • Cinsiyet: Bay

Gerçek için farklı tanımlar yapılabilir:

1. Halihazırda kanıtlanmış olan ve bu nedenle herkes tarafından bilinen gerçekler; örneğin dünyanın yuvarlak olduğu ve kendi ekseni etrafında döndüğü,

2. Henüz insanoğlu tarafından kesin olarak kanıtlanamayan ve bilinemeyen, fakat gelecek bir tarihte öğrenilmesi/bilinmesi muhtemel olan olgular; örneğin diğer gezegenlerde yaşamın var olduğu veya eskiden Atlantis diye bir kıtanın olduğunun kesin olarak kanıtlanması (kanıtlanıncaya kadar birer varsayım veya teori olarak kalacaklardır),

3. Elimizde var olan enformasyonun aslında göründüğü gibi olmadığını, söylenmek istenen şeylerin bambaşka olduğunu ifade eden, bir başka ifadeyle zahiri-batini karşıtlığına dikkat çeken ve olayları batıni olarak yorumlayan akım; örneğin kutsal kitapların ezoterik olarak yorumlanması,

4. Spiritüalizm ya da öte âlemcilik ve neo-spiritüalizm şeklinde kendini gösteren akımın ortaya attığı bilgiler.

Bu konu başlığı altında gerçeğin ne olduğu tartışılacaksa, yukarıdaki maddelerden hangileri üzerinde yoğunlaşılacağına karar verilmesi iyi olur. Özellikle 3 ve 4 no.lu maddeler birbiriyle iç içe geçebilmektedir. Şöyle ki, mesela Kuran-ı Kerim'in batıni yorumu yapılırken hafiften spiritüalizme kaçılabilmektedir. Bu yapılırken de ortaya atılan fikirler kuantum fiziği ile açıklanmaya çalışılmaktadır.

Ben bu konulara hakim değilim, daha yeni yeni okuma yaparak kendi çapımda öğrenmeye çalışıyorum. Fakat bu konulara çok hakim forumdaşlarımız olduğunu biliyorum. Keşke bildiklerini bizimle paylaşsalar.
Live long and prosper.


Ağustos 20, 2014, 09:57:23 öö
Yanıtla #142

3 farkli kaynakta degisik  disiplinlere ait aciklama ve yourumlar var;
Sirasiyla 1-

GÖRÜNÜŞ VE GERÇEKLIK
Aras. Gör. Emel KOÇ
Görünüş(Appearance) ve Gerçeklik (Reality) problemi genel ola- rak felsefenin olduğu kadar, aynızamanda özel olarak felsefenin bir di- siplini olan metafiziğin en önemli problemlerinden birisidir.
Ilkçağdan günümüze değin, pek çok filozofu meşgul etmişolan görünüşve gerçeklik probleminin filozoflar tarafından ortaya konulu- şunda farklılıklar göze çarpmaktadır. Bir çok filozof görünüşve ger- çekliği birbirinin karşısında yer alan konumlara yerleştirmişlerdir. Böy- le bir yaklaşımla ortaya çıkan görünüşve gerçeklik dikotomisi, nesne- lerin "gerçekten ne oldukları" ve bize "ne gibi görtindükleri" olmak üzere nesnelerin iki yönüne dikkat çekmektedir.

Görünüşve gerçeklik dikotomisini ilk kez sistemli bir biçimde ince- leyen filozoflar Herakleitos ve Parmenides olmu ştur.
HerakleitOs evreni sürekli bir oluşve akışsüreci olarak kavramış- tır. Evrende tüm oluşve ?kışa rağmen kendisinin aynıkalabilen tek şey, söz konusu oluşu idare eden, ve aynızamanda evrenin düzenini sağlayan "Logos" adıverilen genel yasadır. Bu yasa evrendeki değişi- ınin belli bir düzen içinde olmasınısağlar. Logos dışında her şey deği- şir, "aynıırmağa iki kere girilemez -Daima her şey akmaktadır- Bü- tün nesneler (evren) ırmak gibi akarlar."'
"Görünüşler dünyası" ile "Gerçeklik dünyası"nıayıran Herakle- itos duyularımızla algıladığımız aleme, görünüşler alemi adınıverir. Görünüşler alemi sürekli ve değişmeyen olgulardan meydana geliyor- muşizlenimi verirken, akılla kavranılan âlem sürekli bir oluşve akış içerisindedir.
Oysaki Parmenides'e göre, gerçek âlem sürekli olarak kendisinin aynıkalan, değişmeyen bir alemdir. Görünüşler alemi, değişmenin ve aloşın sürekli olduğu bir âlem iken, gerçek âlem, kendi içine kapali birlikli bir âlerndir. Bu âlem bölünmeyen, de ğişmeyen, durağan halde bulunan bir âlemdir.
Başka bir deyişle, gerçek âlem "BİR" in kendisi olan bir âlemdir. BİR "tek gerçek, sonsuz ve bölünmez olan varlık"2dır.
Böylece Herakleitos'un gerçek âlem olarak kabul etti ği sürekli oluşve akışhalinde bulunan alemi, Permenides görünüşler alemi ola- rak ikinci plana iterken, akıl yoluyla kavradığıgerçekler alernini ilk plana yerleştirir.
Herkes için geçerli olabilecek genel bir do ğrunun varlığınıkabul etmeyen Sofistlerin en ünlülerinden olan Protogoras'a göre, "Bütün şeylerin ölçüsü insandır, var- olanların var olduğu, var olmayanların var olmadıklarıiçin... Herbir şey bana nasıl görünürse benim için böy- ledir, sana nasıl görünürse yine senin için de öyle... üsüyen için rüzgar soğuk, üşümeyen için soğuk değildir."3
O halde Protogoras'a göre, doğru olan şey, duyusal farklılıkları- = sebebiyle kişiden kişiye değişebileceği gibi, aynıkişi için de zaman içinde farklılık gösterebilmektedir. Böyle bir yaklaşım nesnel bir bilgi anlayışım ortadan kaldırmaktadır.

Gorgias ise "Var olmayan ya da doğa" adlıyapıtında "hiç bir şey yoktur... varsa bile insan için kavranılmazdır... kavranılabilir (bi- linebilir) olsa da öteki insanlara bildirilemez ve anlatılamaz"4der
Herakleitos ve Parmenides'in görünüşve gerçeklik dikotomisi, bir taraftan sana (doxa) derecesindeki bilgiyi do ğuran oluşâlemini görünüşolarak, diğer taraftan bilgelik (sophia) derecesinde bilgiye sahip İdealar âlemini asıl gerçeklik olarak kabul eden Platon felsefe- sinde daha sarih bir metafizik anlatım bulmuştur.5
Platon'a göre görünüşler alemi biz ölürnlülerin, içerisinde yaşadı- ğımız, sürekli bir değişim halinde bulunan, gölge âlem de diyebileceği- miz bir Ilemdir. Oysaki gerçek âlem öncesiz ve sonsuz olan, de ğişme- yen, ideal varlıkların âlemidr. İdealar, görünüşler (ya da oluş) ale- mindeki tüm varhklarm öncesiz sonrasız örnelderidir. Görünüşler âlemindeki her "cins"in, idealar âleminde bir "idea"sıvardır. Ve her cins kendi ideasmdan pay aldıkça varlığa gelmektedir. Görünüşler
âleminde görüp güzel, iyi v.b. dediğimiz nesneler, idealar âlemindeki "güzel ideası"ndan, "iyi ideası"ndan v.b. pay aldıkça varlığa gelen,
ancak hiç bir zaman "mutlak iyi" ya da "mutlak güzel"in kendisi ola- mayan nesnelerdir.
Güzelin, iyinin görünüşler âlemindeki çeşitli örnekleri relative ve zamansal iken, idealar Mutlak, ezeli ve ebedidir. Ancak bir akıl yürüt- me ile kavranabilen idealar dünyas ındaki idealar, Platon'a göre, kendi aralarında değişmez bir düzene sahiptirler. Bu düzene göre tüm ideala- rın en üstünde "iyi ideası" yer alır.
Öte taraftan görünü şve gerçeklik bahsine Aristoteles'in yakla şı- mına bakacak olursak: Gelişme ile ilgilenen Aristoteles'e göre doğa bir oluşve gelişme halindedir. Bu gelişme düşüncesi bizi filozotun mad- de ve form öğretisi ile karşıkarşıya getirir.
Alemdeki her oluş, form verici bir kuvvetin maddeyi etkilemesi ve bir form kazandırmasıile oluşur. O halde Aristoteles'e göre gerçek varlıklar form veren bir kuvvetle, form kazanan maddeden, di ğer bir deyişle form ve maddeden meydana gelmiştir. Maddesiz form düşünü- lemediği gibi, formsuz madde de düşünülemez. Oluşbir form ile mad- denin birleşmesi ile ortaya çıkar. Oluşmutlak maddeden, mutlak for- ma yani Tanrıya doğru bir gidiş4,ir.

Aristoteles'in bu düşüncelerin den fenoınenler dünyasındaki her şeyin, bir kuvvetin maddeyi etkilemesi sonucu, form kazanm ışbir mad- deden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Platon düşüncesi ile karşılaştırıl- dığında, Aristoteles düşüncesinde artık fenomenlerden ayrı, fenomen- ler ötesinde üstün bir dünyanm kabul edilmediğini görüyoruz.
Fenomenlerle idealarıbirbirinden ayıran Platon için, idealar, fe- nomenlerin sebebi olan gerçek varlıklar iken, Aristoteles için ise gerçek varlık, fenomenlerin içinde kendisini gerçekle ştiren özdür. Böylece Aristoteles felsefesinde form ile madde aras ındaki ilgi karşımıza geliş- me olarak çıkmaktadır. Filozof madde ve form öğretisi ile ilgili olarak dört sebep kavramından söz eder. 6
1- Maddi sebep 2- Formel sebep 3- Fail sebep 4- Gal sebep
Bir mermer yontu yapan adam örne ği alındığında burada, yontu- nun maddi sebebi mermerdir. Yontunun bir biçimi, formu vard ır.
Bu formel sebeptir. Yontunun formunu maddesine i şleyen, y ontuyu biçimlendiren bir heykeltraşvardır. Bu yontunun fail sebebidir. Son olarak yontunun hangi amaçla yapıldığıonun gal sebebidir.
Rönesansla birlikte skolastik bir düşünceye başkaldınlmışve bu düşüncenin yerini matematiksel bir düşünme biçimi almıştır.
Böyle bir yaklaşım biçiminin yani matematiksel ölçüyle elde edi- len asıl gerçek düşüncesinin Descartes'da daha da geliştirilmişoldu- ğunu görüyoruz. Görünüşve gerçeklik problemi Descartes'da madde ve ruh problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Maddenin ana yükle- mi veya "uzamlıolmak" iken, ruhun ana yüklemi "düşün- ce"dir. Filozofa göre evrendeki her şey ya ruh tözüne ya da madde tö- züne indirgenebilirken, bu iki töz birbirlerine indirgenemezler.
Onların herbiri kendi kendine yeterlidir. Ne ruh maddenin, ne de
madde ruhun herhangi bir özelliğine sahiptir. Onlar birbirlerinden
mutlak olarak farkhdırlar. Ancak diğer taraftan gerçek anlamında ne
ruh ne de madde kendilerine yeterli varl ıklardır. Çünkü Descartes'a
göre nihai' anlamda sadece Tanrıveya Tannsal töz kendi kendisine yeterli olurken, diğer iki töz Tanrı'nın gücünden dolayıtözdürler.7
Analitik geometrinin kurucusu olan Descartes, matematiksel ve geometrik bir yoldan yürümenin etkisiyle, matematik bilgi kadar aç ık ve kesin düşünceleri "Cogito ergo sum" ilkesinde bulmustur. Ve bu ilke çerçevesinde bilincinin varlığıhakkında doğrudan doğruya el- de etmişolduğu açık ve seçik bilgi yardımıyla Descartes Tanrı'nın var- lığıhakkındaki kesin bilgiye ve Tanrı'nın aldatıcıve yalancıolmaması sebebiyle O'nun beni aldatmayacağından dolayıdışâlem hakkında açık ve seçik bilgilerimin doğru olmamasının mümkün olarnayacağıdüşün- cesine ulaşmıştır.
Locke ise "İnsan zihni üzerine deneme" adli yapıtmda "Zihnin üzerinde hiçbir yazıbulunmayan, hiçbir tasarıma sahip olmayan be- yaz bir kağıt gibi olduğunu varsayalım Bunlarıo nasıl kazanır? İn- sanın her zaman meşgul ve sınırsız hayal gücünün kendisine hemen hemen sonsuz değişik biçimler verdiği bu genişyığın, zihine nereden gelir? Zihin, aklın ve bilginin bütün malzemesini nereden al ır? Buna tek sözcükle cevap veriyorum: "Deney" den. Bütün bilgimizin temeli deneydir ve o eninde sonunda deneyden çıkar. Zihnimize bütün düşün- me malzemesini sağlayan, gözlemlerimizdir." 8

