Masonluğun, geleceğin toplumunda ne gibi bir görev yüklenmesi gerektiği üzerine bir görüş oluşturabilmek için, önce geleceğin toplumunun nasıl bir toplum olacağını tasarlamak gerekiyor. Dolayısıyla önce bunun üzerinde duracak, asıl konuya bu giriş bağlamındaki düşünülerimi belirttikten sonra ikinci bölümde gireceğim.
Burada "gelecek" deyince, ancak yakın gelecekten söz edebiliriz. Bunu da, ancak toplumların tarihsel geçmişini şöyle bir gözden geçirerek, yalnızca bir oranlamada bulunarak yapabiliriz. Çünkü geleceği bilmek, geçmişin verilerine dayanarak bir olası gidişi tasarlamanın ötesinde, bilim dışıdır.
Orta Çağda insanlar, bir yandan bilek gücünün baskısı altında ezilirken diğer yandan da "bilgi"den olabildiğince uzak kalmaya tutsak edilmişlerdi. Bir diğer deyişle insanlar, "yönetenler" ve "yönetilenler" ya da "güçlü azınlık" ve "zavallı halk" olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Üstelik insanlar, bu olgunun tümüyle doğal olduğuna ve böyle olması gerektiğine de inandırılmıştı.
İnsan hakları bakımından yanlışlıklar üzerine kurulu bu toplumsal ortamda, dinsel kurumlar ile ayrıcalıklı soylu sınıf, aralarında bir ortak çıkar birliği sağlayarak el ele vermişlerdi. Balı dünyası için bir karanlık dönem olan Orta Çağ, yaklaşık bin yıl sürüp "Rönesans" olarak andığımız yenileşme atılımlarının etkisiyle sona ererken, dinsel kurumlar ile egemen politik güçlerin arası açıldı. Bunda, gerek bilimin gerekse bilginin etkisi vardı.
Bilimin kimi buluşları, olumsuz bir yaklaşımla değerlendirilip savaş gücünün artırılmasında etkin bir araç olarak kullanılınca, feodalite yıkılıp yerine krallıklar kurulmuştu. Bu değişim, hiç de halkın rahat bir soluk alabilmesine yaramamıştı; kimine göre, özellikle ekonomik bakımdan daha kötü bile oldu. Bundan sonra krallar, artık güç dengesi kendilerinden yana bozulmuş olduğu için, aynı olanağı dinsel kurumlara kafa tutmada da kullandılar. Salt dinsel bir alanda bile olsa, bilginin gelişimi, Katolik Kilisesi'nin dogmalarının birçoğunun yıkılıp, yüzyıllarca koruyabilmiş olduğu foyasının ortaya çıkarılmasını sağladı. Buna tarihte "Reform" niteliği verildi ama konuya geniş halk kitlelerinin toplumsal ve ekonomik durumu açısından bakacak olursak, gene pek bir şey değişmedi.
Orta Çağ sonrasında, ayrıcalıklı sınıflar daha birkaç yüzyıl egemenliği ellerinde tutmayı ve halkı temel insan hakları ile özgürlüklerinden yoksun tutmayı başardılar. Aralarında ancak tapınım yöntemlerinin uygulamadaki ayrıntılarında birtakım farklar bulunan yeni dinsel kurumlar oluştu; bunlar da egemen yönetici güçlere daha çok ödün vererek otoritelerini korurken, bilime ve gerçeklere sırtlarını dönmeyi ve halkın da gözlerini örtülü tutmayı, böylelikle onları kör inançlara boğup tutsaklık altında ezmeyi sürdürdüler.
Ne yöneten güçlü azınlığın bu gücünü ve egemenliğini koruyabilmek için önlemli olmasına ne de kesin ve değişmez evrensel gerçekleri mutlak bir düzeyde ellerinde tuttuklarını ileri süren dinsel kurumların bu bilgilerinin doğruluğunu kanıtlamalarına gerek vardı. Çünkü yönetilen ve körü körüne bağlanarak inanmaktan başka çıkar yol bulamamış olan zavallı halk, onların çıkarlarını ve yücelik tutkularını, onlardan çok daha iyi koruyordu. Bu çoğunluğun bireyleri, kafalarına sokulmuş olan yanılsamalı bilgilerden ve "gerçek" aldatmacasıyla oluşturulmuş boş inançlardan başka türlüsünü düşünemeyecek bir biçimde koşullandırılmıştı. Bu bilgisizlik ortamında, elde edebildikleriyle yetinerek mutlu oldukları sanısına kapılmışken, olanı da olduğu gibi korumak zorunluluğuna kandırıldıklarından, tutuculuğu bağnazlığa dönüştürmüşlerdi.
