Stephan A. Schwartz / Dr. Jeffrey Mishol
Söyleşi
Jeffrey Mishlove: Bugün konuğum, psişik becerilerin pratik uygulaması alanında bir öncü olan Stephan Schwartz. Uzaktan Görü (Remote Viewing) alanına nasıl girdiğinle başlayalım.
Stephan Schwartz: Belki, ilk olarak, uzaktan görünün ne olduğuna ilişkin birkaç şey söylemeliyim. Kelimeler aşina gelmeyebilir çünkü. Uzaktan görü, yetmişli yılların başlarında türetilmiş bir deyim ve temelde, insanların kendilerinden zaman, uzam veya körleştirme protokolleriyle, yani yanıtları normal duyuları aracılığıyla bilebilmelerini engellemek için bir şeyler yapılarak ayrılmış oldukları kişileri, mekanları veya olayları tarif edebilme yeteneğini anlatmaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerindeki laboratuvarlarda artık bu konuda araştırmalar yapılmaktadır.
Ben bu konuya 60'lı yılların sonlarında, 70'li yılların başlarında merak duydum. O sıralarda hükümette çalışmaktaydım ve tanıdığım herkes, bu konularla ilgilendiğimi biliyordu. Bir gün, masama o sıralarda gizli olan bir belge geldi. Akademisyen Leonid Vasiliev tarafından yazılmıştı. Kendisi hayli ünlü bir Rus araştırmacıydı; akademisyen, Rusya' da resmi bir ünvandır, yalnızca üst düzeyli bilimcilere verilir. O zamanlarda yalnızca bir avuç akademisyen vardı. Vasiliev, psişik işlevin bir radyo dalgası fenomeni olabileceğini savunmaktaydı. Yani, elektromanyetik tayfın bir parçası olduğunu ve bizlerin de birer radyo vericisi ve alıcısı gibi olduğumuzu. Bu fikri test etmek için insanları yeraltı madenlerine ve mağaralara, bazen de Faraday kafesi denilen, tüm elektromanyetik ışınımdan yalıtılmış yapılara sokmuştu. Yavaş yavaş, ELF, yani aşırı düşük frekanslı elektromanyetik ışınımlar, radyo dalgaları dışında her şeyi elimine etmişti. Tayfın bu kısmını gerçekten test edebilmenin tek yolunun bir kişiyi bir denizaltıya sokmak olduğunu söylüyordu ama ne yazık ki, elinin altında bir denizaltı yoktu. İşte, bu belgeyi okudum ve o sıralarda,
Donanma Komutanının özel asistanlığını yapmaktaydım ve nükleer donanmanın babası sayılan amiral Hyman Rickover'ı görmeye gittim. Polaris veya Poseidon denizaltısına bir psişikle birlikte binmeme izin verebilir mi, diye sordum. Birbirimizi az çok tanıyorduk, bir süre düşündü ve sonra, "Bunu yapmak istemem. Basın duyar ve ortalığı ayağa kaldırırlar. Harikulade bir deney ama sanmam," dedi.
Bir kaç yıl geçti, o sıralarda Psişik Arkeolojt adlı kitabımı bitirmek üzereydim ve bazı araştırmalar için
Los Angeles'a gitmiştim; o sıralarda Güney California Üniversitesinin Deniz ve Kıyı Bilimleri Bölümünün başına geçmiş olan iki arkadaşım beni arayıp, "Şu yapmak istediğin deney vardı ya? Eh, bir denizaltımız var ve deneyi yapmana izin vereceğiz. Denizaltının kullanma masraflarını üç gün boyunca az göstereceğiz," dediler. O güne dek yaptığım ilk deneydi bu. ~
Başarmaya çalıştığımız başlıca iki şey vardı. Birincisi, Vasiliev'in öne sürdüğü şeyi yapıp yapamayacağımız! görmek: Denizaltıya birini bindirip en az 60 metre dalmasını, dolayısıyla tamamen deniz suyuyla çevrilmesini sağlayıp o kişinin karada yaptığı gibi psişik beceri sergileyip sergileyemeyeceğini görmek istedik. Yapabilirse, o zaman elektromanyetik tayfın, Vasiliev'in psi'yi açıklayabileceğini düşündüğü ELF kısmı bir açıklama olarak dışlanabilirdi, en azından elektronik kısmı çünkü yalıtılmış olacaktı. Ama yapabilirse, psi bir radyo fenomeni olamazdı. Kuşkusuz, manyetizmanın rolü hala sorgulamaya açık kalacaktı. Uzaktan görürlerin saptayıp saptayamayacağını anlamak istediğimiz diğer şey ise deniz dibinde yatan, önceleri bilinmeyen bir enkazdı.