Zihne, aklın ve bilginin tüm malzemesinin "deney" den geldi ğini söyleyen Locke, birincil ve ikincil nitelikleri birbirlerinden ayınr. Filozof birinci tür nitelikleri bedenden ayrılamayan nitelikler -uzam, biçim, katılık, hareket- olarak ifade eder. Ve bunlar ın öznel olduklarınıbelir- tir. Bu nitelikler dışında kalan renk, ses, koku v.b. gibi tüm nitelikleri ise ikincil nitelikler olarak adlandınr ve bunların nesnel olduklarını ifade eder.
Locke'un gerçek nitelikler olarak sözünü etti ği nitelikler birinci dereceden niteliklerdir. Bir cismin bizde tasar ımlar meydana getire- bilmek için sahip olduğu güçler ise ikinci dereceden niteliklerdir. 9
Görünüşve gerçeklik problemine Alman filozofu Kant yeni bir boyut getirmiştir. "Saf Aklın Kritiği" adlıyapıtında "fenomen" (gö- rünüş) ve "numen" (asıl varlık) arasındaki ayrımıöncelikle işlemiştir. Filozof bu hususta "Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Ç ıkabilecek Her Metafiziğe PROLEGOMENA" adli yapıtmda şunlarısöylemektedir:
"Gerçekten de, eğer biz duyu nesnelerini, uygun olduğu gibi, sırf görünüşler sayarsak, bunu yapmakla, bunlar ın temelinde -her ne ka- dar kendi başına nesnel olduğunu bilmesek, yalnızca görünüşünü, ya- ni bu bilinmeyen "bir şey" in duyularımızıuyarma şeklini bilsek de -kendi başına bir şeyin bulunduğunu da aynızamanda kabul etmiş oluruz. Demek ki anlama yetisi, görünüşler diye bir şey varsaymakla, aynızamanda kendi başına şeylerin varlığınıda kabul etmişolur. Ve böylece diyebiliriz ki, görünü şlerin temelinde bulunan bu tür varl ık- ların, dolayısıyla sırf anlama yetisi varlıklarının tasarımıyalnız kabul edilebilir değil, kaçınılmazdır da.
Böylece anlama yetisi varlıklan kabul edilebilir, ancak istisna kabul etmeyen şu kuralın altıçizilerek: biz bu anlama yetisi varhklan hakkında belirli hiçbirşey bilmiyoruz, ne de bilebiliriz, çünkü saf an- lama yetisi kavramları= olduğu kadar saf görüler de, ancak ve an- cak olanaklıdeneyin nesneleriyle, dolayısıyla duyu varlıklarıyla ilgi- lidirler ve bu görülerden insan uzaklaşır uzaklaşmaz, o kavramlann en ufak bir anlamıbile kalmaz." 10
Böylece Kant kritik yaklaşımının numenleri hiçbir şekilde olanak- sız kılmodıklannıancak bilgimize bir sınırlama getirdiğini vurgulamak-tadır. Zirâ biz ancak nesr elerin bize görünüşlerini bilebiliriz Ama bu görünüşün ardında numen (kendinde şey) in olduğunu da tasarlarız. Bu tasarlanan rumen, fenomenler ötesinde bir şey olduğu için, bizim için bilin.emez olandır. Çünkü müdrike'nin a priori kategorileri yaln ız- ca fen omenler dünyasına uygulanma durumundadır. Müdrike'nin a priori kategorileri sebebi ile fenomenleri bilebilen ve bu fenomenlerin ötesindeki numeni bilemeyen insan, Kant felsefesinde bir fen omenizm içerisinde hapsolmuştur.  Öte yandan fenomenoloWnin yalnızca "şeylerin kendilerine git- mesi gerektiği" üzerinde uzlaşan fen omenologlar tarafmdan dünyayı numenal varlıklara başvurarak açıklama çabasıfelsefenin dışında bı- rakılmıştır. Fenomenologlarca, şeylerin kendilerinin, tecrübe edildik- leri biçimiyle şeylerden a.yırılmamasıgerektiği düşüncesi kabul edil- miştir.
Fenomenolojinir. kurucusu Husserl'e göre fenomenoloji "kritik bir öz bilimi" dir. O halde fenornenoloji ile meşgul olabilmemiz için tavrımız da kritik bir tavır olmalıdır. Oysaki günlük yaşamdaki alışıl- mıştavrımız doğmatik olan doğal tavırdır. Doğal tavır doğmatik olma- sısebebiyle fenomenolojiye uygulanamaz. Husserl fenomenolojisinin konusu olan fenomenlerin birer fenomen olarak kendilerini ortaya ko- yabilmeleri için doğal tayınıbırakmamız gerekmektedir.
Husserl fenomenolojisinin gözönünde bulundurdu ğu fenomenler "öz fenomenleri"dir. Öz fenomenlerinin özelliği real bir karektere sahip olmamaları, refleksiyonlu bir tavıra dayanmalarıdır. Bu tavır naif ve doğal olmayan, refleksiyonlu bir tavır yani fenomenolojik bir tavır- dır. Fenomenolojik tavrın yöneldiği alan halihazırdaki bir alan değil- dir. Bu alanın elde edilmesi için fenomenolojik redüksiyon adıverilen yönteme ihtiyaç duyulur. Redüksiyon yöntemi ile fenomenoloji, psi• kolojik ve diğer fenomenlerden saf öze varır."
Husserl'e göre "öz" bir bireyin kendi iç varb ğında. bize onun "ne" olduğunu gösteren. açan şeydir."12
Filozofa göre, bir öz, bir refleksiyon eyleminde, bir bütünlü ğün içinde sunulur. Özler üzerine refleksiyon yani eydetik refleksiyon, fe- nomenolojik bir yöntem olan eydetik redüksiyona ihtiyaç duyar. Ey detik redüksiyonla nesnenin varlık şartlarıayraca alınarak o nesnenin  özü elde edilmeye çalışılmaktadır. Böylece eydetik redüksiyon sonun- da sezgisel olarak kavranan şey, Husserl'in anladığıanlamda kendi kendisine yeten bir özdür. O halde öz, refleksiyonda bir bütünlüğün içinde surulmaktadır.
Husserl'e göre "özsel sezginin verisi saf bir özdür... özsel kavray ış bir sezgidir." 13
Görüleceği üzere Husserl felsefesinde fenomen, Kant'ta gördü ğü- müz anlamda sözkonusu edilmemektedir. Zirâ Kaneta fenomenler görünüşlerdir. Ve Kant felsefesinde fenomenlerin ötesinde -bilgimizin sınırlarıdışında da olsa- bir kendinde şey kabul ediyordu. Oysaki Hus- serl'de fenomenler öz fenomenleridir. Ve filozof di ğer fenomenologlar gibi dünyayınumenal varlıklara başvurarak açıklama girişimini red- detmiştir.
Husserl'in "her bilinç bir şeyin bilincidir" düşüncesini esas olarak alan, ve fenomenolojiyi kendi ekzistans felsefesinde yöntem olarak kul- lanan Sartre görünüşve gerçeklik ayrımınıreddeder. Sartre'a göre "... biz bir kez Nietzsche'nin "sahnenin gerisindeki dünyalar yanılsaması" adınıverdiğişeyden uzaklaşır ve görünüşün ötesindeki varlığa artık daha fazla inanmazsak, görünüşbütünüyle pozitif bir şey haline gelir: Onun özü, artık daha fazla, varlığın karşısında olmayan, ancak tam tersine varlığın ölçüsü olan bir "görünme"dir. Çünkü bir varolanın varlığıtam tamına onun göründüğü şeydir. Böylelikle Husserl'in ya da Heidegger' in fenomenolojisinde bulabildiğimiz türden fenomen düşüncesine ya- rma -fenomen ya da göreli- mutlak olan. Geride fenomene göreli olan kalır, çünkü "görünme" özü itibariyle kendisine görünece ği bir kimse- yi varsayar. Ancak o Kant'ın görünüşünün iki yönlü göreliliğine sahip değildir... Varolan mutlak olarak vardır, çünkü o kendisini olduğu gibi gösterir. Fenomen olduğu gibi araştırılabilir ve betimleıaebilir. Çünkü o kendi kendisini mutlak olarak gösteren şeydir... Görünüşve öz ikici- liğini aynıölçüde reddetmemizin nedeni budur. Görünü şözü gizlemez, onu açığa çıkarır; o özdür." 14
Bu sözler ışığında Sartre'ın, Kant'ın felsefesinde gördüğümüz tür- den, fenomenin kendi ardındaki numene (kendinde şey) işaret etmesi şeklindeki bir düşünceyi kabul etmediği açıktır. Zira Sartre'ın mensubu bulunduğu ekzistansıtemele alan fenomenolojide bu tür bir ayr ıma  yer yoktur. -Ekzistans ıtemele alan fenomenolojide fenomenler ile nu- menler- tecrübenin nesneleriyle kendinde nesneler -aras ındaki geler ek- sel ayırım ıyeri yoktur. Şey ya da fenomen tıpkıgöründüğü gibidir. Fenomenoloji yapmak fenomenlerin ya da görünü şlerin -Sartre bu kav- ramlarıbirbirinden ayırmaz- betimlemelerini ya pmaktır.15
Böylece Sartre kendi fenomen kuramında, fenomen ötesinde varlı- ğın bulunmadığını, fenomenin yalnızca kendisini gösterdiğini "Varlık ve Hiçlik" adli yapıtında şu sözleriyle pekiştirir.
"Fenomen kuramının ilk sonucu şimdilik görünüşün tıpkıKant'ın fenomeninin numene işaret etmesinde olduğu gibi, va rlığa işaret et- memesidir. Görünüşün ötesinde hiç bir şey bulunmadığına ve o yal- nızca kendisini (ve görünüşler dizisini) gösterdiğine göre, o kendi var- lığından başka herhangi bir varlıkla desteklenemez."16
Anlaşılacağıüzere, İlkçağdan itibaren pek çok filozofu meşgul etmişolan "Görünüş" ve "Gerçeklik" dikotomisi, Varlık felsefesinin öz ve varoluşolarak da anlayabileceğimiz görünüşve gerçeklik birbir- lerini tamamlamalarısebebiyle birbirlerine karşıkonumlarda yer ol- mamalıdırlar. "... Her varlık görünüş, her görünüşaynızamanda var- lıktır. Onlar adeta aynıözün birbirlerini tamamlayan iki manzarasıdır. Bize bir açıdan görünüşgibi gelen her şey, aslında varlığın bir manzara- sı, yani varlığın kendisidir"17düşüncesiyle aşılmıştır.

O zaman doktorasini yap is Emel Hoca su an Prof.Dr. olarak calismaktadir.




Sevgiler...saygilar...
yenilmek te iyidir, mühim olan her seferinde yenilsende , daha iyi olarak yenildiğini bilmektir


Ağustos 20, 2014, 11:32:39 öö
Yanıtla #143
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Sayın Sahnesarsan bu yazıyı kopyalamış olduğu kaynağı belirtip, altına bir de kendi değerlendirmesini yazsaydı, ne iyi olacaktı.

Üstelik kopya da asıl özgün kaynaktan değil, kaynağın aktarıldığı internet sitesinden yapılmış. İlk kopyalama yapılırken aradaki satır sonu tireleri bile satır içinde kalakalmış. Ne özensiz, ne baştan savma iş!

Ne yazık ki burada gerçek ile hakikat arasındaki fark bile açıklanmamış. Dolayısıyla bu yazının aktarımı bu konu başlağına bir katkı getiremiyor.

Sayın sahnesarsan buraya ne getirdiğini düşünüyor acaba?

İnternette bulunan bir yazının böylece kopyalanıp yapıştırılışıyla bir iş mi yapmış oluyor?

Böyle mi sarsılıyor sahneler?
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ağustos 20, 2014, 12:11:19 ös
Yanıtla #144

Sirasiyla 2-
Doc.Dr.SELÇUK ÇIKLA
ROMANDA KURMACA VE GERÇEKLİK
Emma Bovary denen kız hiç yaşamadı ; Madame Bovary kitabı ise sonsuza dek yaşayacak.
Nabokov
İnsanlar "roman" hakkında konuşurken ya çok dikkatli olmak zorunda hissediyorlar kendilerini ya da akıllarına ne gelirse söylemeyi tercih ediyorlar. Herhalde her iki du­ rumda da söylediklerinin hem doğru hem de yanlış tespitleri içermesi ihtimalinin her za­ man için mümkün olduğunu biliyor veya fark ediyorlar. Çünkü bu "tür", hakkında ne
söylenirse söylensin hemen daima istisnaları da beraberinde getirmektedir. Romanın hacminin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği, temel orijininin nereden geldiği, hangi dönemde ortaya çıktığı, roman yazarının sanat anlayışının değeri veya geçerliliği, anlatıcı ve bakış açısının yazarla ilişkisinin muğlaklığı, kişi ve olayları gerçekçi olarak verip verememenin boyutları gibi daha birçok konuda hep farklı düşünceler hâkim ol­ muştur insanlar arasında. Diğer taraftan meraklıları, roman hakkında bilgilerini kuvvet­ lendirmeyi veya kesinleştirmeyi umarak okuduğu çoğu yazının sonunda oturduğu yer­
den kafası daha fazla karışarak ve bu konuda daha fazla, daha farklı şeyler okuma iste­ ği duyarak kalkmaktadır. Bunda okuru mazur görmek gerekiyor. Çünkü "roman", ade­ tâ ele aldığı "insan" kadar girift, anlaşılması, ele avuca sığması güç bir tür. O sebeple bu yazıyı okuyacak olanların yazı boyunca ileri sürülen bazı görüşlere hak vereceklerini, bazılarına da katılmayacaklarını şimdiden kestirmek güç değil.
Yaratıcının milyarlarca insanın yüzünü ve huyunu birbirlerinden farklı yaratmış ol­ ması gibi roman da insan elinde, henüz gelişimini tamamlamamış, sürekli gelişmeye de­ vam eden, sürekli kırılmalara uğrayan bir tür olarak, birbirine hiç benzemeyen on binler­ ce örneğe sahip olmuştur bugüne kadar. Romandaki kırılmalar hâlen insanı şaşırtacak boyutlarda devam etmektedir. Bu kadar kırılgan ve değişken bir tür hakkında genelleme­ lere vararak hükümler vermenin güçlüğü ortadadır. Böyle davranan bir araştırmacı her zaman için utanmaya/utandınlmaya hazır olmalıdır. Buna rağmen yine de roman hakkın­ da konuşurken ifade edilen çoğu düşüncenin "genelleme" havasında sunulmasının kaçı­ nılmaz olduğu da doğrudur. Araştırmacılar roman hakkında genel yargılara varmaksızın fikir beyan etmekte zorlanırlar çoğunlukla. Ancak roman konusunda varılan "genel" yar­ gıları okuyanların, bu yargılarda bir iç karşı koyuşun, "Bu yargı bütünüyle ne doğru ne
yanlış." deyişin, bir şüphenin, bir "Acaba?"nın sızısını duymalıdırlar her zaman.
Bu yazıda tartışma konusu olan "gerçeklik"; örneklerine özellikle XX. yüzyılda rastlanan ve sıra dışı bir kurguya sahip olan gerçeküstücü, postmodernist1 ve fantas­ tik romanlar dışındaki diğer bütün romanlar için söz konusu edilecektir. Zira bugün
gerçeküstücü, postmodernist ve fantastik romanlarda söz konusu olan gerçeklikle  klâsik, romantik, realist ve natüralist romanlar ile herhangi bir akıma bağlanamaya- cak çok sayıda romandaki gerçeklik arasında büyük farklar vardır. Gerçeküstücü, postmodernist ve fantastik romanlarda öncelikli olan iç gerçeklik, yani anlatıcıya (veya yazara) bağlanabilecek olan zihnî-hayalî bir iç gerçeklikken, diğer bütün ro­ manlarda öncelikli olan bu tür bir iç gerçeklikten daha çok zamanın, olayların, dış dünyanın ve roman kişilerinin iç dünyalarıyla uyum hâlinde bulunan bir gerçekliktir. Milan Kundera'nın "Roman gerçekliği değil varoluşu inceler. Varoluş, olup bitenler değildir. İnsan olanaklarının alanıdır. İnsanın olabileceği her şey, yapabileceği her şeydir."2 diye ifade ettiği düşünce, gerçeküstücü ve postmodernistlerin sanat anlayı­ şının ve gerçeklik alanı tasavvurunun sınırlarını işaret etmektedir. Söz gelişi postmo- dern bir romancıya göre insan zihninin ve hayalinin ulaşabileceği, kurabileceği her şey "olabilir" olandır ve bu da gerçekliğe uyar. Bu kabulün sınırları içine giren bir postmodern romanı okumaya başlayan bir kişinin, romandan bir şey anlamamış ol­ ma gerekçesiyle, romanı hemen elden bırakması ve romanın hiçbir gerçekliğe sahip
olmadığını düşünmesi çoğu zaman kaçınılmazdır. Yazar açısından ise romanında an­ lattığı her şey gerçekliklerle uzlaşım halindedir. Çünkü ona göre, anlattıkları varolu­ şun, insan olanaklarının alanındadır ve her şey gerçeklik sınırları içindedir.
Anlatı, Kurmaca ve Roman
Bugün Anlatı Bilimi3 adlı ayrı bir ilim dalının araştırma alanına giren anlatı, ede­ biyattan ve kurmacadan daha genel bir kavramı karşılar. Roland Barthes'in ifade et­ tiği gibi mit, efsane, fabl, masal, uzun öykü, destan, hikâye, trajedi, dram, komedi, pantomim, tablo, vitray, sinema, çizgi resim, sıradan bir haber ve konuşmalar gibi daha da artırılabilecek sayıda tür ve sayılamayacak kadar "anlatı" örneği vardır dün­ yada. Anlatı bütün zamanlarda, bütün yerlerde, bütün toplumlarda vardır. Anlatı in­ sanlık tarihiyle başlar ve dünyanın hiçbir zaman ve zemininde anlatısı olmayan bir insan, topluluk, halk veya millet var olmamıştır.4 Bu düşüncelerden de anlaşıldığı üzere yazılı veya sözlü, kalıcı veya geçici her söz ve metin birer anlatı örneğidir. An­ cak anlatılar içinde bazıları da vardır ki kalıcı ve edebî yönden değerli olmaları sebe­ biyle geleceğe ulaşmaktadırlar. İşte bütün anlatılar içinde her türlü edebiyat anlatıla­ rı, bunlar içinde de kurmaca anlatılar sanat dünyasında çok özel bir yere sahiptir.
Dünyada ilk insandan bu yana ses veya yazıyla meydana getirilen bütün metinler temelde iki gruba ayrılırlar: Gerçek hayatla birebir ilişkili olan kullanmalık metinler ve gerçek hayatla dolaylı bir ilişki içinde olan kurmacalık metinler. Kullanmalık me­ tin kavramı, göndergeleri gerçek dünyaya yönelen ve "yaşamın birtakım gerçek ya da olası durumları ile olgularını" betimleyen metinleri; kurmaca metin kavramı ise "yapısındaki özelliklerden dolayı, alımlanmasında, gönderici ile alıcının, kendine öz­ gü kuralları olan bir iletişim konumuna girmesini gerektiren"5 metinleri ifade eder. Kullanmalık metinler gerçekle kurdukları bağıntıyla, ona uyup uymamalarıyla doğ­ rulanırken, kurmaca metinlerin doğrulanmak için gerçeklere gereksinimleri yoktur. Çünkü kullanmalık metinlerde, metin ile yaşam gerçeklerinin birebir ilişki içinde bu­ lunması (ayrık-göndergelilik); kurmaca metinlerde ise, metnin kendi içinde yaşamın  gerçekleriyle birebir ilişki içinde bulunması (öz-göndergelilik) söz konusudur.6 Kullanmalık metinler sürekli değişen şartlar sebebiyle zamanla geçerliliklerini yitirip hızla eskirlerken, kurmaca metinler günlük hayatın ve bilimin gerçekleriyle
doğrulanmak zorunda olmadıklarından yüzyıllar boyunca tazelik, gerçeklik, evren­ sellik ve güncelliklerinden bir şey kaybetmezler. Geçmişte birçok bilim adamının ge­ liştirdiği çok sayıda "bilimsel" kuramın geçerliliğini yitirmesine karşın İnsanlık Ko­ medisi, Don Kişot ve Madame Bovary gibi kurmaca eserlerin canlılıklarını hâlâ ko­ rudukları göz önüne alınırsa bu savın doğruluğu ortaya çıkar.7
Her iki grup metnin türleri ve örnekleri arasında büyük çeşitlilik mevcuttur: He­ men her konudaki makalelerden günlük hayattaki konuşmalara, gazete haberlerinden salt bilimsel metinlere, çeşitli konulardaki görüş ve tecrübelerin dillendirildiği dene­ me yazılarından tarih metinlerine kadar çok geniş bir yelpazede seyreden ve edebî yönleri pek zayıf olan veya bu yönleri hiç bulunmayan kullanmalık metinler birinci grubu oluşturuyor. Kurmaca metinler ise ilk çağların bugün için gerçeklik/kurmaca- lık derecesini bilmediğimiz mitolojik efsanelerinden destanlara, masallardan fabllere, dram, komedi ve trajediden şiire, romanslardan modern hikâye ve romana kadar yine çok büyük bir çeşitlilik gösteren ve edebî yönleri üst düzeyde bulunan metinlerdir.
Heykel, resim, fotoğraf, sinema gibi sanat eserlerini de "kurmaca" saymak mümkün olmakla birlikte genel geçer anlayışa göre kurmaca deyince akla gelen ilk ve tek alan hemen sadece edebiyattır. Edebiyat dünyasının iki kutbundan anı, gezi yazısı, fıkra, mu­ sahabe gibi yazarların kendi hayatlarını, tecrübelerini, hislerini ve düşüncelerini bir ne­ vi kurgulayarak anlatma gayretiyle yazdıkları (yarıitibarî, yarı kurmaca)8 eserler de; şi­ ir, hikâye, roman, dram, trajedi, komedi gibi bütünüyle kurmaca olan eserler de temel­ de insan için yazılan, sadece insanı çeşitli yönleriyle ele alan ve en önemlisi de bir baş­ ka benzeri olmayan, her biri biricik olan eserlerdir. Bu biricik-oluş adetâ her bir insanın biricikliği gibi "bir ikincisi olmayan, bir diğerine benzemeyen" bir yapıyı ifade eder.9
Kurmaca türler içinde özel bir yere sahip olan romana gelince, bugünkü (modern) roman, bütün sanat dalları içinde insan hayatını, insan denen esrarengiz varlığın şekil­ den şekle giren psikolojik dünyasını, tarafımızdan öğrenilmesi, bilinmesi, görülmesi ve sezilmesinin zevk verdiği bizim dışımızdaki insanları ve hayatları tutarlı ve gerçek­ çi olarak anlatabilme kabiliyeti olan en yaygın bir tür olarak ferdî ya da evrensel insa­ nı ve bu insanın iç dünyasının akıl almaz değişkenliğini anlatma yolunda büyük geliş­ me kaydetmiştir. Hatta insanların, uzunluğuna bakmadan roman okumalarının neden­ lerinden birisinin hayalî de olsa başka insanların ve hayatların sırlarına vakıf olmak is­ temeleri olduğunu söylemek mümkündür. Yalnız burada hemen şu sorular akla gel­ mektedir: Romanlarda anlatılan insanlar ve hayatların dış dünyadaki insanlar ve hayat­ larla ilgisi nedir? Romanlardaki gerçeklik ile dış dünya gerçekleri arasında nasıl bir benzerlik bulunmaktadır ve romanda "gerçek" neyi ifade etmektedir?

