Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: ORTA ÇAĞDA AVRUPA - 6  (Okunma sayısı 3691 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mayıs 08, 2010, 04:24:10 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Orta Çağda Özgür Düşünce


Atina’daki son Platon akademisinin kapatıldığı 529 yılına dek Roma dünyasındaki düşünce özgürlüğü ortamı, birtakım sınırlandırmalara karşın devam etmiştir. Bundan sonra “özgür düşünce”nin yerini “güdümlü düşünce” alır; felsefenin yerine teoloji geçer. Bu tarihten sonra akıl tümüyle zincire vurulmuş olmasa bile sıkı bir disiplin ve kontrol altına alınmıştır.

Pagan dinlerine, sapkın sayılan akımlara karşı bir ölüm kalım savaşı açan Kilise’nin, doğrudan dinin dogmalarına değinmeyen düşünsel uğraşılara karıştığı da söylenemez. Kaldı ki, Hıristiyanlığın güç kazanması, Helen-Roma kültürünün çökmeye yüz tuttuğu, yeni üretimlerde bulunulamadığı bir döneme denk düşer. Bu çöküntünün, Hıristiyanlığın zaferini kolaylaştırmış olduğu bile söylenebilir.

18. yüzyıl Aydınlanma Çağının kimi düşünürleri, İlk Çağ kültürünün yozlaşmasına Hıristiyanlığın neden olduğunu ileri sürmüştür. Oysa bu yozlaşmanın asıl nedeni Hıristiyanlık değil barbarlık, din değil dünyevi savaşlardır. Ardı arkası kesilmeyen savaşlar ile barbar akınları, manastırların, okulların ve kitaplıkların yıkılıp yakılması, en azından kültürün yoksullaşması sonucunu doğurmuştur.

İşin ilginç yanı şudur ki, İlk Çağın kültür mirasını şöyle ya da böyle Orta Çağa aktarıp Batı kültürünün sürekliliğini sağlayan gene de Kilise olmuştur. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra Avrupa’daki tek kültür kaynağı ve dayanağı Kilise’dir; manastırlar da bu kültür mirasının saklandığı birer depo, rahip ve keşişler bilginin taşıyıcılarıdır. Bu nedenle Orta Çağda Kilise, tüm düşünsel yaşamı da tekeline almıştır. Batı dünyasında rakipsiz bir eğitim kurumu olduğu sürece düşünsel yaşamda aykırı kıpırdanmalara pek rastlanmaz. Dolayısıyla özgürlük sorunu da gündeme gelmez bile. Kilise’nin dogmalarına aykırı öğretilerin başgösterdiği, Antik Çağ düşünce ürünlerinin çeşitli yollardan Batı’ya sızdığı 12. yüzyıla kadar bu böyle sürer. Nitekim sapkın denilen akımların da en çok bu yüzyılda ortaya çıkması bir rastlantı değildir.

Bilgisizliğin âdeta evrensel bir boyuta vardığı, insan aklının kuşkulanma ve eleştiri gibi yetilerinin uyukladığı bu karanlık çağda, Kilise düşünsel uğraşıların rakipsiz şampiyonudur. Nitekim “12. yüzyıl Rönesansı” diyebileceğimiz yeni kültür filizlenmesiyle birlikte, Kilise’nin öğretilerine aykırı düşünsel akımlar başgösterince; Kilise’nin özünde yatan bağnazlık hemen kendini açığa vurur.

Kimi araştırmacılar, Hıristiyanlığın her zaman için özgür düşünce ve düşünce özgürlüğüne karşı çıktığını, bilimin de Hıristiyanlığın bilgisizlik ya da gericiliğine karşın geliştiğini öne sürer. Onlara göre Orta Çağ düşüncesi, kuşkuculuk dışında tüm felsefe sistemlerine yer vermiştir. Gerçekten de başta üniversiteler olmak üzere her tür felsefi ve teolojik tartışmalar okullarda yapılmıştır.

Ne var ki, bu tartışma ortamlarına bakarak, düşünce özgürlüğünün sınırsız olduğu sanılmamalı. Orta Çağda düşünce özgürlüğü, olsa olsa koşullu bir özgürlüktür. «Koşullu özgürlük olur mu?» diyeceksiniz. Doğru, olmaz. Ona özgürlük denilemez. Kilise kendi öğreti ve dogmalarına aykırı düşmediği, kendi işine yaradığı ölçüde düşünce özgürlüğüne izin vermiştir; koşullu oluşu işte bu. Teoloji bile Kilise’nin ana dogmalarıyla sınırlıdır; herhangi bir şekilde dogmalara aykırı sayılan öğretilere eğilim gösterdiği anda hemen Kilise’nin kovuşturmasına uğrar.