Bu üç gün boyunca, Hella Hammid ve Ingo Swann adlı iki psişiği, su yüzeyi ile deniz tabanı arasında bir noktada, 81 metreye indirerek bu ilk soruya yanıt aradık ve iki deney yaptık. Ingo, o sıralarda SRI' daki hükümet laboratuvarında çalışmakta olan bir ressamdır ve Uzaktan Görü terimini türeten kişidir. Hella ise uluslararası üne sahip bir fotoğraf sanatçısıydı.
Her defasında birini indirip, Palo Alto' da olan ve bir bilgisayar tarafından olası mekanlar arasından seçilen bir adrese gitmeleri söylenen iki kişinin bulunduğu yeri tarif etmelerini istedik. Her ikisi de inanılmaz bir doğrulukla tarif etti. Hella, "Biliyor musun, onlar büyük bir ağaca tırmanıyorlar ve bu, bir uçurumun kıyısında," dedi ve hedef kişiler tarafından deneyin yapıldığı sırada çekilen fotoğraf, onları bir uçurumun kenarındaki büyük bir ağacın üstünde göstermekteydi.
Ingo ise, "Eh, alışveriş merkezi gibi bir yerdeler; zemini kırmızı fayansla döşenmiş, eski moda bir su değirmenine benzeyen bir tekerlek var ve onlar vitrinlere bakıyorlar," dedi. O sırada çekilen fotoğraf da tam bunu göstermekteydi. Hedef kişiler Kırmızı Değirmen Alışveriş Merkezindeydiler ve merkezin tam ortasında, bir un değirmeninde görebileceğin türden büyük bir tekerlek vardı. Şahsen, bu deney psi'nin bir radyo dalgası etkisi olabileceği sorusunu tamamen dışlamaktaydı. Psi her ne ise, bizler küçük radyolar değildik. Psi deneylerinde sen ve ben, sinyaller alıp gönderen transistörleri radyolar gibi değiliz.
Saptadığımız diğer şey de deniz dibinde yatan enkazdı. Deniz ve Kıyı İncelemeleri Enstitüsünü Başkan Yardımcısı ile birlikte Santa Catalina Adası sularının deniz haritalarını çıkartıp on bir ayrı uzaktan görüre yolladık ve onlardan, önceden bilinmeyen bir enkazın yerini belirlemelerini ve orada neler bulunabileceğini tarif etmelerini isteyip, bu nesnelere ilişkin çizimler yapmalarını da rica ettik. Haritalar geri geldiğinde, başkan yardımcısı ve emekli bir donanma subayı olan komutan Brad Veek tarafından incelenip bir ana harita haline getirildiler. Bir noktada kayda değer bir denklik görüldü ve dalış noktası olarak seçildi.
Dalmadan önce, uzaktan görürlerin dalış öncesinde belirledikleri yerden başka bir yere gitmeyelim, diye deniz yüzeyindeki bir araç bir radyo yön belirleme aygıtı indirdi. Denizaltıya Ingo Swann ve de nesnel gözlemcimiz olsun ve tüm evrakları kontrol etsin diye, bir jeofizikçi ve Jet İtki Laboratuvarında elektronik uzaktan algılama uzmanı olan Anne Keil ile birlikte binip sinyale doğru yol aldık.
Bize orada yalnızca bir enkaz bulmakla kalmayıp, göreceğimiz birkaç şeyin ne olacağı da söylenmişti; ve gerçekten, Hella tarafından doğru biçimde tarif edilen garip bir taş blok gördük. Hella'nın yanı sıra
diğer uzaktan görürler geminin niçin battığını, nasıl battığını, ne tür bir gemi olduğunu vb. ayrıntıları da vermişlerdi ve bunlar İçişleri Bakanlığının Deniz Sit Alanları Kurulunun müdürü tarafından değerlendirildi. Enkaz, gerçekten, de bilinmeyen bir gemiye aitti ve betimleyici ayrıntıların doğruluğu onaylandı.
JM: Stephan, bu harikulade. Yıl 1972 miydi?
SS: 1977.
JM: 1977. Bu denizaltı deneyini Omni Dergisinde okuduğumu, ardından "In Search Of' televizyon dizisinde ele alındığını ve çok dikkat çektiğini hatırlıyorum.
SS: Çekti, evet. Tüm deneyin aleyhinde hiçbir şey söylenemeyecek bir kaydını almak istediğim için
filme kaydettiğimden dolayı çok şanslıydık. Başarılı olursa, çok tartışma yaratacağını biliyordum ve filme kaydetmek istedim, böylece kimin ne dediğine vb. şeylere ilişkin hiçbir tartışmaya yer kalmayacaktı. İskenderiye deneyinde ve arkeolojide yapmış olduğumuz diğer deneylerde de aynı yöntemi uyguladım. Ama sanırım, Deep Quest deneyi, psi'nin bir radyo fenomeni olup olmadığını test etmek açısından, yalnızca ilk deney olduğu için değil, meseleye psişikleri farklı bir açıdan dahil etmek bakımından da oldukça önemliydi.