"Gerçek" Nedir ve "Romanda Gerçek" Neyi İfade Eder?
Romanda nasıl bir gerçeklik vardır? İdeolojik veya dinî bir gerçeklik mi, yoksa insanî yani evrensel bir gerçeklik mi? Bu gerçekliği kim veya kimler açısından arayabiliriz? Yazar veya okur açısından mı yoksa salt metin içi bir gerçeklik mi arayacağız romanlarda? Bu gerçekliği metnin bütününde mi yoksa kişiler, zaman, mekân, tasvir ve teknik öğeler gibi ayrı ayrı her bir unsurda mı aramalıyız? Sosyalist, kapitalist veya İslâmî bir dünya gö­ rüşünün gerçeklik anlayışına göre mi bir gerçeklik arayacağız romanlarda? Aradığımız gerçek; hümanist, romantik, realist, natüralist, modernist veya postmodernist bir gerçek mi? Diğer taraftan birer okur olarak her birimizin romanlardaki gerçeklik öğelerini ve uy- gulamalarını doğru olarak tespit edebilmemiz ne kadar mümkün olabilir? Kurmaca anla­ tılar hayal, yalan,10 uydurma olduklarına göre, bu anlatıların bir çeşidi olan romanlarda, yani hayal, yalan ve uyduruk olanı barındıran metinlerde "gerçek'i aramak ne kadar doğ­ rudur ve bu eserlerde "gerçek" denen şey ne derecede bulunabilir/bulunabilir mi?
Meselenin açıklığa kavuşturulması yolunda ilk önce en basit şekliyle gerçek'le neyin kastedildiğini anlamak gerekiyor. Konumuz açısından gerçek kelimesinin iki önemli karşılığı var: Biri "doğru" olan, diğeri de "gerçek'in ta kendisi". Şöyle ki; gerçek, bilgisel meselelerde "doğru"yu, olgusal meselelerde de "hakikat"e yakın bir anlamı olan "gerçek"i ifade eder. Romanlarda yer alan maddî bilgilerin, doğruluk yö­ nünden gerçek olup olmadıkları; olgu, olay, davranış ve konuşmaların da doğallık ve gerçekçilik yönünden, yani anlatılanların günlük hayatla yakından ilgili, hayatın ger­ çeklerine uygun bulunup bulunmama noktasında gerçek veya gerçekçi olup olmadık­ ları tartışılabilir. Birinci durumda "gerçek"; yalan olmayan, doğru olan karşılığında, ikinci durumda ise, insan hayatının ırk, örf, çevre, din, eğitim seviyesi, toplum haya­ tı, ruh hâli, ekonomik durum veya genel anlamda evrensel yaklaşımlar ve hayatın gerçeklerine uygunluk yönünden yansıtılıp yansıtılamadığı bağlamında ele alınabilir. İşte romandaki "gerçek" ve "gerçeklik"i her iki durumdaki gibi, bilgilerin doğruluğu ile olgu, olay, davranış ve konuşmaların doğal olup olmaması ve hayatın gerçekleri­ ni yansıtıp yansıtamaması bakımından dikkate almak gerekmektedir.
Gerçek'in, doğru'yla büyük bir yakınlığı var. Doğru, yanlış ve yalan olmayandır. Yan­ lış ve yalan olan "doğru" değildir ve "gerçek" olamaz. Özellikle tarihî, biyografik ve oto­ biyografik romanlarda olay ve kişilerle ilgili gerçeklere hiç de uymayan bir şekilde çarpıt­ malar yoluyla anlatılanlar eserin gerçekçiliğine darbe indiren unsurlar hâlinde karşımıza çıkarlar. Var olan iki türlü gerçekten birincisi bu anlamda olaylara bağlı, belirli bir yer ve zamana ait, dar manasıyla tarihî, bilgisel gerçek; diğeri ise kavramlara bağlı, felsefî, olgu­ sal gerçektir11 ki bu gerçek, tek kelimeyle, herhangi bir romandaki olay, davranış ve ko­ nuşmaların hayatın gerçeklerine uyup uymaması ile ilgili bir meseledir.
Tarihî, bilgisel, felsefî, psikolojik, sosyolojik yönleri bulunan her iki tür gerçek'i de, okuduğumuz romanlarda öyküler sayesinde kavrarız. Bilindiği gibi masal, destan, fabl, hikâye gibi romanda da esas olan öykülemedir, yani bu türler öykü üzerine kurulurlar. Bir insanın, bir ailenin, bir toplumsal tabakanın hayatını öyküler romanlar. Forster'in de­ diği gibi "Öykü romanın temelidir; öykü yoksa roman da yoktur. Bütün romanların en büyük ortak yönü budur."12 Peki öyküler neyi anlatır? Romanlardaki hayatların, hikâ­ yelerin "olmuş veya olması mümkün olayları anlatma" prensibi üzerine kurulduğu ma­ lumdur. Ancak bir roman yazarının kısmen veya bütünüyle gerçek bir olayı ve tanıdı­ ğı/bildiği insanları anlattığı zaman bile bildiklerini, hissettiklerini roman formu içine  yerleştirirken bilerek veya bilmeyerek bazı gerçekleri değiştirdiği, bozduğu, yumuşattı­ ğı, sakladığı veya abarttığı da bir vakıadır.13 Zaten masal, destan, mesnevi, halk hikâye­ si, hikâye ve roman gibi eserleri tarih, biyografi, günlük, hatıra ve seyahat yazısı gibi eserlerden ayıran en temel özellik birincilerin çoğunlukla ve bütünüyle itibarî14 olay ve kişileri, ikincilerin ise gerçek, yaşanmış olayları ve yaşamış kişileri ele alıyor olmaları­ dır. Zira edebî eserlerde olaylar, tarihî ve yaşanmış olandan farklıdır. Meselâ hiçbir ro­ manın tarihî ve yaşanmış olayları olduğu gibi anlattığı iddia edilemez. Bu eserlerde ger­ çek, değişikliğe uğrayarak edebî eserin dünyasına girer. Bu nedenle hayatın gerçeği ile sanat eserinin gerçeği birbirinden farklıdır. Nitekim çok gerçekçi olduğu iddia edilen ro­ manlar bile yaşanmış olanı değil, gerçeğe uygun olanı dikkatlere sunmaktadırlar.15
Romanda Gerçeklik
Kurmaca'nın son yüzyıllar içinde en çok rağbet gören türlerinden biri olarak "Roman gerçeklikle kurmacalık arasında bir yerde, ama kurmacalık vasfı daha ağır basan, gerçekliği ancak malzeme olarak kullanıp, onu bozan ve dönüştüren bir yapı­ ya sahip"16 edebî bir türdür ve "Gerçek bir romancı, bize dış dünyanın gerçeğiyle sübjektif tecrübenin cazibesini birlikte sunar."17 Roman adetâ bir illüzyondur, gerçe­ ği çok boyutlu olarak gösteren, değiştiren, okuru kendi içine hapseden bir illüzyon.18
Edebî eserler düşünce, hayal ve his gibi üç öğenin farklı seviyelerdeki işbirliği ile yaratılırlar. Düşünce, hayal ve his'lerin akıl almaz değişkenliği dikkate alındığında, bu üç öğeyle kurulan edebî ürünlerin hiçbirisinin birebir gerçeklikleri anlatamayacakları, yani bu eserlerde gerçek hayatlardan bahsediliyor dahi olsa, anlatılanların yaşanıp geç­ mişle kalmış olan gerçek hayatı asla tam olarak aksettiremeyecekleri açıkça ortaya çı­ kar. Diğer taraftan dil gerçekliğinin de; acıları, mutlulukları, her türlü duygu, düşünce ve yaşantıları, uyumluluk veya çatışma hâlindeki insanlar arası ilişkileri yani nesnel ger­ çekliği, yaşadığımız hayatın gerçekliğini tam olarak ifade edemeyeceği, anlatamayaca­ ğı ve hissettiremeyeceği kesindir. Ancak romanlarda bazı ferdî veya evrensel gerçekle­ rin bulunduğu da gün gibi aşikardır. Bu iki kutup arasında roman açısından gerçek'in ne olduğunu tespit etmek; hayal, yalan ve uyduruk olan romanların içinde gerçek'i aramak ve bulmaya çalışmak suya tadını veren şekeri suyun içinde aramak kadar zordur. Kısa­ cası romanda gerçeği ve gerçekçiliği ortaya çıkarmak hem kuramsal düşünüşün hem de örneklerin iş birliğiyle biraz daha açıklığa kavuşturulabilecektir.
"Romanda Kurmaca ve Gerçeklik" konusunda "kurmaca" karşısına çıkarılan ke­ lime "gerçeklik", yani "kurmaca olmayan"dır. Kurmaca; yalan, uydurma, yapıntı, hayalî kurgu olduğuna göre gerçeklik'in en basit karşılığı da doğru ve gerçek olan, uydurma ve hayalî olmayandır. Peki, öyleyse büyük oranda yalan olanın içinde doğ­ ruyu, uyduruk olanın içinde gerçeği, hayalî olanın içinde gerçekçi olanı nasıl ayırt edebiliriz? Bu soru karşısında en rahatlatıcı cevap şudur: Bir roman, her ne kadar ya­ lan, uydurma ile inşa edilmiş olsa da romanda anlatılanlar (kişiler, olaylar, davranış­ lar, konuşmalar, zaman, mekân tasviri vs.) -çoğu zaman- hepimizin bildiği, bir ben­ zerini çevremizde gördüğümüz, duyduğumuz veya hayalimizde canlandırabildiğimiz dünyadan alınarak anlatılmışlardır. O hâlde bir roman ne kadar yalanla, uydurukla dolu olursa olsun, bu yalanlar ve uyduruk hayatlar gerçek hayatta benzerleri görüle­ bilir olduklarından romanlardaki her bir olayın, her bir konuşmanın, her bir davranı­ şın, bazen her bir duygulanışın tecrübelerimizle ne kadar örtüştüğünü veya çatıştığı­ nı görmek/sezmek bile roman içi gerçeklikle roman dışı gerçeklik arasında bağlar kurmamız kolaylığını sağlar bize. Nitekim izlediğimiz bir film, komedi dizisi, tiyat­ ro oyunu veya okuduğumuz bir romandan zevk almamız, onları anlamamız, onların üzerimizde çeşitli etkiler yapması veya izler bırakması ve zihnimizde onları yorum- layabilmemiz bu sanat ürünlerinin etkileyiciliğinden ve başarısından ziyade hayatın felsefî, ferdî veya evrensel gerçekleriyle yakın ilişki kurmuş olmalarından dolayıdır.
Roman karmacadır ve romandaki gerçeklik de kurmaca bir gerçekliktir. Kurmaca gerçeklik, kurmaca eserin kendi içinde tutarlı ve gerçekçi olmasıdır. Roman hayatın ger­ çeklerini kendi iç gerçekliği hâline getirerek sunar. Bütün realist ve natüralist romancı­ ların gözlemledikleri kişi ve olayları mümkün olduğunca birebir yansıtmadıkları, bu ki­ şi ve olayları gerçeğe benzer olarak vermeye çalıştıkları malumdur. Söz gelişi Stend- hal'in Julien Sorel ve Flaubert'in Emma Bovary'sini "inceleyen araştırmacılar, onların, nüfus kütüklerinde adları sanları yazılı, başlarından geçen olaylar belli olan, gerçekten yaşamış kişiler olduğunu meydana çıkarmışlardır. Ama bunlar romana geçerken, yaşa­ yışlarında oldukları gibi mi Kızıl ile Kara'ya, Madame Bovary'e geçmişlerdir?"19
Kurmaca metinler, bizim bildiğimiz, duyduğumuz, gördüğümüz insanların, mekânla­ rın, olayların, duyguların, zamanların benzerlerini sunarlar bize, ancak dış dünya gerçek­ liği ile kurmaca dünya içinde verilmeye çalışılan gerçeklik, temelde birbirlerinden bir hayli uzak iki kutbu temsil ederler. "Bir yanda dış dünya göndergelerinin nesnelliği, ya­ şanmışlığı, bilinirliği, öte yanda kurmaca dünyasının yaratıcılığı, soyutluğu, çok anlamlı­ lığı. Kurmaca anlatı, gerçeklik izlenimi yaratarak düşsel bir olayı, kişilerini, zamanını, uzamını «gerçeğe benzetmeye» yönelir; bir yandan kurmaca özelliğini ortaya koyar, öte yandan gerçekliği gerçeğe en yakın biçimiyle ifade edebileceğini vurgular."20 Ancak na­ sıl ki bireyler dış dünyadaki olayları, gerçekleri farklı farklı yorumluyor, seziyor ve algı­ lıyorlarsa, kurmaca gerçeklikleri de kültürel birikimlerine, ideolojik veya dinî anlayışla­ rına, kişisel ilgi, dikkat ve meraklarına göre farklı farklı algılar, sezer ve yorumlarlar.
"İmgelerin nesnelerin yerine geçemeyeceği", "her sanatçının renk ve şekilleri", insanla­ rı ve tabiatı "kendi mizacına göre, başka başka yollardan kavradığı" gerçeği, "nesnel görüş diye bir şeyin var olmadığını göstermez, olsa olsa nesnel gerçekliğin yansıtılışında bireysel üslupların farklılığını gösterir. Çünkü, bir nesneyi yeniden ortaya koyan kişi, yani imge üre­ ticisi, bu yeniden yaratım süreci içerisinde duygularından bağımsız bir yol izleme olanağına sahip değildir."21 Keza çok gerçekçi edebî bir metin de nihayetinde kurmaca bir metindir ve yaşananların keskin ve açık gerçekliğini kurmaca eserin aynen yansıtabilmesi mümkün de­ ğildir. Ancak kurmaca eserler arasında farklı seviyelerde gerçekçi olan çok sayıda eser de yok değildir. Söz gelişi Stendhal, Kırmızı ve Siyâh'ı gerçekten yaşanmış olan Berthet ve La- forgue olaylarından esinlenerek yazmıştır. O, bu romanında Julien Sorel'in yaşadığı devirde­ ki Fransız toplumunu bütün ayrıntılarıyla gözler önüne sermek istemiştir. Romanın bir alt başlık olarak "1830 yıllarının tarihî olayları" ifadelerini taşıması yazarın amacının tamamıy­ la gerçekçi bir roman ortaya koymak istediğini kanıtlamaktadır zaten.22