Bir diğer deyişle, insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan geniş halk kitlelerinin evrimi yapay olarak durdurulmuş, üstelik bu kitle bunun en iyisi ve en doğrusu olup böyle olması ve böyle sürmesi gerektiğini savunur edilmişti.
Bu elbette hep böyle sürmedi; süremezdi. İnsanları ve toplumları boyundurukları altına almış olan egemen güçler, her ne yapmış olurlarsa olsunlar, gerek bilginin yaşamını sürdürmesine gerekse bilimin gizliden gizliye bile olsa gelişimini engelleyememişlerdi. Bildiklerini tüm insanlarla paylaşmak üzere kendilerini ortaya atan yiğitlerin harcanması, böylelikle diğerlerine gözdağı verilmesi bile evrimsel gidişi durduramadı. Tek durdurulabilen, elverişli olmayan bir ortamda bilimsel bilginin yüreklice açıklanması oldu; buna gönül vermiş olanların aralarında serbestçe dayanışma oluşturabilmeleri de gereğinde kaba güç kullanılarak geciktirildi.
Bilginin ve bilimin, sürekli baskı altında tutuluşlarına karşın, oldukça düşük bir ivmeyle de olsa gelişimlerine set çekilemedi. Bu gelişim, giderek bir birikim oluşturdu ve patlama noktasına geldi. Bir insanın ortalama yaşam süresine oranlayacak olursak çok uzun sayılabilecek bir süre içinde fakat tüm uygarlık tarihinin bilinen süresiyle karşılaştırıldığında ise "birdenbire" olarak nitelenebilecek denli kısa bir sürede bir değişim ve gelişim başgösterdi.
Başlangıçta bu değişim, yer ve zaman bakımından birbirlerinden kopuktu; öylesine ki, aynı tür bilimsel bulgular, birbirleriyle hiçbir ilişkisi olmayan kişilerce, aynı ya da farklı zamanlarda ayrı ayrı yerlerde elde edildi. Bunlar hızla büyüdü ve birleşti. Bu birleşim ve bu doğrultuda canla başla çalışanlar arasında oluşan dayanışma, tüm dünya çapındaki ortak gelişimin, o günler için "olağanüstü" olarak nitelenebilecek bir ivmeyle hız kazanmasını sağladı.
Bilginin birikerek gelişimi ise, günümüzden iki yüz yıl öncesinin Aydınlanma Çağını oluşturdu. Ataları yüzyıllar boyunca baskı ve ezilme altında kalmış olan halk, bireysel haklarının, özellikle özdeksel özgürlüğünün bilincine vardı.
Avrupa batısında başlayan eylem, ayrıcalıklıların egemenliğini ortadan kaldırarak, bunun yerine ulusal egemenliğin kurulmasına yöneldi. Aslında hiç de yeni olmayıp, Orta Çağ öncesinde Avrupa güneyi ve doğusunda başarılı örnekleri görülmüş bu politik-toplumsal yapı, yani demokrasi, hemen hemen tüm dünyaya, özellikle uygarlık yanlısı olan ülkelere yayıldı.
Halkın egemenliğini genelde benimser olmakla birlikte, yönetim biçimlerinin türü nedeniyle bireysel özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlayan, bir diğer deyişle halkı bir "toplum" olarak değil de, bir "sürü" gibi yönetmeye kalkışanlar ise, gene Orta Çağdaki olguya pek benzer ulusal ortamlar yarattılar. Bu ortamlarda, her ne denli yöneticiler halk arasından çıktıysa da, bir "ayrıcalıklı yöneticiler topluluğu" ile "özgürlüklerinden yoksun bir kitle" oluşturulmasından sakınılamadı. Bunun da gerek politik gerekse ekonomik bakımdan yürümediği, insanlara gönenç ve mutluluk sağlayamadığı, bu ortamda bilimin ve gelişimin ancak sınırlı bir düzeye varabilecek denli sağlanıp bundan sonra olduğu yerde saydığı görüldü. Bilimin, sonsuz ve sınırsız bir özgürlüğe gereksinme duyduğu, baskı ve zorlamayla bilimsel gelişimi sağlamak isteyenlerin, bir noktada tıkanıp kalmaktan başka çıkar yol bulamayacakları ortaya kondu.
Demokratik toplumlarda ise, nesnel özgürlüklerini elde eden bireyler, bu kez de bununla yetinir oldular. Kendilerini dinsel kurumların yoğun etki ve aşılamalarından kurtarmayı beceremediler. Çünkü bir topluma belirli kesimsel kurallarla özgürlük getirilemezdi; dinsel kurumlar ve onların bağnaz yandaşları, özgürlük ortamının olanaklarını, kendi yararlanmaları doğrultusunda kötüye kullandılar ve henüz yeterince bilgilenememiş geniş halk kitlelerini kolaylıkla pençelerine aldılar. Dolayısıyla, günümüzde "en uygar" olarak nitelenen ülkelerde bile insanlar, dogmalarından ve kör inançlarından sıyrılmayı beceremeyerek, bireysel gelişimlerini gereğince sağlayamadılar. Gelişen iletişim olanaklarından yararlanarak temel bilgi ve kültürlerini olabildiğince geliştirdiler ama bilimsel bilgiye yeterince ulaşamadılar.
