Merhabalar, öncelikle konuyu biraz geç takip ettiğim için biraz uzunca bir mesaj atacabilirim; kusura bakmayın.
Öncelikle sn. Akyol "evliya" kelimesine dikkat çekmiş. Aslında bir yandan doğru fakat tam olarak değil. Evliya kelimesi "veliler" anlamına gelir. Veli de "yakın destek veren, gözeten" anlamına gelebileceği gibi "sıkı dost" anlamında da kullanılabilir. Ayetin savaş zamanı indiği doğrudur. Esasen bir Yahudi yerleşimi olan "Yesrib"in, "Medineleşme" sürecinde yerel Yahudi kabilelerinin zaman zaman tavır değişiklikleri ve bunun sonucu uygulanan sert yaptırımlar önemli bir yer taşımaktadır, konuyla ilgilenen herkesin bildiği üzere.
Ben sayın degas'ın yerinde olsaydım argümanımı bir çok koldan sunmak yerine tek ama esaslı bir sebebe dayandırmayı tercih ederdim. Mesela Ben-i Kureyza kabilesinin Yesrib'den tasfiyesi buna iyi bir dayanak noktası olurdu. Fakat sayın degas'ın bize sunduğu ayetlerin açıkçası pek çoğu bana etkileyici gelmedi. Pek çoğu, örneğin bir kutsal kitapta kimi insanların "sapık" olarak nitelenmesi son derece normaldir. Allah'ın cezadan bahsetmesinin de "çok yanlış, nerede sevgi" diyerek yadırganması ise bence normal değildir. Bir kutsal kitabın çiçek çocuklarca yazılmış gibi olmasını beklemek de normal değildir. Kuran, 7. yüzyılda vahyedildi. Her dinin yaptığı gibi kendi öğretisini kabul edenleri ve diğerlerini farklı olarak ele alır. Bir insan "ben ateistim" dediğinde zaten Kuran'ın ya da bir başka kutsal kitabın bu tavırlarını onaylamadığı anlaşılmaktadır. Fakat inananlarına "aptal" gibi davranmak da saygısızca bir davranıştır. Bakınız niçin?
Her şeyden önce inanmadığınız kitap nasıl ki sizleri "sapkın" olarak niteliyorsa, siz de oyunu kitabın kurallarına göre oynayarak karşınızdakileri "aptal" olarak nitelemiş olursunuz. Amacınız farklı olsa da aynı araçları kullanmak, karşınızdakini vicdanen meşrulaştırmayı sağlayacaktır. Uzun ve büyük olan her zaman yürünen yoldur, varılan hedef ise daha küçük hacimlidir. Bu sebepten usul ve erkan her diyalog ortamında, amaç kadar önem taşır.
Sayın degas, sayın M.Akyol sizin düşüncelerinize karşıt bir görüş bildirmiş ilk başta sadece. Siz kendi fikrinizi o kadar içselleştirilmişsiniz ki sanki bu size karşı yapılan bir cevapmış gibi cevap veriyorsunuz. "Okuduğunu anlayan insan için", "artık son çırpınış" gibi tanımlamalarınız sizinle aynı fikirde olmayan insanları "okuduğunu anlamayan" tanımlamasına sokuyor. Şunun farkına varmalısınız; sizinle aynı şeyi okuyup, aynı şekilde anlayarak yine de sizin fikrinizi paylaşmayan ve asla paylaşmayacak insanlar da olabilir. Bu onların hakkıdır. Sizinle farklı (karşıt değil) fikirlerde olan insanları ötekileştirmeniz sizi o yerdiğiniz Yehova'nın mentalitesinden farklı kılmayacaktır. Sizi onlardan daha üstün de kılmayacaktır. Sayın M.Akyol'un argümanlarınıza olan cevabına karşı daha fazla sonuca yönelik cevap verebilirdiniz, eğer amacınız bir senteze varmak ise. Eğer böyle bir amacınız yoksa, bizimle kendi düşüncelerinizi paylaşmanızın da bir anlamı yoktur. Kendi kendinize rahat ve dengedeyseniz ve biz sizin düşüncelerinizi de anlamadıysak bence kendinizi daha fazla yormayın.