Bir roman ne kadar marjinal, bilimkurgu, ütopik, mitik olursa olsun muhakkak az veya çok bir "gerçeklik"e sahiptir. Yani milyonlarca anlatı örneğinin hepsinin farklı seviyelerde gerçekçi olan ve olmayan yönlerinin olması kaçınılmazdır. Kişiden kişi­ ye, inanıştan inanışa, yaşayıştan yaşayışa değişen gerçekler olmakla birlikte yine de her romanda okuyucularının büyük çoğunluğunun fikir birliği yaptığı evrensel ger­ çekler, gerçekçi tasvirler ve anlatımlar da söz konusudur.
Her romanın gerçekliği kendi içinden, yazarının sanatından ve okuyucunun algı dünyasından hareket ederek şekillenen bir yapıdır. Aksi takdirde edebî eserlerdeki farklılıkları başka türlü izah etmek mümkün değildir. Bir romanı eline alan "okuyucu" o romandaki gerçekliğin seviyesini kendi duygu ve düşünce dünyasından, yazarın ya­ rattığı kişi ve olaylar açısından, ancak eseri temel alarak anlamaya çalışır. Yani bir ro­ mandaki gerçeklik veya gerçek dışılık tek cepheli bir mesele değildir. Ancak esas olan, yazarın okuyucuya sunduğu metindir. Öyleyse önemli olan metin içi gerçekliktir.23
Romandaki iç gerçekliği ayrıntılarda aramak gerektiği akıllardan uzak tutulmama­ lıdır. Ayrıntılar, tek tek bir araya gelir ve bütünü oluştururlar. Hiçbir ayrıntı önemsiz ve küçük değildir. "Orijinallik ve gerçeklik yalnızca ayrıntıdadır."24 İnsan da hayat da çok karmaşık ve akıl almaz ayrıntılarla doludur. Bir romanın gerçekçiliği yazarın titizliği, ayrıntılara "gerçeklik" açısından dikkat etmesi, hayatın gerçeklerine riayet etmesi sa­ yesinde meydana gelir. Avrupa'da söz gelişi Stendhal ve Balzac'ın yaptığı da göze çar­ pan her şeyi, gördüklerini kılı kırk yararak anlatmak olduğu için bu romancılar adetâ dönemlerinin bir tarihini anlatmış, toplum haritasını yapmışlardır.25 O hâlde romanda kişilere, mekâna, zamana, olay örgüsüne, tarihî, toplumsal ve insanî gerçeklere uyum ancak bu öğelere ait ayrıntılarda gerçekçi olmaya bağlıdır ve eserin gerçekçiliğini ze­ deleyen de ayrıntılara dikkat edilmemesinden kaynaklanır. Aslında bize gereksiz gibi
görünen birçok ayrıntı, Çehov'un tüfeği26 gibi farkına vardığımız veya varmadığımız yerlerde, ama mutlaka, patlayan ve romanın bütünlüğü içinde gerçekçiliği sağlayan, adetâ makine vidaları gibi rol oynayan birer yapı taşlarıdır.
Birçok farklı seviye ve mevkiden kişiler tarafından okunan herhangi bir romanın ger­ çekçiliği hakkında hem objektif ve çoğunluğun kabul edeceği hem de kişiden kişiye deği- şen27 yorumlara ulaşmak da her zaman için mümkündür. Diğer taraftan eserin farklı yerle­ rinde adetâ insan kalbinin atış grafiğindeki gibi gerçekliğin de değiştiği, zikzaklar çizdiği görülür.28 Bu muhakkak her roman için böyledir. Öyleyse romanlardaki gerçeklik ve ger­ çekçilik hakkında bilmemiz gereken en önemli hususun, her halükarda metnin temel alın­ ması gerektiğidir. Romandaki gerçekçiliği ister kendi açımızdan, ister belli bir akıma göre, ister tarihî bilgiler ışığında, isterse sosyolojik veya psikolojik yönlerden irdeleyelim, sonuç­ ta esas alınan metindir, romanın kendisidir. Bu durumda roman sayısınca farklı sayıda ger­ çeklik grafiği vardır demek mümkündür. Nitekim bugüne kadar çok sayıda roman okumuş olan herkes her romanda farklı bir gerçeklik sunumunun olduğunu açıkça görmüştür.
Roman ve Gerçek Hayat Arasındaki İlişki
İnsanların büyük bir kısmı romanı "yaşamla ya da romanlardaki gerçek dünyayla il­ gili bilgi edinmek için"29 okumuyorlar. Nitekim okur olarak hepimiz en başta okuduğumuz romanın kurmaca bir dünyayı ve bu dünyanın insanlarını anlattığını biliriz, fakat romanın kurmacalığından daha çok gerçeklik yanına dikkatimizi yoğunlaştırırız. Çün­ kü, Umberto Eco'nun dediği gibi "Bir anlatı metniyle karşı karşıya gelmenin temel ku­ ralı, okurun sessiz bir biçimde yazarla, Coleridge'ın 'inançsızlığın askıya alınması' adı­ nı verdiği bir kurmaca anlaşması'nı kabul etmesidir. Okur, kendisine anlatılanın hayal ürünü bir öykü olduğunu bilmelidir; ancak bu, yazarın yalan söylediğini düşünmesini gerektirmez. Searle'ün belirttiği gibi, yazar gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davra- nırız."30 Böyle bir tavır alış okura, bu okur örnek okur31 dahi olsa, ister istemez eserden az veya çok etkilenmenin yolunu açar. Okur, roman kişilerinin acılarına onlarla birlikte üzülebilir, sevinçlerine o da katılabilir. Zaman zaman roman kişilerinden bazılarının ta­ rafını tutar ve onları sever, sevdiklerinin düşmanlarına o da düşman olabilir.
Romanlarda anlatılanların günlük hayatta gerçekten yaşanmış olduğunu düşünerek bazı teşebbüslerde bulunmak; okurun, gerçekçiliği aşırı derecede ciddîye aldığını göste­ rir ve böyle bir örnek ister istemez bir ampirik okur32 ile karşı karşıya olduğumuzu gös­ terir. Bu konuda Umberto Eco'nun verdiği şu örnek çok çarpıcıdır: "Foucault Sarkacı ad­ lı romanımı yayımladıktan sonra, yıllardır görmediğim eski bir çocukluk arkadaşım ba­ na şunları yazdı: 'Sevgili Umberto, sana yengemle amcamın dokunaklı öyküsünü anlat­ tığımı anımsamıyordum, ancak bu öyküyü romanın içinde kullanmış olmanı doğru bul­ muyorum.' Romanımda, anlatının kahramanı Jacopo Belbo'nun amcasıyla yengesi olan bir Carlo amca ile bir Caterina yenge hakkında birkaç bölüm anlatıyorum; bu insanlar gerçekten de yaşamıştır: Birkaç değişiklikle de olsa ben çocukluğuma ait bir öyküyü, ad­ ları farklı olan bir yengemle amcam hakkındaki bir öyküyü anlatmıştım. O arkadaşıma Carlo amca ile Caterina yengenin benim amcamla yengem olduğunu, dolayısıyla onlarla ilgili bir telif hakkımın bulunduğunu, onun yengesiyle amcası olduğundan bile haberim olmadığını yazdım. Arkadaşım özür diledi: Öyküyle öylesine özdeşleşmişti ki, kendi am­ casıyla yengesinin başından geçen olayları romanda gördüğüne inanmıştı."33 Bu örnekte de görüldüğü gibi bazı romanlarda yaşanmış olayların ve yaşamış kişilerin anlatılmış ol­ ması kaçınılmazdır, ancak tarihî, siyasî veya herhangi bir romanda anlatıldığı bilinen bir eski olay vs. bir mahkeme için, bilim için bir veri, belge niteliği taşıyamaz. Yani "... ro­ manı, yanlış bir anlayışla ciddiye almak, onun hayalî olduğunu bazen unutup onu, bir iti­ raf, gerçeğin hikâyesi, bir hayatın ve devrin tarihi olarak görmek, bir belge, bir tarihçe olarak kabul etmek"34 mümkün değildir. Çünkü hayal ürünü (kurmaca) olayların, kişile­ rin, mekânların, göndermede bulundukları gerçek dünyaya bütünüyle uymasını bekle­ mek aşırıya gitmek olur.35 Ancak, edebiyat eleştirisi alanında yazar ve şairlerin eserleri­ ne az veya çok kendi hayatlarından bazı şeyler aksettirdiğini ileri süren eleştiri yöntem­ leri de vardır ki bu yöntemlerin ileri sürdüğü düşünceleri yabana atmak hiç de doğru ol­ maz. Son dönemlerde bu konuya pek ilgi gösterilmemekle beraber, gerçekte her yazar ve şairin eserlerine hayatlarından bazı nüanslar aksettirdikleri doğrudur.36 Diğer taraftan, ro- manlardaki bazı olay ve kişilerin benzerlerinin gerçek hayatta da görülmesi romanın ger­ çek hayatla eşdeğer olduğunu veya romanların günlük hayatı etkilediğini düşünmemizi asla gerektirmez. Bu durumu birkaç örnekle değerlendirmek yerinde olur:
1. Gustave Flaubert, Louise Colet'e yazdığı bir mektubunda şöyle diyor: "Dün değil, evvelki gün, Touques ormanlarında bir suyun kenarındaki güzel bir yerde si­ gara izmaritleri ve pasta kırıntıları buldum. Burada bazı kişiler piknik yapmışlardı.
'Kasım' (November) adlı eserimde, on bir yıl önce, böyle bir manzarayı tasvir ettim. Tasvirim, tamamen hayaliydi, fakat ertesi gün gerçek oldu. Emin olunuz ki, bir ya­ zarın yarattığı her şey gerçektir. Şiir, geometri kadar gerçektir. Tümevarım, tümden­ gelim kadar doğru bir metottur. Üstelik insan, belli bir seviyeye eriştikten sonra, ru­ hî olaylar hakkında herhangi bir hata yapmıyor. Benim zavallı Bovary'm, hiç şüphe­ siz ki, şu anda Fransa'nın her kasabasında ıstırap çekiyor ve ağlıyor."37
Şimdi Flaubert'in çok samimî olarak dile getirdiği bu düşüncelerine biz de çok samimî olarak inanacak olursak, o zaman Flaubert'in bu sözlerini "hakikat" gibi te­ lakki etmemiz gerekecektir. Ancak hangi birimiz kendi hayatımızın veya merak etti­ ğimiz bir hayatın geçmişte yaşanmış veya gelecekte yaşanacak maceralarını, sayfa­ ları arasında bulmak için roman okur. Hiçbirimiz şimdiye kadar böyle anlamsız bir çabanın içinde bulunmadığımız gibi, bundan sonra da böyle bir kâğıt varlığın herhan­ gi birkaç sayfasında hayatın/hayatımızın on binlerce olayı, düşünce ve duygusundan birkaçını dahi olsa haritası elde bulunmayan bir define arar gibi de aramayacağız. Ayrıca sadece Madame Bovary ve geçmişte yazılmış roman kişileri değil, bundan
sonra yazılacak romanlardaki birçok kişi de yaşamış veya bugün hâlen yaşayan in­ sanların benzerleri olarak var olacaktır.
2. Tevfik Fikret, Serveti Fünûn'a yazdığı bir Musahabei Edebiyye'de (S. 476, 26 Nisan 1900, s. 115) Halit Ziya ile romanların sosyal hayattaki tesirleri üzerinde ko­ nuşurlarken, Halit Ziya'nın, kurumlanarak:
"Evet, hiç şüphe yok! Hayat romanları değil, romanlar hayatı yapıyor!"38 dediğini belirtir. Flaubert gibi Halit Ziya da, bu sözü bir heyecan anında söylemiş olmalı. Çünkü romancı hayalî veya gözlemlere dayalı bir hayat kurar; ancak o hayat veya o hayatın benzerleri romandan önce var oldukları gibi, romandan sonra da var olacaklardır. Zaten roman olan veya olabilir olanı anlattığına göre, o, ya olan açısından gerçekleşmiş, ya­
şanmış hayatlardan veya olabilir olan açısından da gerçekleşmesi, yaşanması mümkün görülen hayatlar hakkında ihtimallerden bahsediyor demektir. Hiç şüphesiz ki Genç Werther'in Acıları ve Tom Amca'nın Kulübesi'nde39 olduğu gibi, romanın etkilediği in­ sanlar yaşamış ve romanın ateşlediği olaylar yaşanmıştır dünyada. Ancak çoğu romanın insanlar üzerindeki tesiri çok az, zayıf ve sınırlı olmuştur. Nitekim roman dünyasına gi­ ren okurun romanı okumayı bıraktığı ve hayatın gerçekleriyle yüz yüze geldiği andan itibaren romanın etki alanından çıktığı da açıktır. Söz gelişi bizler de hayatımızın birçok
aşamasında roman okumaya devam ederiz, ancak bizi, hayatımızı yapacak kadar derin­ den etkileyen, hayatımızı değiştiren hemen hiçbir romanla karşılaşmamışızdır. Üstelik bir "roman"ın insanları derinden etkilemesi birçok faktöre bağlıdır; romanda anlatılan­ ların okurun iç (his ve düşünce) dünyası ile son derece örtüşmesi veya çatışması; roman­ daki olayların, kişilerin, konuşmaların, mesajların romanın yazıldığı dönemin ulusal ve­ ya evrensel meseleleri ile son derece uyuşması veya çatışması gibi.
Kısacası romanın tarih boyunca icra ettiği fonksiyon, çoğunlukla, hayatı yönlendirmek değil, bilâkis hayatı sadece aksettirmek, yani roman-ayna benzetmesinde ol­ duğu gibi ayna görevi ile hayatın, yaşanan hayatın bir sahnesini, bir benzerini gözler önüne sermek olmuştur.
Romanda Gerçekçiliği Etkileyen Bazı Unsurlar
Günlük hayatımızda şahit olduğumuz veya güvenilir bir kaynaktan duyduğumuz olaylar ne kadar ilgi çekici, olağan dışı olursa olsun, bu olayların gerçek olduğunda şüp­ heye düşmeyiz. Romanlarda sözü edilen olaylara ise kurmaca dünyanın gerçekleri ola­ rak inanır, romanda anlatılardan olmuş gibi farz ederek okuruz çoğunlukla. Yani örnek okur olduğunu düşünen bir kişi ampirik okur tarafının da olduğunu unutmamalıdır hiç­ bir zaman. Her ne kadar romanlardaki olaylar ve kişiler hayatın gerçekleriyle birebir ör- tüşmüyorsa da, çoğu yazar okurlara sunduğu metni mümkün olduğunca gerçeğe benzet­ meye çalışır. Bu çaba içinde söz gelişi romandaki bazı olaylar gerçek dışı gibi geliyor­ sa okura, bunun sebebini romancının uyguladığı teknikte aramak gerekir. Çünkü roman­ daki kişi, olay ve tasvirlerin gerçekçi bir şekilde sunulabilmesi için romancının bazı an­ latım tekniklerini başarılı bir biçimde kullanmış olması gerekmektedir.
Bir romanın gerçekçiliği yazarın anlatımda gösterdiği maharete bağlıdır. Roman eleştiri ve kuramının "Roman Tekniği" başlığı altında öngördüğü anlatım teknikleri­ ne uyan yazarlar eserlerindeki kusurları azaltma noktasında büyük başarı sağlamış­ lardır. Şimdi okurun, bir romanın gerçekçi olup olmadığını sezmesine katkıda bulu­ nan unsurlardan romanın gerçekçiliğine en çok etki eden birkaçını değerlendirelim:
A. Anlatıcı ve Yazarın Pozisyonunun Gerçeklik Açısından Değeri
Her anlatılan şeyin olduğu gibi romanın da bir anlatıcısı vardır40 ve anlatıcının yazardan farklı bir figür olduğu özellikle vurgulanır. Gerçekten de anlatıcı yazardan farklıdır, ancak bu farklılık nedeniyle romanda anlatılanların yazarı değil de anlatıcı­ yı bağladığı iddia edilemez. Hiçbir yazar "Efendim! Filanca romanımda konuşan, olayları, kişileri, mekânı anlatan, tasvir eden kişi ben değilim, bütün bunlar benim dı­ şımda (birinci veya) üçüncü şahıs bir anlatıcının işi." deme hakkına sahip değildir. Nitekim bugüne kadar hiçbir yazar romanın kapağına kendi adının yerine anlatıcının adını veya sıfatını yazmamıştır. Ancak bizler elimize aldığımız herhangi bir roman­ da, okuma süreci boyunca, yazarı değil de anlatıcıyı muhatap alırız kendimize.
Anlatım tekniği ve bakış açısı yönünden bakıldığında anlatıcıyı dikkate almak zo­ rundayız elbette.* Ancak şu da bilinmelidir ki aslında romanda her ne anlatılıyorsa bütününün altında yazarın parmağı vardır. Çünkü en gerçekçi, en tarafsız olduğa id­ dia edilebilecek bir romana hayat veren yazar bile romanını tecrübelerinden, çevre­ sinden, aile eğitiminden, kültüründen, duygularından, hayallerinden, dininden, ırkın­ dan, araştırma veya deneylerinden, dünya görüşünden ve sanat anlayışından hareket ederek yazmıştır. Meselâ "Madame Bovary'nin içinde yaşadığı toplumsal çevre, tıp­ kı Madame Bovary'nin kendisi gibi, Flaubert tarafından, kendi amacına uygun bi­ çimde yaratılmıştır.... Kitabı ateşleyen ilk önemsiz dürtü ne olursa olsun, Flaubert Fransa'sındaki koşullar ya da Flaubert'in bunları yorumlayışı nasıl olursa olsun, kitapta olup bitenler yalnızca Flaubert'in zihninde olup bitmektedir."41 Diğer taraftan bazı romancıların, roman kişilerinin veya olayların kendi kontrollerinden çıkarak ya­ zarı belli bir yöne doğru sürüklediği yolundaki örneklerde bile her şeyde yazarın his­ leri, düşünceleri, bilinçaltı ve hayalleri tetikleyici rol oynar. O hâlde romanın tek ve yegane yaratıcısı yazardır ve anlatıcı yazarın roman içinde olup biteni aktarmakla gö­ revlendirdiği kurmaca figürden başka bir şey değildir.**
Romancının, roman dünyasını, bu dünya içindeki kişileri, tabiatı, olayları üstten/yu- karıdan gözetleyen ve yönlendiren bir "tanrı" olarak görülebileceği yolundaki yaklaşım "romancı" ve "tanrı"nın işlevselliklerindeki büyük farklılık nedeniyle pek de mantıklı bir yaklaşım olarak değerlendirilemez. Çünkü "tanrı" dünyayı belli bir nizam üzerine yaratmış ve insanları yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmek koşuluyla serbest bırak­ mıştır. Romancı ise roman dünyası içindeki insanları özgür bırakmaz ve onları istediği gibi yönlendirir. Yani romanı, kişileri/olayları anlatan ve romanın içine daha yakın olan bir "anlatıcı" vardır, ancak romanın dışında da romandaki gerçekleri bilinçaltı, bilinç dışı, aile ve toplumsal çevre, din-töre-gelenek unsurları, duygusal yapı, fizikî ve psiko­ lojik yapı, yaşanan coğrafya ve her türlü kültürel öğenin şekillendirdiği kendi bakış açı­ sından bize aktaran bir aktör olarak "yazar" vardır. O hâlde roman yazarının tam anla­ mıyla tarafsızlığından söz edilemez. Yazarın tarafsızlığı olsa olsa evrensel gerçekleri anlattığı zaman tam anlamıyla vuku bulabilir veya romancıyı, illa, roman dünyasına
yukarıdan ve dışarıdan bakan bir tanrıya benzetecek olsak bile, bu tanrı kılıklı kişinin, roman dünyasına "tanrı" kadar tarafsız yaklaşmadığını/yaklaşmak istemediğini veya bunu istese de başaramadığını/başaramayacağını hiç akıldan çıkarmamak gerekecektir.
Araştırma ve tecrübelerle edinilen bilgilere dayanılarak yazılan tarihî, biyografik ve otobiyografik romanlarda sunulan gerçeklikler bile, yazar tarafından ve onun zih­ ninden, kültüründen, bakış açısından, sınırlı bilgi birikiminden hareket eden ve kişi­ den kişiye değişebilen gerçeklikler hâlinde karşımıza çıkar. Zira yazar, kaleme alma­ yı düşündüğü eserinin tarih, biyografi, otobiyografi olmaması için eserini roman for­ munda yazmak ve gerçeklere uyup uymadığı konusunda kesin bilgisi olmayan konu­ lar dahil olmak üzere birçok noktada hayaline, kurgulamaya başvurmak zorundadır. Aksi takdirde eser, roman olmaktan ziyade tarih, biyografi veya otobiyografi olurdu.
Romanda "gerçeklik" hissinin kuvvetli olabilmesinde "anlatıcı" ile "yazar"ın ob­ jektif pozisyonu çok önemlidir. Bunun için en başta yazarın kendini anlatıcı yerine koymaması, yani anlatılanlar arasına girerek kendi varlığını belli etmemesi gerek­ mektedir. Batıda da bizde de yazarın roman içinde kendini belli edecek tavırlar ta­ kındığı örneklere uzun bir süre sıkça rastlanmıştır. Gerçi eskiden, 19. yüzyıl sonları­
na kadar -realist ve natüralist yazarlar hariç- yazarın olaylara karışması, kendini açık bir şekilde göstermesi o devirlerin genel eğiliminden kaynaklanmaktaydı. Çünkü "Batı'da XIX. yüzyıl sonlarına kadar romancı kendini biraz ahlâkçı, az buçuk da fi­ lozof sayardı. Onun için de hikâyesini anlatırken araya girerek karakterler hakkında­ ki düşüncelerini açıklamayı, davranışları ahlâk açısından değerlendirmeyi, insan ta­ biatı üzerinde bilgeliğini ortaya koymayı yazarlığın bir görevi bilirdi."42
Ayrıca romanda yazarın varlığının hissedilme veya hissedilmeme oranı eserin sanatsal düzeyini belirleyen unsurlardan biri olarak görülmüştür özellikle XIX. yüzyıl realistleri tarafından. Realistler, okuru, içine girdiği roman dünyasının iç gerçekliği­ ne inandırabilmenin, yazarın varlığının roman içinde yok edilmesinden geçtiğine inanmışlardı. Bu tavırla yazdıkları eserlerin bugün dünyaca en çok tanınan, okunan ve başarılı bulunan romanlar olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Ancak tekrar etmek gerekirse XX. yüzyılda yazarın kendi varlığını açıkça belli ettiği ve başarılı olmuş ro­ manlar da vardır. Yalnız bu romanlar azdır ve yine de genel anlamda "araya girme", özellikle ideal (örnek) okurların çoğu tarafından da hoş karşılanmamaktadır.
B. Roman Tekniğine Bağlılığın Gerçekçilik Açısından Değeri
Romanda gerçekçiliği sağlamanın en temel iki yolundan birisi hayatın gerçekle­ rine benzer ve yakın olanı anlatmak, diğeri de gerçeğe yakını verirken gerçekçiliği sağlayacak anlatım yöntemlerini kullanmaktır. Zaten realistlerin, gerçekliği verebil­ me noktasında yazarın ve anlatıcının pozisyonu bağlamında bakış açısı sorunu ile il­ gilenmelerinin nedeni de gerçeğe en uygun anlatım biçimini bulmak istemeleri ol­ muştur. Onlar roman içinde yazarın kişiliğini bütünüyle ortadan kaldıran bir anlatım tarzından yanadır. Bu bağlamda romanın tanrı gibi her şeyi bilen, gören, her yerde var olan, romandaki kişilerin kaderlerini en ince ayrıntısına kadar kararlaştırıp yön­ lendiren, hepsinin iç ve dış dünyalarında yaşadıklarını tanrısal bir bakış açısından an­ latılmasına, bu anlatıcı tarzına daha en başta anlatılanların "uydurma" olduğunu oku­ yucuya duyurmak demek olduğu için karşı çıkmışlardır.43 Bu nedenle tanrısal anla­ tıcıdan ziyade roman içinde eriyen, roman kişileriyle özdeşleşen bir anlatıcı, roman­ da anlatılan kişilerin ve olayların gerçekçiliği açısından çok önemli görülmüştür.