Bu araştırmaya bir tür mühendislik yaklaşımıyla başladım ve tek bir psişik kullanmak yerine, hep bir grupla çalıştım; onlarla teker teker görüşüp, ardından toplu gözlemlerini bir araya getirip, ortak örüntülerin ortaya çıkıp çıkmadığına baktım. Deep Quest deneyi aslında bu yöntemin de test edilmesiydi. Doğrusu, umabileceğimden de iyi işledi ve sanırım, üniversitede biraz rahatsızlık yarattı çünkü yarımcı olmak isteyen arkadaşlar tarafından desteklenmesine rağmen, sanırım onlar da tüm deneyin başarısız olacağını, sonunda tüm olayın akşam yemeklerinde anlatılacak bir anekdota dönüşeceğini beklemekteydiler.
JM: Çoğul psişik kullanma yöntemi, artık çoğul oy tekniği veya sezgisel oy birliği tekniği olarak biliniyor.
SS: Evet. Yani çeşitli teknikler var.
Biz buna Mobius yöntemi dedik ama bunu uygulamanın çeşitli farklı yolları mevcut. Fütüristlerin birkaçı tarafından kullanılan Delphi oylama tekniği de aynı temanın bir başka türevi aslında. Temelde, düşünecek olursak, bir deneyde yapabileceğin üç şey var: Sinyali iyileştirebilirsin. Sinyalin ne olduğunu bilmiyoruz, dolayısıyla bu konuda yapabileceğimiz pek bir şey yok. Bu insanların yakalayıp algıladıkları şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ama durum tamamen ümitsiz de değil; sinyali iyileştirebilecek olan bir iki şey bilmekteyiz. Michael Persinger ve diğer birkaç kişinin çalışmaları sayesinde, jeomanyetik alan gücünün sinyal üstünde bir etkisi olduğunu artık biliyoruz. James Spottiswoode sayesinde, yıldızsal zaman baz alındığında gün içindeki belirli zamanlarda doğru veri elde etme ihtimalinin daha çok olduğunu biliyoruz. Bu etkenleri dikkate alırsan, başarı ihtimalini artırırsın.
İkincisi, alıcı kişiyi iyileştirebilirsin. Yani, veriyi algılayan kişiyi daha iyi bir alıcı haline getirebilirsin. Bunun hakkında da az çok bir şeyler biliyoruz. Gevşemiş ve odaklanma yeteneğine sahip kişilerin biraz daha iyi sonuç aldığını biliyoruz. Kişilik malzemesi hakkında da bir şeyler biliyoruz. Bir gözlemci etkisi olduğunu biliyoruz; araştırmacı deneye inanmıyorsa, olumsuz beklenti taşıyorsa olumsuz sonuç çıkmasının daha büyük bir olasılık olduğunu biliyoruz. Ayrıca, beden dilinin, ses tonunun araştırmacının tutumunu ve beklentilerini, araştırmacı bunların bilinçli olarak farkında olmasa bile, aktarmakta birer etken olduklarını biliyoruz. Deneyim için doğru atmosferi elde etmek çok önemli ama düşünecek olursan, elde etmesi o kadar da güç değil.
Üçüncüsü, zayıf bir veri bağlantısını yakalamak için çoğul alıcılara sahip olabilirsin; bunu, parazit içinde gömülü olsa bile her biri sinyalin birazını yakalayan çoğul radyo alıcılarına sahip olmak gibi düşünebilirsin. Ortalamalarını alarak parazitin bir kısmını filtreleyebilirsin. Görüşüm o ki, bizler hep kötü bir sinyal-parazit oranına sahip bir bilim dalıyla uğraşmaktayız ve bu durumda yapmak isteyeceğin şey paraziti, yani bu örnekte fanteziyi, hayal gücünü ve zaten bilinmekte olan genel enformasyonu ortadan kaldırmak olur. Bunun da iki yolu var: görürü genel enformasyondan yalıtmak ve soruları nasıl soracağın konusunda dikkatli olmak.
Örneğin, psişik arkeolojiyle ilişkili olan psişik kriminoloji alanına baktığında, ki bir anlamda her ikisi de bir şeyi aramaktadır, işlerin ne kadar kötü yapılabildiğini görürsün. Soruşturmayı yürütenlerin uzaktan görürün eline bir fotoğraf verip, "Bu kişinin nasıl öldürüldüğünü söyleyebilir misin?" diye sorduklarında sık sık dehşete düşüyorum. Böyle bir soru anında, onların o ana dek izlemiş oldukları her bir dedektif filminin imgelerini çağırır. Dolayısıyla, psişik sinyali değil de onların TV programlarından, filmlerden, kitaplar vb. edindikleri ve görüntü bankalarında depolanmış algılarını almaktasındır. Uygun soru, "Bu kişiyi şu an çevreleyen durumları ve koşulları tarif edebilir misin?" olmalıdır çünkü bu sorunun yapısında sufle veren hiçbir özellik yoktur.