Bir de bir sorum var, Arapça ya da dönem Arapçası'nı siz biliyor musunuz? Bu soru "bilmiyorsun da konuşuyorsun" gibi örtülü bir itham içermemektedir, merak ettim. Sayın M.Akyol'un bilmediğini düşünüyorum ama sizi bilemedim.
Bir de acaba zahmet olmazsa Cezayir, Suudi Arabistan ve Fas bölgelerinde farklı yazılmış olan Kuran'ları nereden edindiğinizi sorabilir miyim? Çünkü ben daha önce de bu iddiayı duymuştum ve arıyorum. Ama malesef hiç bir yerde bulabilmiş değilim. Yine aynı şekilde Talmud'un da Türkçesi'ni arıyordum fakat ona da ulaşamadım henüz. Eğer sizin sözünü ettiğiniz kitapları bulabilirsem sevineceğim.
Kuran yorumu konusunda şunu söylemek isterim ki; özellikle böyle bir kitap için Kuran ve ayetlerin iniş tarihi ve onlara ön ayak olan olayların bilinmesi çok önemlidir. Özellikle ben ayetleri teker teker sunma bilgiselliğine çok karşıyım. Ayetler bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Mesela aynı Maide suresinde ardarda şöyle üç ayet de var:
"Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
Andolsun ki İsrailoğulları'nın sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.
Bir belâ olmayacak zannettiler de kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul etti. Sonra içlerinden çoğu yine kör ve sağır oldu. Allah onların yaptıklarını görmektedir."
Şimdi bu üç ayette Allah, İsrailloğulları'nın bir zamanlar kafirce davranışlar içinde bulunduklarını fakat sonradan Allah'ın tevbelerini kabul ettiklerini ama akabinde "çoğu"nun yine kafirlik yaptığını söylemektedir. Şu halde Allah'ın o, bir zamanlar nefislerinin arzu etmediği hükümleri reddeden Yahudiler'in haricinde bir Yahudi grubunun varlığından da zımni olarak bahsettiğini söylememiz gerekir. Ama siz eğer gider de sadece 2. ayeti gösterirseniz bu muhakkak ki ırkçı bir ayet olarak göze çarpacaktır. Bence bu doğru bir yorum olmaz. Aksini söylerseniz de saygı duyarım.
Diyanet konusuna gelince; Diyanet zaman zaman yanlışlara imza atmış bir kurumdur ve onu da onun yaklaşımını da eleştirmek hakkımızdır. Nasıl ki ben daha önce size Kazım Mirşan'ın akademik kariyerinin olmamasının benim için sorun olduğunu söylemişsem ve siz de "akademik çalışmalar, bağımsız olamaz" argümanıyla bunu savunduysanız; sayın M.Akyol'un da konu hakkında profesyonel araştırması olmamasına rağmen Diyanet'ten farklı düşünmesi mümkündür. Türkiye'de müslümanların Diyanet'e olan bakışı, katoliklerin Papa'ya olan bakışı gibi değildir; insanın hata yapması her zaman mümkündür.
Siz batıni tarih konusunda profesyonel araştırmalar yürütmemiş, saha çalışması yapmamış birisiniz muhtemelen. Ben eğer sizi ve argümanlarınızın kaynağını "Sen Rene Grousset'den, Jean Paul Roux'dan" daha mı iyi bileceksin diye yargılasam, bana ne derdiniz?
Septiklik ve inançsızlığı birbirine karıştırmama konusunda Umberto Eco'nun Foucault Sarkacı'nda karakterlerinden birine söylettiği güzel bir söz vardı. Ben kendimi bir septik olarak nitelerim. Ateizm de tüm dinler gibi ispatlanması şu an mümkün olmayan bir duruştur. Siz de, inananlar da sonsuz bir karanlıkta elinizdeki bilgilerin kesin olduğuna inanarak bir kör dövüşüne girebilirsiniz ve asla da çözüme ulaşamazsınız. Mühim olan sizin neye inandığınızdır. Bu yüzden inananların pek çoğu "Tanrı'ya inanmak" tanımını kullanır. "Tanrıyı bilmek" ise bambaşka bir tanım olacaktır. İnancı suçlamak, yargılamak sonuçsuz kalacak hareketlerdir.
Madde madde argümanlar üzerinden giderek bir sonuca ulaşmaya çalışsak, daha yararlı olmaz mı?
Saygılarımla.