Bütün modern edebiyatların romanlarında yazarın zamanla roman dünyasının içinden çekildiği açıkça görülür. Zaten romanın zaman içinde "modern" bir kimlik kazanması da yazarın ait olduğu yere çekilmesi ile gerçekleşmiştir. Batıda olduğu gi­ bi bizde de realist yaklaşıma sahip yazarlar tarafından, yazarın roman içinde kendi­ sini hissettirmesi roman gerçekliğini zedeleyen çok önemli bir faktör olarak telakki edilmiştir. Diğer taraftan romanda araya girmeye geçmişte olduğu gibi XX. yüzyıl­ da da zaman zaman rastlanmaktadır. XIX. yüzyılın bazı ünlü romanlarında da görü­ len bu tutum yazarın tercihinden daha çok dönemin genel eğilimiyle örtüşüyordu. Ancak XX. yüzyılda roman tekniği konusunda sınır tanımayan yazarlar tarafından, yani sadece yazarın tercihine göre kullanılmaktadır. Bu kullanım yine de çoğu yaza­ rın tercih etmediği bir anlatım tarzı olarak görülmektedir.
Açıkça ifade etmek gerekirse, modern okur, romanın ilk cümlesinden itibaren son cümleye kadar hiçbir kesinti olmayan yeni bir dünyada hissetmek ister kendini. Roma­ nı da bunun için okumak niyetiyle eline almıştır zaten. Okuma süreci devam ederken ve okur hiç tanımadığı bir anlatıcının aktardığı yepyeni, merak uyandırıcı, eğlendirici bir serüvenin içinde ilerlerken birden anlatıcının sesinin kesildiğini ve yazarın konuşmaya başladığını duyduğunda hayal kırıklığına uğrar. Okur ilk başta sadece anlatıcıyı muha­ tap aldığı için yazarın bilgilendirici, yorumlayıcı veya öğüt verici araya girişiyle, adetâ içinde ve tesiri altında bulunduğu büyü şişesinin kınldığına şahit olur ve kendi kendine sorar: "Roman diye bildiğim şey bir ahlâk kitabı mı yoksa bir hatıra kitabı mı? Bu eser­ de anlatıcıdan başka 'Ben' diyen birisiyle karşılaşmayı ummuyordum doğrusu!"
Edebiyat bilimi terminolojisinde "romantik ironi" adı da verilen "araya girme" ile yazar, sanatın illüzyonunu bozmuş, sanat gerçekliğini, kurmaca dünyayı bir an için aldatıcı gücünü hiçe sayarak dondurmuş olur.44
Bugün araya girmelerin roman gerçekliklerini zedelemediğini iddia edenler oldu­ ğu gibi bunu bir erdem olarak görenler de vardır. Ancak bu tavır, realizmin, roman içi gerçekçilik açısından pek hoş karşılamadığı bir tavırdır. Realist yazarlar başından sonuna kadar gerçekliklerin roman içinde tutarlı bir anlatıcı tarafından dillendirilme- sini, okurun anlatıcı ile birlikte girdiği kurgu dünyadan yine anlatıcı ile birlikte çık­ masını, romanın herhangi bir yerinde o ana kadar duyulan tek bir sesin sahibi anlatı­ cıyken, yazarın sesinin dışarıdan içeriye müdahalesi ile okurun romanın illüzyonlu dünyasından kısa bir süre de olsa çıkarılmamasını isterler.
Araya girmenin olduğu her romanda okurlar, okuma süreci devam ederken ve roma­ nın kendi dünyası içindeki gerçekleri sezmeye çalışırken birden dışarıdan bir kişinin müdahalesiyle karşılaşmaktadırlar. Bu tutum anlatıcıyla, yazarın kendini gizlemesi ge­ rekliliği/prensibi arasında bir tutarsızlık oluşturur ve okur, eserin roman olup olmadığı konusunda şüpheye düşer. Hatta roman olduğu söylenen bazı eserlerin bu araya girme­ lerle hatıra, otobiyografi ile karışık bir eser hâline girdiğine de şahit olmaktayız. Söz ge­ lişi Refi Cevad Ulunay'ın roman olarak bilinen ve İstanbul'un eski kabadayılarını anlat­ tığı eseri Sayılı Fırtınalar'da yazar birçok defa araya girer ve bu araya girmeler sebebiy­ ­e eserin roman mı yoksa hatıra veya araştırmalarla zenginleştirilmiş bir tarih kitabı mı olduğu yolunda şüpheye kapılırız: "Arap Abdullah, Çerkes Mehmed'i vurduktan ve tes­ lim olarak Mehterhâneye girdikten sonra, sayılı fırtınaların bir resmigeçidini yaptık. Bunların içinde şahsen tanıdıklarımı, tanımadıklarımı, yaptıkları vukuat ile anlattım. İs­ tanbul kabadayılarının bahse değeri olanlarından anlatmadığım bilmem kaldı mı?"45
Bu araya girmeler okunan eserin adetâ bir hatıra, bir tarih, bir nasihat ya da ahlâk kitabı mı yoksa roman mı olduğu konusunda bir şüphe uyandırır, demiştik. Bu şüp­ he, okunan eserin roman olduğu bilinse bile uyanır. Bu tür örnekler romanın acemi, modern roman tekniği konusunda bilerek veya bilmeyerek hassas davranmayan, dö­ neminin genel "roman yazarlığı" özelliğine göre veya şahsî tercih sebebiyle böyle davranmış bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatan örneklerdir. Söz gelişi şu satırları okuyan bir kişi (bu metnin bir romana ait olduğunu bilmese) bu metni bir ha­ tıra, bir tarih veya gezi yazısı olarak algılayabilir kolaylıkla:
"Bu kayıklar birden beşten ibaret değildir. Boğaziçi'nin Anadolu ve Rumeli sa­ hillerinden Kartal'a ve Ayestefanos'a doğru Marmara kenarlarından yüzden müteca­ viz kayık o saatlerde deniz üstündedir. Yalnız kürek çekenler dört yüze karîp. Bâki- sini siz düşününüz. Düşününüz ki şu temâşagah âlemin hakikaten şayanı temâşa olan ahvâlini görmemiş, hiç olmazsa düşünmemiş olmayasınız'."46
Ahmet Mithat'ın natüralist bir endişeyle kaleme aldığı Müşahedat romanından alınan bu parçanın sonundaki "Bakisini siz düşününüz...." şeklindeki "araya girme" realist ve natüralistlerin, yazarın romanda kendisini saklaması gerektiği prensibine uymaz. Oysaki Ahmet Mithat hemen her romanında roman şahısları arasına kendisini de katar, olaylara karışır, fikirlerini dile getirir, ahlâk dersi vermeye kalkar, okuyucuyla konuşur, vs.
Romanda araya girmeler tür karmaşasına da neden olmaktadır. Bu tarzın yoğun olarak kullanıldığı romanlardan bir kısmı hatıra, tarih, biyografi, gezi yazısı, otobi­ yografi ile iç içe olma durumuyla karşı karşıyadır. Bu karmaşa böyle eserlerin sınıf­ landırılmasında da karşımıza çıkar, eser içindeki araya girmelerin ne kadar romanlık birer unsur olup olmadıkları sorusuna yanıt ararken de.
Geleneksel roman türünün belli başlı ünlü örneklerinde görülen tanrısal anlatım konumunun "tipik özellikleri arasında anlatıcının kurmaca figürlerin dışında ve her şeye hakim bir konumda durması, anlatım sürecinde zaman zaman yorum ve ara ko­ nuşmalarla müdahalelerde bulunması yer alır."47 Bu yorum ve ara konuşmalar yaza­ rın yorum ve ara konuşmalarıyla karıştırılmamalıdır. Anlatıcının yorum ve ara ko­ nuşmaları yazarınki kadar sırıtmaz ve her şeye tepeden bakmanın doğal sonucuymuş gibi gelir okura. Yani yazar bir tarafa, anlatıcının kendi varlığını, sanki bir dış aktör- müş gibi hissettirecek dereceye varan müdahaleleri "tanrısal anlatım" vasfına sahip olan romanlarda sık sık görülen bir durumdur. Romanın hakimiyeti elinde bulunan "tanrı bilici" anlatıcı fırsat düştükçe açıklamalar, yorumlar yapmayı, değerlendirmeler­ de bulunmayı ihmal etmez ve en azından eser boyunca araya gireceği, kendi varlığı­ nı hissettirme eğiliminde olacağı sürekli sezilir bir hâlde bulunur.
C. Edebî A k ı m ı n Prensiplerine Uygunluğun Gerçekçilik Açısından Değeri
Roman alanında belli bir akıma göre yazıldığı iddia edilen herhangi bir romanın, o akımın temel kurallarına uygunluk derecesi de bir bakıma o eserin gerçekçiliği açısın­ dan değerlendirmeye alınabilir. Nitekim her sanat akımı kendi prensiplerine göre bir gerçeklik anlayışına sahip olmuştur. Hatta Roman Jakobson'a göre klasikler, romantik­ ler, XIX. yüzyıl realistleri, dekadanlar, fütüristler, dışavurumcular, vb. "gerçeğe bağlı­ lığın, en üst derecede gerçeğe benzerliğin, tek sözcükle gerçekçiliğin, kendi estetik programlarının temel ilkesi olduğunu sık sık, hem de ısrarla belirtmişlerdir."48
Gerçekten de klâsizm, romantizm, realizm, natüralizm, modernizm ve postmoder- nizmin belli açılardan ele alınan değişik gerçeklik anlayışlarına yaslandıkları açıkça gö­ rülür. Söz gelişi klâsizmde konu ve olayların gerçeğe benzer olmasına, seçilen konu ve olayların, her aklın kabul edebileceği gerçeklik sınırları içinde kalmasına, eserin edebî veya evrensel anlamda ve kendi içinde tutarlı bir gerçekliğe sahip olmasına dikkat edil­ miştir. Klâsik sanatkârlar sahteden, doğal olmayandan, olağanüstü, harikulâde, şaşırtıcı ve fantastik olandan uzak durmaya ve akıl, sağduyu ve gerçeğe benzerliğe uymaya ça­ lışmışlardır. Romantizmde de eserde ifade edilecek gerçeğin; sanatkârın duyulan, duy­ guları, zekası, aklı, sezgisi ve hayal gücünün birlikteliğiyle ortaya çıkarılmasına dikkat edilmiştir.49 Klâsizmden ziyade romantik, idealist ve santimantal bir karaktere sahip ol­ duğu için öngördüğü gerçeklikleri çok zayıf ve silik kalan romantizme tepki olarak doğ­ muş ve devrin pozitivist anlayışı gereğince gerçekçi olmayı hedeflemiş olan realizmde ise "gerçeklik"; bilimin, gözlemin, insan ve toplum hayatının, objektifliğin vs. önderli­ ğinde ele alınmaya çalışılan bir gerçeklik olarak telakki edilmiştir. Aslında klâsizm, romantizm, realizm veya natüralizmden herhangi birinin bir di­ ğerine üstünlüğü izafîdir demek mümkün görünüyor. Zira bu akımların her birinin dünya çapında başarı kazanmış eserlere sahip olduğu açıktır. O hâlde üstünlüğün akımdan ziyade ferdî olarak eserden kaynaklandığını kabul edebiliriz. Burada akımın zirvede olduğu zamanlarda yani prensiplerinin iyice tartışıldıktan, iyice yerleştikten, yazar tarafından da iyice hazmedildikten sonra verilen eserlerin en çok beğenilen eserler olduğu görülür. Diğer taraftan hümanizm, klâsizm, romantizm, realizm, natü- ralizm gibi eğilimler ne belli bir noktada başlamışlar ne de belli bir noktada sona er­ mişlerdir. Bu eğilimler tarihin belli dilimlerinde diğer zamanlara nazaran biraz faz­ laca rağbet görmüşlerdir o kadar. Bu nedenle bugün birçok akımın temel prensiple­ rini izleyen eserlere rastlamaya devam ediyoruz.
Yazarların, romanlarını belli bir sanat anlayışı doğrultusunda yazmaları kadar do­ ğal bir şey olamaz. Her sanat anlayışının eserleri, kendi yandaşlarınca başarılı, gerçek­ çi ve tarafsız bulunmakta, karşı görüşte olanlar ise bu eserleri çeşitli yönlerden eleş­ tirmektedir. Ancak hangi akıma göre yazılmış olursa olsun bir romanın gerçekçiliğin­ den ve tarafsızlığından söz edebilmek için, öncelikle bu eserin çoğunlukça, evrensel değerler göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira her metnin bir okur kitlesi vardır. Romantik, realist, ideolojik, popüler, estetik, tarihî, aşk vb. romanların okuyucuları tercihlerine, ilgi alanlarına ve ruh hâllerine göre farklı özellikteki roman­ ların okur kitlesi olabilirler. Okurlar, kültürel, dinî, ırkî, siyasî, ideolojik sebeplerden hareket ederek belli eserlerin okur kitlesi hâline gelebilirler. Bu sebepten bir okura gö­ re gerçekçi/tarafsız görülen bir roman, diğer bir okura göre bunun tam tersi de olabi­ lir. Ancak böyle bir durum çoğunlukla siyasî, ideolojik yönü ağır basan, bir görüşü yü­ celtip diğerini yerin dibine batırmayı hedefleyen angaje romanlarda görülür. Gayesi sadece insanı ve onun diğer insanlarla, doğayla, iç dünyasıyla olan ilişki ve çatışma­ larını vermek olan bir roman için ise bunları söylemek mümkün değildir.
Bir romanda bazı gerçekçi öğelerin yer almış olması o romanı tümüyle gerçekçi yapmayacağı gibi, realist bir yazarın, herhangi bir romanında bazı romantik öğelere başvurmuş olması da o romanı gerçekçilikten uzaklaştırmaz. Bu düşünce romantik bir romanın, hiç gerçekçi olmadığı veya hiçbir gerçeklikten bahsetmediğini iddia etme­ nin gülünçlüğünü ortaya koymaktadır. Pekala romantik romanlar da çeşitli yönlerden insana ve onun yaşantısı açısından bazı gerçekliklere yer vermişlerdir. Bu durumun tam tersi realist roman için de geçerlidir. Yani realist romanlarda romantik hiçbir ola­ yın ve anlatımın olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Söz gelişi "Her realistte bi­ raz olsun romantik bir tarafın bulunduğu ve romantizmden, daha doğrusu duygudan tamamıyla mahrum, subjektif'ten uzaklaşarak iyice objektif olmak isteyen bazı realist muharrirlerin eserlerinin bugün bu yüzden rağbet görmedikleri bir vakıadır. Balzac ve Flaubert gibi romancıların, realizmlerine, gerektiği zaman romantizm de karıştırdıkla­ rı için ölmez eserler bıraktıklarına şüphe yoktur."50 Ancak romantik bir romandaki gerçeklikle realist bir romandaki gerçeklik arasında bazı farkların olması da kaçınıl­ mazdır. Bu iki tür roman arasında "gerçeklik" açısından fark doğuran etmenler; yaza­ rın kendi hislerini ve düşüncelerini romana fazlaca karıştırıp karıştırmama, deney, tecrübe, gözlem ve araştırmalardan yararlanıp yararlanmama, modern anlatım teknikle­ rine riayet edip etmeme, insanlar arası ilişkilerde doğal, yapmacıksız olup olamama gibi etmenler olarak sıralanabilir. Nitekim bugüne kadar yazılan çoğu gerçekçi büyük romanların olan'ı aynen değil, değiştirerek yansıtmaları, okuru herhangi bir amacı, belli bir sonucu benimsemeye zorlamamaları ve hayal gücü ile iç ve dış gözlem kes­ kinliğini bir arada başarılı bir şekilde sunmuş olmaları dikkatlerden kaçmaz.51
Son Söz
Bilindiği gibi edebî türlerin doğuşu, sınıflandırılması ve adlandırılmasında en çok bi­ çim, muhteva, üslûp, kapsam ve ilgi alanı gibi faktörler rol oynamışlardır. Eskiden beri edebî eserlerin şiir ve nesir olmak üzere iki temel biçim etrafında yaratıldıkları görülü­ yor. Bu iki biçim de kendi içinde yine biçimden ve muhteva/üslup/ilgi alanı ortaklığından kaynaklanan alt türlere ayrılıyor. Söz gelişi şiir genel başlığı altında manzum/mensur şi­ ir; epik, lirik, didaktik, pastoral şiir; farklı millet ve kültürlerin tercihlerine göre değişen özellikleriyle mesnevi, sone, koşma, gazel veya serbest şiir gibi burada hepsini sayıp dökmeye imkan olmayan nice türler var. Nesirde de tiyatro (dram, komedi, trajedi), hi­ kâye, fabl, roman, hatıra, deneme, fıkra, biyografi, otobiyografi, masal, destan, mektup, günlük gibi türler mevcut. Ancak tarihî süreç içinde edebî türlerin farklılıklar gösterdi­ ği, kırılmalara uğradığı, şekil değiştirdiği, bu sebeple de edebî türlerin birbirine karışma­ ya başladığı görülüyor.52 Aslında sadece türler karışmıyor, belli bir tür de kendi içinde çok farklı uygulamalarla kırılmalara uğruyor.*** Meselâ roman edebî türlerin en bağım­ sızı, sürekli değişen ve henüz çocukluk devrini yaşayan, bukalemun gibi bin bir şekle girmeye hazırlanan bir türdür.53 Doğuşu ve gelişimi çok geç başladığı için bu gelişimi­ ni hâlen devam ettirmektedir. J. A. Cuddon'un dediği gibi "Diğer edebî formlardan hiç­ birinin görünüşte sonsuz çeşitliliğe sahip konu ve temalara bu kadar çok adapte olabilir veya esneklik gösterebilir olduğu ispat edilmemiştir. Diğer hiçbir edebî tür daha çok ya­ zarı veya yazar olmayan insanları bu kadar çok çekmemiştir ve sık sık atılan "roman ölüyor" çığlıklarına rağmen roman bu çekiciliğini sürdürmektedir."54
"Roman, şiir ve tiyatrodan çok daha sonra gelişmiş bir yazı türüdür. Batıda şiirle ti­ yatro oyunları üstüne Platon ve Aristoteles'ten bu yana yüzlerce yıllık bir inceleme, araş­ tırma ve eleştiri birikimi vardır; bunlara dayanarak sağlam kuramlar, ayrıntılı görüşler or­ taya konulmuştur."55 Oysa bugünkü roman ancak son birkaç yüzyılda şekillendiği için roman eleştirisi ve kuramı alanında uzun bir süre ciddî ve düzenli çalışmalar pek fazla ya­ pılmamış olduğundan, ama en çok da özündeki gerçek ve hayal karşıtlığı nedeniyle ro­ man, gerçeklik ve hayalîlik arasında uzanan geniş alanda çok çeşitli tür ve örneklere sa­ hip olduğu için hakkında hüküm verirken en çok zorlanılan bir tür olarak karşımızdadır.
Her alanda değişimlerin çok hızlı yaşandığı bir devirde bulunduğumuzdan olsa gerek roman yazarları da geçmişte verilen binlerce örnekten farklı olarak akıl almaz derecede değişik roman örnekleri koyuyorlar ortaya. İster belli prensiplere göre ya­ zılmış eski ünlü romanlar, ister hiçbir kural tanımayarak bütün kalıpları kırmayı amaçlayan romanlar, ister yazarın araya girdiği veya girmediği, ister zaman dizimin­ de hiçbir kırılmaya gitmeden yazılan, isterse zaman dizimi ve olayların (hatta kişilerin de) kafa karıştıracak ve anlamayı iyice zorlaştıracak bir şekilde sunulduğu roman­ ların hiçbirini roman türünün sınırları dışında tutamayız. Birbirinden ne kadar farklı kurguya sahip olurlarsa olsunlar bütün bu örneklerin hepsi tek kelimeyle roman ola­ rak adlandırılmayı hak ederler. Ancak bazı romanlar geneli, olağanı, dünyevî olanı, tasavvur edilebileni verirken, bazıları da özeli, sıra dışı olanı, fantastiği ve anlaşılma­ sı çok zor olanı verirler. Bu iki grup arasındaki gerçeklik sunumu da eserlerin hem iç hem de dış bütünlüklerinin verdiği gerçeklik izlenimi kadar olmaktadır.
Roman yazarları genel olarak iki temel eğilim arasında hareket ederler. Onlar "bir yandan yaşanan olayları örnek alır, bunlardan sapmamaya çalışarak gerçekçi bir tu­ tum izler; öte yandan ise kendi yarattıkları olay ve kişilerden oluşan bir dünyada ha­ yal gücünü işleterek, günlük yaşamdan uzaklaşabileceklerinin bilinci içindedirler."56 Aslında dünyada bu güne kadar yazılanlar içinde en hayalîsinden en gerçekçisine ka­ dar ne kadar roman varsa bunların hepsini, son derece çeşitlenen ve uzayan bir haya- lîlik ile gerçeklik çizgisi üzerine yerleştirmek mümkün. Bu açıdan bakınca ele alınıp okunan bir romanın bu çizginin neresinde durduğunu tam olarak bilmek değil, yak­ laşık olarak kestirmek durumundayızdır.
Son olarak ve tekrar söylemek gerekirse, bu yazının başından beri ifade edilen tes­ pit ve değerlendirmelerden bir kısmının eleştirilebilir olduğunu, örneklerden bir kıs­ mının istisnalarının bulunabileceği gerçeğini göz ardı etmek mümkün değildir. Zira burada "Romanda Kurmaca ve Gerçeklik" konusunun belki de ancak onda birlik bir bölümünü, o da genel bir bakış açısıyla ve yetersiz seviyede, ele almış bulunuyorum. Bu yazının sınırları içinde anlatı/kurmaca/roman ilişkisinin, anlatıcının, bakış açısının, olay örgüsünün, roman içi/roman dışı gerçekliğin, okur/yazar ve akımlar açısından ger­ çekliğin; gerçeklik ve gerçekçilik bakımından ne ifade ettiği tespit edilmeye çalışılmış, ancak üslûbun, zaman-mekân sunumunun, tasvirin, anlatma ve gösterme teknikleri­ nin, geriye dönüş, iç çözümleme, montaj, otobiyografik anlatım, leitmotiv, özetleme, bilinç akımı, iç monolog ve dış monolog gibi anlatım teknikleri ile psikolojik, sosyo­ lojik, tarihî, biyografik, otobiyografik, popüler ve estetik romanlar ve ayrıca romancı­ nın hayatı, kültürü, inançları ve niyeti açısından gerçeklik ve gerçekçilik'in ne anlama geldiği, nasıl değerlendirilebileceği ve romanlardaki fonksiyonlarının neler oldu­ ğu/olabileceği üzerinde hiç durulmamıştır. Doğrusu bu konu Türk edebiyat araştırma­ cıları tarafından da derli toplu bir şekilde hemen hiç ele alınmamıştır dense yeridir.
Söz gelişi bir Türk tarafından Amerikan Romanında Gerçekçilik adlı bir kitap57 yazıl­ mışken bugüne kadar "Türk Romanında Gerçekçilik" adlı bir kitap kaleme alınmamış­ tır henüz. Romanda gerçek, gerçeklik ve gerçekçilik'in ne anlama geldiği üzerine de çoğu makale ve kitapta sınırlı ve yetersiz değerlendirmelerden başka bir şey bulmak mümkün değildir. Kısacası bugün genel olarak "roman" türünün özel olarak da "Türk Romanı"nın "Gerçeklik" ve "Gerçekçilik" açısından makale seviyesinde incelenme­ sinden ziyade daha geniş çapta araştırılmasına ihtiyaç vardır.