Aslında teoloji, felsefenin yöntemlerini kullanmasına karşılık özgür bir bilim sayılamaz çünkü görevi felsefede olduğu gibi akıl ilkelerinden hareket ederek henüz bilinmeyen gerçekleri araştırmak değil, Tanrı tarafından vahyedilmiş olan (öyle olduğu söylenen) gerçekleri akıl yoluyla temellendirerek onlara evrensel bir karakter kazandırmaktır. Teoloji ne zaman bu asal görevini unutup felsefe ile biraz daha içli dışlı olmaya kalksa, Kilise hemen değişmez ve bağlayıcı dogmalarıyla onun da karşısına dikilir. Bu nedenle Orta Çağda tam bir düşünce özgürlüğünden söz etmek elbette olanaksızdır. Temel kaygısı sadece tanımlanmış bir Hıristiyanlığın gerçeklerini korumak olan Kilise, “gerçek” saydığı dogmalara aykırı düşünceleri köstekler, buna karşılık onları pekiştirenleri yüreklendirir.

Şu halde şöyle diyebiliriz: Antik Çağdaki düşünce serbestliğinin tersine, Orta Çağda Kilise’nin yönettiği, denetlediği, güdümlü bir düşünce ortamı söz konusudur. Zihinler felsefi düşünceye susamıştır belki ama Kilise’nin yarattığı korku havası içinde bu susuzluğu gidermeye kalkışmak, sonunda o sudan büsbütün yoksun kalmayı göze almak demektir.

Ancak ilerleyen dönemlerde Antik Çağın felsefi akımları birer birer sökün ettiğinde, Kilise bunları önce kuşkuyla karşılayacak, ancak tehlikesiz yani kendi öğretilerine uygun biçimlere sokulduktan sonra onlara göz yumacaktır. Nitekim Kilise, İbn-ür-Rüşt’ün yorumladığı biçimiyle Aristo felsefesini mahkûm edecek, onu ancak Aquinolu Tommasso ve Albertus Magnus’un düzeltme ve yakıştırmalarından sonra tanıyacaktır. Buna karşın zincire vurulmak istenilen insan aklı arada sırada birtakım kaçamaklar yapmayı da becerecektir.

Düşünsel aykırılıkların çoğu, Kilise’nin disiplin ve yetkesine meydan okuma biçimine girmediği sürece “sözünü geri alma” suretiyle örtbas edilir. En büyük ceza, kitap yakma ve aforozdan ileri gitmez. Nitekim 12. yüzyıl başlarında Champagne kentinden Papaz Guillaume, pozitivist-materyalist Helen felsefesinin etkisi altında “Her şeyin doğal nedenini aramak yoluyla gerçeğe varılabilir.” düşüncesini öne sürer. Gerçeği yalnızca “gerçeğin kendisi” için aradığını tüm yürekliliğiyle açığa vurunca, sapkınlıkla suçlanır; tatlı canını gerçeğe yeğler, felsefe gibi tehlikeli bir meslekten vazgeçip düşünce arenasını terk eder.

Buna benzer bir tarzda, Panteist bir dinsel görüşü olan Poitiers Piskoposu Porréeli Gilbert de suçlanarak iki kez yargılanacak, sonuçta kitaplarından bazı bölümlerin çıkarılmasına razı olarak ateş üzerinde kazığa bağlanmaktan sıyrılacaktır. Öğrencisi Salisburyli John ise, dövüşken olmayan, uzlaşmacı ve ölçülü tavırlarıyla birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkacak olan hümanistlerin âdeta öncüsü gibidir. O da devrimci düşüncelerinden dolayı aynı yolu izlemek zorunda bırakılacaktır.

12. yüzyıla doğru Batı düşüncesine Neoplatonizm biçimi altında olmak üzere Platonculuk felsefesi egemendir. Bundan sonra Batı dünyası, Aristo felsefesiyle tanışır. Kimi düşünürler, Aristo felsefesinin etkisiyle Kilise’nin “yaradılış”, “mucizeler” ve “ruhun ölmezliği” gibi asal dogmalarına karşı saldırıya geçince, her biri Kilise tarafından mahkûm edilir. Kilise, Aristo felsefesinin giderek başına dert açacağını anlayınca; Alexander of Hales, Aquinolu Tommaso, Albertus Magnus gibi düşünürlerce uyarlanmış bir Aristo felsefesine onay verecek ve bu felsefeden de olabildiğince yararlanacaktır.