Uygarlığın son yüzyıllık döneminde, çağın güncel yaşama yansıyan özelliğini belirtebilmek bakımından birbiri ardınca üç terimin kullanılmış olduğunu görüyoruz. Önceleri (yaklaşık 1930'lu yılların ortalarına değin), "Teknoloji Çağı”ndan dem vuruluyordu; bu terimle, endüstri devriminin ardından hızla gelişim göstermiş olan mekanik araç, gereç ve aygıtların artık güncel yaşamın her anında yer alacakları, kullanım ve yararlanımlarının cayılamazlığı belirtilmiş oluyordu. Hemen sonra, kuantum fiziği alanındaki sıçramalı gelişim aşaması sağlanıp, günümüzde yer yer insanlığın başına dert olan nükleer enerjinin değerlendirilebilirliği bilgisine varılınca, bu kez "Atom Çağı”ndan söz edilir oldu. Aradan ancak 25-30 yıl gibi pek kısa bir süre geçmişti ki, bunun yerini "Elektronik Çağı" terimi aldı; böylelikle ağır endüstrideki ilerlemenin artık önemsizleştiği ve elektronik aygıtların insan yaşamına yoğun bir biçimde girerek yön vermeye başladığı vurgulanıyordu.
Bu değişim, yüzyılımızın ilk yarısında, endüstri devrimini yaşayıp bitirmiş ülkelerin yeni bir ekonomik-politik eğilime yönelmelerine yol açtı. Bilim ve tekniği uygulamaya koyup büyük atılımlar göstererek endüstriyel bakımdan gelişmiş olan bu ülkeler, artık makine ve araç-gereç üretimini kendilerinden daha az gelişkin ülkelere aktarmaya, böylelikle ağır endüstriyel yükü üstlerinden atmayı yeğlemeye, bu amaçla özellikle iş gücünün çok daha ucuz olduğu ülkeleri, yani insanın ve emeğin değerinin henüz yerli yerine oturmadığı toplumları kullanmaya başladılar. Bu durumda "az gelişmişler" (kimilerinin deyişine göre "geri bırakılmışlar"), gelişmiş ülkelerin çağdaş uygarlık düzeyine böylelikle erişebileceklerini sanarak, kendilerine bu yönde getirilen önerileri kaçırılmaz bir fırsat sayarak, sonrasını düşünmeksizin sevinçle karşıladılar.
Oysa şimdilerde 'Bilgi Çağı"na girişten söz ediliyor. Nitekim artık gelişmiş ülkeler, elektronik aygıtlar ve parçalar üretmeyi bile kendileri için taşınması gereksiz bir yük olarak niteleyerek az gelişmiş ya da işçiliğin ucuz olduğu ülkelere aktarmaya, ancak bu üretime ilişkin bilgiyi kendi denetimleri hatta tekelleri altında tutmaya çalışıyorlar. Nükleer enerjinin üretim ve kullanımının ise, bilgi ile pek yakın ilişkisi bulunduğundan, bunu da aktarmaya henüz pek yanaşmıyor ve ortaya çıkardığı çevresel sakıncalara şimdilik katlanıyorlar. En ünlü markaların “Made in China” ya da “Made in India” oluşu aslında sadece dış görünüm.
İşte 21. yüzyıl başlarındaki olgu budur. Bilgiyi elde eden ve elinde tutan, salt kendini geliştirip bilgisiz ya da bilgileri yetersiz düzeyde kalmış olanlara oranla üstün duruma geçmekle kalmayacak, insanlığın ve olabildiğince de doğanın üzerinde egemenlik kuracaktır.
Konuya yalnızca insanlık ve uygarlık açısından baktığımızda, Orta Çağ ve sonrasında sergilenmiş olan çarpık toplumsal yapılanma olgusunun ardından daha sonraları haklı ağır eleştirilerle uğratılmış olan sömürgeciliğin, çağımızın koşullarına uyarlanmış başka biçimlenmeler altında yinelenmesi hazırlığı yapılmakta gibidir.
Bu bağlamda diyeceklerimi dedim. Şimdi bir nefes alalım. Dediklerimi okuyanlar kendi görüşlerini belirtsin ya da eleştirsin. Sonra da Masonluğa bakalım…