Postmodernist roman hakkında bk. Oya Batum Menteşe, "Sanatta ve Edebiyatta Postmodernizm", Türk Dili, S. 519, Mart 1995, s. 273-283.
2 Milan Kundera, Roman Sanatı, çev. İsmail Yerguz, Afa Yay., İstanbul 1987, s. 53.
3 Anlatı Bilimi terimi ilk kez yapısalcılığın etkisiyle Fransa'da kullanılmaya başlanmıştır. "Anlatının ya­ pısı, teorik incelemesi ve analizi üzerinde durur. Genel bir tanım olarak, her türlü medya anlatısı ve dil anlatılarını kapsar." Katie Wales, A Dictionary of Stylistics'den alıntılayan Yavuz Demir, "Anlatı Bili­ minin Temel Terimleri Üzerine", Ondokuz Mayıs Ü. Eğitim Fak. Dergisi, S. 7, Aralık 1992, s. 19.
4 Roland Barthes, Göstergebilimsel Serüven, çev. Mehmet Rifat-Sema Rifat, YKY, İstanbul 1997, s. 86. 5 Akşit Göktürk, Okuma Uğraşı, YKY, İstanbul 2001, s. 153.
6 Akşit Göktürk, Okuma Uğraşı, s. 55, 60, 138-139, 150,154.
7 Tahsin Yücel, Yazın, Gene Yazın, YKY, İstanbul 1995, s. 19.
8 Şerif Aktaş, Ahmet Rasim'in Eserlerinde İstanbul, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1997, s. IX.
9 Nermi Uygur, İnsan Açısından Edebiyat, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985, s. 11-39.
10 Collins Cobuild English Language Dictionary, Harper Collins Publishers, London 1993, s. 529. "Olay örgüsünün yalandan başka bir şey olmadığını söyleyen, sanırım, Shakespeare idi." John D. Fitzgerald, "Gerçeği Söylemek Çok Yanlış", Öykü Sanatı, çev. Hasan Çakır, Çizgi Kitabevi Yay., Konya 2000, s. 128.
11 R. Wellek-A. Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, çev. Ahmet Edip Uysal, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara 1983, s. 291.
12 E. M. Forster, Roman Sanatı, "Çevirenin Önsözü", çev. Ünal Aytür, Adam Yay., İstanbul 1985, s. 64.
13 "Hiçbir kurmaca metin, gerçek yaşamdaki değer ölçülerini, durumları, davranış ilkelerini olduğu gibi
kopya etmez, bunlar arasında belli bir seçme yaparak, seçilen öğeleri kendi aralarında yeniden düzenler. Bu düzenleme, gerçek yaşama oranla, bir olasılıktır ancak. Ne gerçeğin özdeşidir, ne de karşılaşacağı oku­ run bireysel değer ölçüleriyle yazınsal beklentilerinin." Akşit Göktürk, Okuma Uğraşı, s. 77.
14 Türk edebiyat çevrelerinde "itibarî" terimini kurmaca ve fıktif karşılığı olarak kullanan ilk kişi Şerif Aktaş olmuştur. Bk. Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ Yay., Ankara 1991, s. 11, 14. 15 Şerif Aktaş, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, s. 14-15.
16 Şaban Sağlık, Popüler Roman ve Estetik Roman Kavramları Açısından Esat Mahmut Karakurt ile Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Romanları Üzerine Mukâyeseli Bir Çalışma, Ondokuz Mayıs Ü. Sos. Bil. Ens. Türk Dili ve Edeb. Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, Samsun 1998, s. 72.
17 Mark Schorer, "Teknik ve Öz İlişkisi", Roman Teorisi, hzl. Philip Stevick-çev. Sevim Kantarcıoğ- lu, Gazi Ü. Yay., Ankara 1988, s. 78.
18 "İngiliz asıllı Amerikalıların 'fiction' (hayâl mahsûlü) dedikleri kelime yerine biz, tıpatıp olma­ makla beraber 'illusion' kelimesini alabiliriz." Roland Bourneur-Real Quellet, Roman Dünyası ve İn­ celemesi, çev. Hüseyin Gümüş, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1989, s. 1.
19 Suut Kemal Yetkin, Edebiyat Üzerine Denemeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1978, s. 211.
20 Zeynel Kıran-Ayşe (Eziler) Kıran, Yazınsal Okuma Süreçleri, Seçkin Yay., Ankara 2000, s. 39.
21 A. Mümtaz İdil, Gerçeklik ve Roman, Dayanışma Yay., Ankara 1983, s. 7-8.
22 Muharrem Şen, "Stendhal-Kırmızı ve Siyah (1)", Selçuk Ü. Fen-Edeb. Fak. Edebiyat Dergisi, Yıl:
1990, S. 5, s. 59-60.
23 "Bir yaratma eserindeki gerçeklik, iç gerçekliktir." Miguel de Unamuno, "Gerçeklik, Gerçeklik Üzerine", çev. Bilge Karasu, Türk Dili, S. 154, Temmuz 1964, s. 767.
24 Stendhal'in Lucien Leuwen romanından alıntılayan Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazan­ lar, çev. Arda Yörükân, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 2000, s. 206.
25 Server Tanilli, "Gerçekçilik ve Romantizm", Adam Sanat, S. 194, Mart 2002, s. 6-7.
26 Necati Mert, "Çehov'un Tüfeği", Edebiyat E, S. 36, Mart 2002, s. 27.
27 "Bir toplumda, üniversite öğretim üyelerinden ilkokul bitirenlere kadar değişik düzeyde okurlar olduğu­
na göre, sanat ve edebiyat eserlerine biçilen değerlerin çelişkili olmasından daha doğal bir şey düşünüle­ mez." Suut Kemal Yetkin, Estetik ve Ana Sorunları, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1979, s. 51.
28 Belli bir gerçeği her yazar farklı açılardan ele alarak anlatır romanlarında. "Bu da bize, başka birçok şey arasında, gerçek dediğimiz şeyin hep aynı düzlemde yer alan, tek biçimli, tek tanımlı bir veri olmadığını gös­ terir." Tahsin Yücel, "Öykü ve Gerçeklik", Öykücünün Kitabı, Varlık Yay., İstanbul 1999, s. 255.
Michel Zeraffa, "Kurmaca Metinlerin Okunması", çev. Oya Berk, Yazko Çeviri, S. 4, Ocak-Şubat 1982, s. 153.
30 Umberto Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, çev. Kemal Atakay, Can Yay., İstanbul 1996, s. 87.
31 Örnek Okur "metnin, işbirliğine gidecek biri olarak öngörmekle kalmayıp, aynı zamanda yaratma­
ya çalıştığı bir okur tipi"dir. Umberto Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, s. 16.
32 "Bir metni okuduğumuzda, ampirik okur biziz, biz, siz, başka herhangi biri. Ampirik okur
yenilmek te iyidir, mühim olan her seferinde yenilsende , daha iyi olarak yenildiğini bilmektir