Özellikle İtalya’da, Padua Üniversitesi’nde İbn-ür-Rüşt’ün “Averroisme felsefesi” pek revaç bulur. Onun Aristo felsefesine getirdiği yorum, Kilise’nin dogmalarına, öğretisine aykırıdır. Nitekim tıp bilgini Abanolu Pietro, İbn-ür-Rüşt yandaşı düşüncelerinden ötürü Engizisyonun kovuşturmasına uğrar; canını ateşten kurtarmasına karşın, ölümünden sonra cesedi mezarından çıkarılarak yakılır. Şayet yakılmazsa, o düşüncelerin hâlâ varlığını sürdüreceğinden korkulduğu için. Sanki insanın düşüncesi toprağa gömülü bedende kalırmış gibi… (Oysa Kilise o dönemde birazcık da bilime önem ve değer verse, bilimi de kendi yararına kullanmaya girişse böyle saçmalıklar yapmazdı. Ancak günümüzde kendini bu yola yöneltmeye uğraşıyor.)

İbn-ür-Rüşt yandaşlarından bir diğeri olan Siger Brabant ise, kovuşturmalardan kurtulmak için yeni bir yöntem kullanır. Yapıtlarında sapkın sayılabilecek her iddia ya da düşünceden sonra şu sözleri ekler: “Biz bunu salt filozofun düşüncesine göre söylüyoruz; yoksa doğrudur demiyoruz.”  Ancak bu düşünsel iki yüzlülüğüne karşın, Siger Brabant da yakasını engizisyondan kurtaramamıştır.

Günümüzde Katolik Kilisesi’nin benimsediği felsefeye “Yeni Tomacılık” deniyor. Hemen hemen günümüze dek Hıristiyan felsefesine, özellikle skolastik felsefeye damgasını vurmuş olan Aquinolu Tommaso’nun sonradan Tomacılık olarak adlandırılmış felsefesi bile bir ara Kilise’nin hışmına uğramıştı. Tommaso’nun ölümünün ardından üç yıl geçtikten sonra Kilise onun görüşlerini sapkın ilan etmişti. Neredeyse ölümden sonra mahkûm edilecekti. Önderi Albertus Magnus, Köln’den kalkıp Roma’ya gelerek öğrencisini savunmuş, onu Abanolu Pietro’nun akibetine uğramaktan kurtarmıştı.

Kilise’nin tüm baskılarına karşın, Antik Çağın kuşkucu hatta Ateist görüşler içeren felsefeleri Orta Çağda bir yolunu bulup gelişti. Ne var ki bu sinsi gelişmede Kilise’nin hiçbir rolü yoktu. Bu olguda ancak şu vardı: İnsan düşüncesi, sonunda tüm zincirleri kırıyor; tüm baskı ve engelleri yenerek kendi iç enerjisi açığa çıkarıyor ve gerçeği aramak tutkusundan yoksun bırakılamıyor. 12. yüzyıl Rönesansı ile birlikte Avrupa’nın birçok merkezinde kurulan bilim yurtlarının ve üniversitelerin gelişmesinde elbette Kilise’nin rolü yadsınamaz. Ancak bilime yaptığı bu dolaylı katkılardan dolayı Kilise’yi özgür düşüncenin destekleyicisi sanmak son derece yanılgılı olur.

Paris, Bologna ve Oxford gibi üniversitelerin kurumlaşması hatta bağımsızlıklarını kazanmalarında Papa 3. Innocentius ve 9. Gregorius gibi papaların büyük rolü olduğu söylenir. Ancak bunlara bakıp da Papalığın bilimin koruyucu meleği, hele düşünce özgürlüğünün ön savaşçısı olduğunu sonucunu çıkaramayız. Papalığın üniversiteleri doğrudan kendi koruması altına almak istemesinin tek nedeni, Helen-Arap kaynaklarından kopup gelen düşünce akımlarını yönlendirerek tehlikeli bir hal almalarını önlemektir. Üstelik her türlü düşünce akımının toplandığı yerler üniversiteler olduğuna göre, bunlara egemen olmak suretiyle Papalık, isterse bu akımları kendi fidanlıklarını sulamada kullanabileceğinin farkına varmıştır. Üniversiteleri tüm dünyaya Hıristiyanlığın ışıklarını yayan bir propaganda merkezi yapabilmek için, Papalık, üniversite öğretim kadrolarına özellikle Fransisken ve Dominiken tarikatlarının bilgili papazlarını yerleştirmiştir.