Ağustos 20, 2014, 12:20:09 ös
Yanıtla #145

Sn. ADAM,
Ilk gonderdigim ileti Benim kullandigim I pad bilgisayarin yazim programinda ki farkliliktan kaynakli oldu,ozurdilerim
Masaustu bilgisayarda duzenleme yapip yeniden gonderecegim
Ayrica makalenin prof.dr. Emel Koc a ait oldugunu belirttim
Bu kadar cabuk kizmayin
Sevgiler...saygilar...
yenilmek te iyidir, mühim olan her seferinde yenilsende , daha iyi olarak yenildiğini bilmektir


Ağustos 21, 2014, 11:01:22 öö
Yanıtla #146

Masaüstü bilgisayarda gözden geçirerek hataları düzelttim

GÖRÜNÜŞ VE GERÇEKLIK
Aras. Gör. Emel KOÇ
Görünüş (Appearance) ve Gerçeklik (Reality) problemi genel olarak felsefenin olduğu kadar, aynı zamanda özel olarak felsefenin bir disiplini olan metafiziğin en önemli problemlerinden birisidir. Ilkçağdan günümüze değin, pek çok filozofu meşgul etmiş olan görünüş ve gerçeklik probleminin filozoflar tarafından ortaya konuluşunda farklılıklar göze çarpmaktadır. Bir çok filozof görünüş ve gerçekliği birbirinin karşısında yer alan konumlara yerleştirmişlerdir. Böyle
bir yaklaşımla ortaya çıkan görünüş ve gerçeklik dikotomisi, nesnelerin "gerçekten ne oldukları" ve bize "ne gibi göründükleri" olmak üzere nesnelerin iki yönüne dikkat çekmektedir.Görünüş ve gerçeklik dikotomisini ilk kez sistemli bir biçimde inceleyen filozoflar Herakleitos ve Parmenides olmuştur. Herakleitos evreni sürekli bir oluş ve akış süreci olarak kavramıştır. Evrende tüm oluş ve akışa rağmen kendisinin aynı kalabilen tek şey, söz konusu oluşu idare eden, ve aynı zamanda evrenin düzenini sağlayan "Logos" adı verilen genel yasadır. Bu yasa evrendeki değişimin belli bir düzen içinde olmasını sağlar. Logos dışında her şey değişir, "aynı ırmağa iki kere girilemez -Daima her şey akmaktadır Bütün nesneler (evren) ırmak gibi akarlar."'

"Görünüşler dünyası" ile "Gerçeklik dünyası"nı ayıran Herakleitos duyularımızla algıladığımız aleme, görünüşler alemi adını verir. Görünüşler alemi sürekli ve değişmeyen olgulardan meydana geliyormuş izlenimi verirken, akılla kavranılan âlem sürekli bir oluş ve akış içerisindedir.

Oysaki Parmenides'e göre, gerçek âlem sürekli olarak kendisinin aynı kalan, değişmeyen bir alemdir. Görünüşler alemi, değişmenin ve akışın sürekli olduğu bir âlem iken, gerçek âlem, kendi içine kapalı,birlikli bir âlerndir. Bu âlem bölünmeyen, değişmeyen, durağan halde bulunan bir âlemdir.
(1) Kranz W., Antik Felsefe Metinler ve Aç ıklamalar, S. 69


Başka bir deyişle, gerçek âlem "BİR" in kendisi olan bir âlemdir.BİR "tek gerçek, sonsuz ve bölünmez olan varlık"dır.
Böylece Herakleitos'un gerçek âlem olarak kabul ettiği sürekli oluş ve akış halinde bulunan alemi, Permenides görünüşler alemi olarak ikinci plana iterken, akıl yoluyla kavradığı gerçekler alemini ilk plana yerleştirir.
Herkes için geçerli olabilecek genel bir doğrunun varlığını kabul etmeyen Sofistlerin en ünlülerinden olan Protogoras'a göre, "Bütün şeylerin ölçüsü insandır, var olanların var olduğu, var olmayanların var olmadıkları için... Herbir şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse yine senin için de öyle... üsüyen için rüzgar
soğuk, üşümeyen için soğuk değildir." 3
O halde Protogoras'a göre, doğru olan şey, duyusal farklılıkları sebebiyle kişiden kişiye değişebileceği gibi, aynı kişi için de zaman içinde farklılık gösterebilmektedir. Böyle bir yaklaşım nesnel bir bilgi
anlayışını ortadan kaldırmaktadır.

Gorgias ise "Var olmayan ya da doğa" adlı yapıtında "hiç bir şey yoktur... varsa bile insan için kavranılmazdır... kavranılabilir (bilinebilir) olsa da öteki insanlara bildirilemez ve anlatılamaz"4 der. Herakleitos ve Parmenides'in görünüş ve gerçeklik dikotomisi, bir taraftan sana (doxa) derecesindeki bilgiyi doğuran oluş âlemini görünüş olarak, diğer taraftan bilgelik (sophia) derecesinde bilgiye sahip İdealar âlemini asıl gerçeklik olarak kabul eden Platon felsefesinde daha sarih bir metafizik anlatım bulmuştur. 5

Platon'a göre görünüşler alemi biz ölümlülerin, içerisinde yaşadığımız, sürekli bir değişim halinde bulunan, gölge âlem de diyebileceğimiz bir alemdir. Oysaki gerçek âlem öncesiz ve sonsuz olan, değişmeyen, ideal varlıkların âlemidr. İdealar, görünüşler (ya da oluş) alemindeki tüm varlıkların öncesiz sonrasız örnekleridir. Görünüşler âlemindeki her "cins"in, idealar âleminde bir "idea"sı vardır. Ve her cins kendi ideasıdan pay aldıkça varlığa gelmektedir. Görünüşler âleminde görüp güzel, iyi v.b. dediğimiz nesneler, idealar âlemindeki "güzel ideası"ndan, "iyi ideası"ndan v.b. pay aldıkça varlığa gelen, ancak hiç bir zaman "mutlak iyi" ya da "mutlak güzel"in kendisi olamayan nesnelerdir.
(2) Russell B., Batı Felsefesi Tarihi, S. 59
(3) Kranz W., Antik Felsefe Metinler ve Aç ıklamalar, S. 194
(4) a.g.y. S. 197
(5) Ülken H.Z. Varlık ve Oluş, S. 151


Güzelin, iyinin görünüşler âlemindeki çeşitli örnekleri relative ve zamansal iken, idealar Mutlak, ezeli ve ebedidir. Ancak bir akıl yürütme ile kavranabilen idealar dünyasındaki idealar, Platon'a göre, kendi aralarında değişmez bir düzene sahiptirler. Bu düzene göre tüm ideaların en üstünde "iyi ideası" yer alır.

Öte taraftan görünüş ve gerçeklik bahsine Aristoteles'in yaklaşımına bakacak olursak: Gelişme ile ilgilenen Aristoteles'e göre doğa bir oluş ve gelişme halindedir. Bu gelişme düşüncesi bizi filozofun madde ve form öğretisi ile karşı karşıya getirir. Alemdeki her oluş, form verici bir kuvvetin maddeyi etkilemesi ve bir form kazandırması ile oluşur. O halde Aristoteles'e göre gerçekvarlıklar form veren bir kuvvetle, form kazanan maddeden, diğer bir deyişle form ve maddeden meydana gelmiştir. Maddesiz form düşünülemediği gibi, formsuz madde de düşünülemez. Oluş bir form ile maddenin birleşmesi ile ortaya çıkar. Oluş mutlak maddeden, mutlak forma yani Tanrıya doğru bir gidiştir.

Aristoteles'in bu düşüncelerinden fenomenler dünyasındaki her şeyin, bir kuvvetin maddeyi etkilemesi sonucu, form kazanmış bir maddeden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Platon düşüncesi ile karşılaştırıldığında, Aristoteles düşüncesinde artık fenomenlerden ayrı, fenomenler ötesinde üstün bir dünyanm kabul edilmediğini görüyoruz.
Fenomenlerle ideaları birbirinden ayıran Platon için, idealar, fenomenlerin sebebi olan gerçek varlıklar iken, Aristoteles için ise gerçek varlık, fenomenlerin içinde kendisini gerçekleştiren özdür.

Böylece Aristoteles felsefesinde form ile madde arasındaki ilgi karşımıza gelişme olarak çıkmaktadır. Filozof madde ve form öğretisi ile ilgili olarak dört sebep kavramından söz eder. (6)

1- Maddi sebep      2- Formel sebep
3- Fail sebep          4- Gal sebep


Bir mermer yontu yapan adam örne ği alındığında burada, yontunun maddi sebebi mermerdir. Yontunun bir biçimi, formu vardır.
(6) Gökberk Macit; Felsefe Tarihi, S. 81-83
Bu formel sebeptir. Yontunun formunu maddesine işleyen, yontuyu biçimlendiren bir heykeltraş vardır. Bu yontunun fail sebebidir. Son olarak yontunun hangi amaçla yapıldığı onun gal sebebidir.

Rönesansla birlikte skolastik bir düşünceye baş kaldırılmış ve bu düşüncenin yerini matematiksel bir düşünme biçimi almıştır.Böyle bir yaklaşım biçiminin yani matematiksel ölçüyle elde edilen asıl gerçek düşüncesinin Descartes'da daha da geliştirilmiş olduğunu
görüyoruz. Görünüş ve gerçeklik problemi Descartes'da madde ve ruh problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Maddenin ana yüklemi "uzamlı olmak" iken, ruhun ana yüklemi "dü şünce"dir. Filozofa göre evrendeki her şey ya ruh tözüne ya da madde tözüne
indirgenebilirken, bu iki töz birbirlerine indirgenemezler. Onların herbiri kendi kendine yeterlidir. Ne ruh maddenin, ne de madde ruhun herhangi bir özelliğine sahiptir. Onlar birbirlerinden mutlak olarak farklıdırlar. Ancak diğer taraftan gerçek anlamında ne
ruh ne de madde kendilerine yeterli varlıklardır. Çünkü Descartes'a göre nihai' anlamda sadece Tanrı veya Tanrısal töz kendi kendisine yeterli olurken, diğer iki töz Tanrı'nın gücünden dolayı tözdürler. (7)

Analitik geometrinin kurucusu olan Descartes, matematiksel ve geometrik bir yoldan yürümenin etkisiyle, matematik bilgi kadar açık ve kesin düşünceleri "Cogito ergo sum" ilkesinde bulmustur. Ve bu ilke çerçevesinde bilincinin varlığı hakkında doğrudan doğruya elde etmiş olduğu açık ve seçik bilgi yardımıyla Descartes Tanrı'nın varlığı
hakkındaki kesin bilgiye ve Tanrı'nın aldatıcı ve yalancı olmaması sebebiyle O'nun beni aldatmayacağından dolayı dış âlem hakkında açık ve  seçik bilgilerimin doğru olmamasının mümkün olarnayacağı düşüncesine ulaşmıştır.

Locke ise " İnsan zihni üzerine deneme" adli yapıtnda "Zihnin üzerinde hiçbir yazı bulunmayan, hiçbir tasarıma sahip olmayan beyaz bir kağıt gibi olduğunu varsayalım Bunları o nasıl kazanır? İnsanın  her zaman meşgul ve sınırsız hayal gücünün kendisine hemen hemen sonsuz değişik biçimler verdiği bu geniş yığın, zihine nereden
gelir? Zihin, aklın ve bilginin bütün malzemesini nereden alır? Buna tek sözcükle cevap veriyorum: "Deney" den. Bütün bilgimizin temeli deneydir ve o eninde sonunda deneyden çıkar. Zihnimize bütün düşünme malzemesini sağlayan, gözlemlerimizdir." (8)
(7) John H.R., Jr.-Justus B., Felsefeye Giri ş, S. 152
(8) a.g.y., s. 56.

Zihne, aklın ve bilginin tüm malzemesinin "deney" den geldiğini söyleyen Locke, birincil ve ikincil nitelikleri birbirlerinden ayırır. Filozof birinci tür nitelikleri bedenden ayrılamayan nitelikler -uzam, biçim, katılık, hareket- olarak ifade eder. Ve bunlar ın öznel olduklarını belirtir. Bu nitelikler dışında kalan renk, ses, koku v.b. gibi tüm nitelikleri ise ikincil nitelikler olarak adlandırır ve bunların nesnel olduklarını
ifade eder.Locke'un gerçek nitelikler olarak sözünü ettiği nitelikler birinci
dereceden niteliklerdir. Bir cismin bizde tasarımlar meydana getirebilmek için sahip olduğu güçler ise ikinci dereceden niteliklerdir. (9)

Görünüş ve gerçeklik problemine Alman filozofu Kant yeni bir boyut getirmiştir. "Saf Aklın Kritiği" adlı yapıtında "fenomen" (görünüş) ve "numen" (asıl varlık) arasındaki ayrımı öncelikle işlemiştir. Filozof  bu hususta "Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek  Her Metafiziğe PROLEGOMENA" adli yapıtnda şunları söylemektedir:
"Gerçekten de, eğer biz duyu nesnelerini, uygun olduğu gibi, sırf görünüşler sayarsak, bunu yapmakla, bunların temelinde her ne kadar kendi başına  nesnel olduğunu bilmesek, yalnızca görünüşünü, yani bu bilinmeyen "bir şey" in duyularımızı uyarma şeklini bilsek de kendi başına bir şeyin bulunduğunu da aynı zamanda kabul etmiş
oluruz. Demek ki anlama yetisi, görünüşler diye bir şey varsaymakla, aynı zamanda kendi başına şeylerin varlığını da kabul  etmiş olur. Ve böylece diyebiliriz ki, görünüşlerin temelinde bulunan bu tür varlıkların, dolayısıyla  sırf anlama yetisi varlıklarının tasarımı yalnız kabul edilebilir  değil,  kaçınılmazdır da.

Böylece anlama yetisi varlıkları  kabul edilebilir, ancak istisna kabul etmeyen şu kuralın altı çizilerek: biz bu anlama yetisi varlıkları hakkında belirli hiçbirşey bilmiyoruz, ne de bilebiliriz, çünkü saf anlama yetisi, kavramları olduğu kadar saf görüler de, ancak ve ancak olanaklı deneyin nesneleriyle, dolay ısıyla,  duyu varlıklarıyla ilgilidirler
ve bu görülerden insan uzaklaşır  uzaklaşmaz,  o kavramların en ufak bir anlamı bile kalmaz." (10)
Böylece Kant  kritik yaklaşımının  numenleri hiçbir şekilde olanaksız
kılmadıklarını ancak bilgimize bir  sınırlama getirdiğini vurgulamaktadır. Zirâ biz ancak nesnelerin bize görünüşlerini bilebiliriz . Ama bu görünüşün ardında numen (kendinde şey) in olduğunu da tasarlarız. Bu tasarlanan numen, fenomenler ötesinde bir şey olduğu için, bizim için bilinemez olandır. Çünkü müdrike'nin a priori kategorileri yalnızca fenomenler  dünyasına uygulanma durumundadır. Müdrike'nin  a priori kategorileri sebebi ile fenomenleri bilebilen ve bu fenomenlerin ötesindeki numeni bilemeyen insan, Kant felsefesinde bir fenomenizm içerisinde hapsolmuştur.
(9) a.g.y. S. 155
(10) Kant I., Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Ç ıkabilecek Her Metafizige Prolegomena,
S. 66-67.

Öte yandan fenomenolojnin  yalnızca "şeylerin kendilerine gitmesi gerektiği" üzerinde uzlaşan fenomenologlar tarafından dünyayı numenal varlıklara başvurarak açıklama çabası felsefenin dışında bırakılmıştır.

Fenomenologlarca, şeylerin kendilerinin, tecrübe edildikleri biçimiyle şeylerden ayırılmaması gerektiği düşüncesi kabul edilmiştir. Fenomenolojinin kurucusu Husserl'e göre fenomenoloji "kritik bir öz bilimi" dir.  O halde fenomenoloji ile meşgul olabilmemiz için tavrımız da kritik bir tavır olmalıdır. Oysaki günlük yaşamdaki alışılmış tavrımız dogmatik olan doğal tavırdır.  Doğal tavır dogmatik olması
sebebiyle fenomenolojiye uygulanamaz. Husserl fenomenolojisinin konusu olan fenomenlerin birer fenomen olarak kendilerini ortaya koyabilmeleri için, doğal tavırı bırakmamız gerekmektedir.

Husserl fenomenolojisinin göz önünde bulundurduğu fenomenler "öz fenomenleri"dir. Öz fenomenlerinin  özelliği  real bir karektere sahip olmamaları, refleksiyonlu bir tavıra dayanmalarıdır. Bu tavır  naif ve doğal olmayan, refleksiyonlu bir tavır,  yani fenomenolojik  bir tavırdır.

Fenomenolojik tavrın yöneldiği alan halihazırdaki bir alan değildir. Bu alanın elde edilmesi için fenomenolojik redüksiyon ad ı verilen yönteme ihtiyaç duyulur. Redüksiyon yöntemi ile fenomenoloji, psikolojik ve diğer fenomenlerden saf  öze varır."

Husserl'e göre "öz" bir bireyin kendi iç varlığında bize onun "ne" olduğunu gösteren açan şeydir." (12)
Filozofa göre, bir öz, bir refleksiyon eyleminde, bir bütünlüğün içinde sunulur. Özler üzerine refleksiyon yani eydetik refleksiyon, fenomenolojik bir yöntem olan eydetik redüksiyona ihtiyaç duyar. Eydetik redüksiyonla nesnenin varlık şartları ayraca alınarak o nesnenin özü elde edilmeye çalışılmaktadır.  Böylece eydetik redüksiyon sonunda sezgisel olarak kavranan şey, Husserl'in anladığı anlamda kendi kendisine yeten bir özdür. O halde öz,  refleksiyonda bir bütünlüğün içinde sunulmaktadır.
(11) Mengüşoglu T., Nicolai Hartmann ve Fenomenoloji, S. 3-5
(12) Husserl E., ideas, S. 54.

Husserl'e göre "özsel sezginin verisi saf  bir özdür... özsel  kavrayış bir sezgidir." (13)
Görüleceği üzere Husserl felsefesinde fenomen, Kant'ta gördüğümüz anlamda söz konusu edilmemektedir. Zirâ Kant’ta fenomenler görünüşlerdir. Ve Kant felsefesinde fenomenlerin ötesinde bilgimizin sınırları dışında da olsa bir kendinde şey kabul ediyordu. Oysaki Husserl'de fenomenler öz fenomenleridir. Ve filozof  diğer fenomenologlar gibi dünyayı numenal varlıklara başvurarak açıklama girişimini reddetmiştir.

Husserl'in "her bilinç bir şeyin bilincidir" düşüncesini esas olarak alan, ve fenomenolojiyi kendi ekzistans felsefesinde yöntem olarak kullanan Sartre görünüş ve gerçeklik  ayrımını reddeder. Sartre'a göre "...biz bir  kez Nietzsche'nin "sahnenin gerisindeki dünyalar  yanılsaması" adını verdiği şeyden uzaklaşır ve görünüşün ötesindeki varlığa artık daha fazla inanmazsak, görünüş bütünüyle pozitif bir şey haline gelir: Onun özü, artık daha fazla, varlığın karşısında olmayan, ancak tam tersine varlığın ölçüsü olan bir "görünme"dir. Çünkü bir varolanın varlığı tam
tamına onun göründüğü şeydir. Böylelikle Husserl'in ya da Heidegger'in fenomenolojisinde bulabildiğimiz türden fenomen düşüncesine varırız fenomen ya da göreli mutlak olan.  Geride fenomene göreli olan kalır, çünkü "görünme" özü itibariyle kendisine görüneceği bir kimseyi varsayar. Ancak o Kant' ın görünüşünün iki yönlü göreliliğine sahip değildir... Varolan  mutlak olarak vardır, çünkü o kendisini olduğu gibi
gösterir. Fenomen olduğu gibi araştırılabilir ve betimlenebilir. Çünkü o kendi kendisini mutlak olarak gösteren şeydir... Görünüş ve öz ikiciliğini aynı ölçüde reddetmemizin nedeni budur. Görünüş özü gizlemez, onu açığa  çıkarır;  o özdür." (14)

Bu sözler ışığında Sartre'ın,  Kant'ın felsefesinde gördüğümüz türden, fenomenin kendi ardındaki numene (kendinde şey) işaret etmesi şeklindeki bir düşünceyi kabul etmediği açıktır.  Zira Sartre'ın mensubu bulunduğu  ekzistansı temele alan fenomenolojide bu tür bir ayrıma yer yoktur.
(13) a.g.y., S. 55
(14) Sartre J.P., Being and Nothingness, (Önsöz) S. liv-Iv.

Ekzistansı temele alan fenomenolojide fenomenler ile numenler tecrübenin nesneleriyle kendinde nesneler arasındaki geleneksel ayırımı yeri yoktur. Şey ya da fenomen tıpkı göründüğü gibidir. Fenomenoloji yapmak fenomenlerin ya da görünüşlerin, ki Sartre bu kavramları birbirinden ayırmaz,  betimlemelerini yapmaktır. (15)

Böylece Sartre kendi fenomen kuramında, fenomen ötesinde varlığın bulunmadığını, fenomenin yalnızca kendisini gösterdiğini "Varlık ve Hiçlik" adli yapıtında şu sözleriyle pekiştirir.

"Fenomen kuramının ilk sonucu, şimdilik görünüşün tıpkı Kant'ın fenomeninin numene işaret etmesinde olduğu gibi, varlığa işaret etmemesidir. Görünüşün ötesinde hiç bir şey bulunmadığına ve o yalnızca kendisini (ve görünüşler dizisini) gösterdiğine göre, o kendi varlığından başka herhangi bir varlıkla desteklenemez." (16)
Anlaşılacağı üzere, İlkçağdan itibaren pek çok filozofu meşgul etmiş olan "Görünüş" ve "Gerçeklik" dikotomisi, Varlık felsefesinin öz ve varoluş olarak da anlayabileceğimiz görünüş ve gerçeklik birbirlerini tamamlamaları sebebiyle birbirlerine karşı konumlarda yer olmamalıdırlar.

"... Her varlık görünüş, her görünüş aynı zamanda varlıktır.
Onlar adeta aynı özün birbirlerini tamamlayan iki manzarasıdır. Bize bir açıdan görünüş gibi gelen her şey, aslında varlığın bir manzarası, yani varlığın kendisidir" (17) düşüncesiyle aşılmıştır.

Bibliyografya
Gökberk Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul 1980, Remzi Kitabevi.
Husserl Edmund, İdeas, London 1931, George Allen and Unwin Ltd.
(Translated by W.R. Boyce Gibson).
Jolm H.R., Jr - Justus B,. Felsefeye Giriş
Kant İmmanuel, Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe
Prolegomena, Ankara 1983, H.V. Yayınları (Çev. Ioanna
Kuçııradi-Yusuf Örnek).
&anı Walther, Antik Felsefe Metinler ve Aç ıklamalar, İstanbul 1984
Onur Matbaası, (Çev. Suad Y. Baydur).
(15) Luijpen W.A., Existentıal Phenomenology, S. 15-20
(16) Sartre J.P., Being and Nothingness, (önsöz) S. lvi-lvii.
(17) Ülken H.Z., Varl ık ve Oluş, S. 150
GÖRÜNÜŞ VE GERÇEKLIK 243
Luijpen William A,. Existential Phenomenology, Louvain 1963, Duquesne
University Press.
Mengüşoğlu Takiyettin, Nicolai Hartmann ve Fenomenoloji, İstanbul
1969, İstanbul Matbaas ı.
Russell Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi, İstanbul 1983, Onur Bas ımevi
(Çev. Muammer Sencer).
Sartre Jean Paul, Being and Nothingness, New York 1966, Washington
Square Press, Inc. (Translated by Hazel E. Barnes)
tilken Hilmi Ziya, Varlık ve Olu ş, Ankara 1968, A.Ü. Ilahiyat Fakültesi
Yayınları.


sevgiler...saygılar...
yenilmek te iyidir, mühim olan her seferinde yenilsende , daha iyi olarak yenildiğini bilmektir


Ağustos 21, 2014, 11:43:03 öö
Yanıtla #147
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay

Akademik makalelelerin kopyalarını gördük.

Düzeyimiz bunları bu haliyle anlamaya yetmiyor.

Ancak bunları getiren Sayın sahnesa-rsan herhalde anlıyor ve bu makalalerde anlatılanların doğruluğunu da teyit ediyor.

Şu halde bize sadece sevgi ve saygılarını değil, özet değerlendirmelerini vermeli ki, konuyu biz de anlayabilelim.

Bu yapılmadığı sürece, benim açımdan Forum boşuna bir sürü okunamayacak denli ağır kapsamlı yazıyla doldurulmuş oluyor.

Ben de buraya komple bir Felsefe Ansklopedisi'nin aktarabilirim. Bu yığına hlerhangi başka bir yerde de bulunabilir. Herkesin kolayca anlayabileceği, gerekirse tartışılabilecek ve katkılarla genişletilip geliştirilebilecek  açıklamalar verilmezse neye yarar?

Sayın Sahnesarsan bize hiç olmazsa bir ÖZET versin ki, bunca yazıda ne denildiğini şöyle bir anlayabilelim.



« Son Düzenleme: Ağustos 21, 2014, 11:45:14 öö Gönderen: ADAM »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ağustos 22, 2014, 03:00:27 ös
Yanıtla #148
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 689

Okurken anlamakta zorlandım, bir de 3 sefer yazılınca, sayın Spock ne güzel yazmış az öz anlaşılır....
Doğru rehberini bulana ne mutlu...


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
29 Yanıt
25753 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 06, 2020, 04:29:52 öö
Gönderen: NOSAM33
9 Yanıt
9608 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 30, 2013, 10:57:05 öö
Gönderen: Waldow
18 Yanıt
13510 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 11, 2011, 04:18:39 ös
Gönderen: Waldow
17 Yanıt
28676 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 12, 2011, 09:40:45 ös
Gönderen: ayhan ataseven
0 Yanıt
2414 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 06, 2012, 08:23:56 ös
Gönderen: Tij
2 Yanıt
3528 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 13, 2013, 11:15:04 öö
Gönderen: shakespeare
3 Yanıt
9563 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 21, 2016, 09:24:06 öö
Gönderen: Birisi
8 Yanıt
7634 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 06, 2013, 09:45:20 öö
Gönderen: karahan
14 Yanıt
13129 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 01, 2015, 01:16:15 ös
Gönderen: ADAM
20 Yanıt
16987 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 28, 2019, 10:53:43 ös
Gönderen: Ali Genetic