Kilisenin gözünde en değerli, en yararlı hatta tek gerçek bilim “teoloji”dir. Ötekiler ise ancak Hıristiyanlığın gerçeklerini dünyaya yaymak üzere teolojinin hizmetine girdiği ölçüde yararlı, değerli ve geçerlidir. Başta felsefe olmak üzere tüm bilimler teolojinin hizmetçisidir. Papa 9. Gregorius’un bu bağlamda şöyle bir sözü var: «Bir şeye teolojiye hizmet verdiği ölçüde Hıristiyanlar tarafından öğrenilmesine izin verilebilir.» Bu ünlü papa, Paris Üniversitesi’nin teoloji öğretmenlerine filozofluk taslamamalarını, derslerinde çözümünü teoloji kitapları ve Kutsal Baba’nın yazılarında bulamadıkları sorulara dokunmamayı önermiş ve şöyle demiştir  «Kutsal yazıların anlamını Helen felsefesi ile açıklamaya kalkışmak, bu Pagan fesefesine dayanmak, yalnız kendini bilmezlik değil düpedüz dinsizliktir.»

Kilise’nin asıl amacı, bilim kalesini içerden ele geçirip onun bir sapkınlık odağı haline gelmesini önlemektir. Orta Çağda bilgisizliği yüreklendirmemiştir ama kendi çıkarı için bilime el koymuştur. Helen-Arap felsefesinin Batı’ya sızmasıyla insan düşüncesinin kazandığı yeni perspektiflerin inanç kalesinde gedik açmasını önlemek, açılmış gedik varsa bunu gene bu felsefenin alet ve malzemeleriyle kapamaya bakmak, biricik savunma silahıdır. Nitekim Albertus Magnus, Aquinolu Tommaso gibi zekâlar, tüm düşünsel enerjilerini Hıristiyanlığın hizmetine vermiş ve Aristo felsefesini Hıristiyan dogmalarıyla uzlaştırmayı başarmışlardır. Böylece Hıristiyanlık, en büyük düşmanını en güçlü savaş arkadaşı haline getirmiştir.

Kilise, sapkın inançlar karşısındaki katı tutumunu tek tek aykırı düşünceler yayan düşünürlere karşı takınmamış, onlara karşı daha toleranslı davranmıştır. Bunun nedenini ise, Kilise’nin toplu bir ayaklanma göstermeyen sapkınlıklara ses çıkarmaması kadar, henüz kitap basım tekniği olmayan bir çağda içinde aykırı düşünceler taşıyan belli sayıdaki kitabı ortadan kaldırmanın kolaylığında aramak gerekir.

Orta Çağ dünyasında Avrupa’da bilgi hep arka plana atılmıştır. “Ruhun kurtuluşuna engel olabilecek bilgi ve düşünceler şeytanın dürtülerinden başka bir şey olamaz.” düşüncesi egemendir. 8. Bonifacius adı altında bir ara Papalık tahtına oturacak Kardinal Gaetani’nin, 1290 Paris Konsili’nde üniversite öğretmenlerine, ateş püskürerek şöyle dediğini görürüz: «Biz Tanrı tarafından bilim elde etmek ya da insanların gözünde parlamak için çağrılmadık. Ruhları kurtarmak için görevlendirildik.»



Şimdi burada duralım… İzleyecek bölümde, Orta Çağ’da Kilise’nin kitap sorununa bakacağız. Umberto Eco, “Gülün Adı” adlı romanında bu sorunu bence çok güzel bir şekilde yansıtmıştı.



ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
2552 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 30, 2010, 03:36:43 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2744 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 02, 2010, 08:38:21 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2735 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 04, 2010, 08:42:41 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2364 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 05, 2010, 11:11:20 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2293 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 07, 2010, 06:12:27 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3866 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 09, 2010, 02:47:23 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3078 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 10, 2010, 01:05:16 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2574 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 11, 2010, 03:42:05 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2787 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 14, 2010, 01:29:45 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2825 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 20, 2013, 11:26:31 öö
Gönderen: ADAM