Yapmak istediğim şey, çok sayıda kişinin aynı sinyali yakalamaya, çalışmasına izin veren bir teknik tasarlamak ve bunu, almaya meyilli olabileceğim belirli bir yanıt üretmelerine yol açabilecek bir ipucu vermeden yapmak ve alınan sonuçları, dilbilimsel analizler yaparak, ortak kelime kalıplarını arayarak, kavramsal analiz, ortak geometrik biçimler vb. şeklinde çözümleyerek bana aslında ne demek istediklerini anlamanın bir yolunu bulmak.
Örneğin, birkaç kişi hedef alanda bir heykel olduğundan söz etti mi? Bir heykelden söz ettilerse, bu heykelin belirli bir malzemeden yapıldığından, konusundan vb. söz ettiler mi? Bir örüntüyü dayatmak yerine, elde edilen bilginin ta kendisinin bir örüntü oluşturmasına izin vererek, saha çalışmasına yön verebilecek bir hipotez takımı geliştirebilirdim: Böylece, gitmek istediğimiz hedef bölge burasıdır ve orada bulacağımızı sandığımız şey budur diyebilirdin. Ardından, bağımsızuzmanlar bu bilginin tam veya kısmen doğru ya da tamamen yanlış veya değerlendirilemez olup olmadığını saptayabilirler. Bu yolla, pratik çalışma için yararlı olabilecek hale gelmiş bilgiyi elde edebilirdin. Bir psişik ile etkileşimin, iki insan arasındaki bir konuşmanın yalnızca başka bir türü olduğunu düşünmek gibi bir eğilim var; hepimiz de nasıl konuşulduğunu biliyoruz, değil mi? Ama bu o kadar basit değil. Aslında, bir araştırmacı olarak uğraştığın şey bir uzaktan algılama aracı ile etkileşime geçmiş olman.
JM: Ve bu uzaktan algılama aygıtlarını veya psişik açıdan yetenekli insanları kullanarak bulduğun şey, aslında sinyali güçlendirebilecek olduğun.
SS: Doğru, kesinlikle. Arkeolojiden ve çoğu insanın kendi yaşamına uzak görünen şeylerden söz ediyor olmamıza rağmen, aslında sözünü ettiğimiz şey olağan dışı şeyler yapan olağan insanlar. Ve bu programı dinleyen sizler de, Birlikte çalıştığım insanlardan herhangi bir kadar bunu yapabilme yeteneğine sahipsiniz.
JM: Bir sonraki büyük projen, Stephan, hatırladığım kadarıyla, İskenderiye Projesi idi; bir grup uzaktan görürü Mısır'a götürdün ve İskenderiye kentinin limanı açıklarında henüz keşfedilmemiş olan sit alanlarını aramaya başladın.
SS: Yalnızca limanda değil, karada da aradık; bu hem bir deniz hem de kara projesiydi. Büyük İskender ile ilgili olabilecek şeyleri arıyorduk; sanırım lahdini saptadık ve ayrıca, kemiklerinin nerede olabileceğini de saptadık sanıyorum. Limanda, Kleopatra ve Antonius'un sarayını, dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Fenerinin kalıntılarının yerini saptadık.
Çalışma iki yıl boyunca farklı aşamalar halinde yürütüldü. İlk yarısında, beş farklı üniversite ve kurumdan katılan ve on bir uzaktan görür ile çalışan bir araştırma grubu oluşturduk. İkinci yarı da ise dokuz uzaktan görür yer aldı. Hella Hammid ve George McMullen adlı iki uzaktan görürü, mekanlara daha incelikli ayarlanabilsinler, diye sahaya çıkardık. Böylece, Antonius'un sarayını limanda saptayabildik. Ptolemeler dönemine ait saray kompleksi de yakınlarındaydı. Burası, Ptolemelerin sonuncusun evi olduğu kadar, aslında aynı adı taşıyan ailenin yedinci üyesi olan Kleopatra'nın da eviydi. Mısır, üç yüz yıl boyunca tek bir ailenin, Ptolemelerin kişisel malıydı ve Kleopatra da onların sonuncusuydu. Ayrıca, İskenderiye Fenerinin kalıntılarını, ki bu hayli olağanüstüydü. Suya dalıp da bir sayarın kalıntılarıyla karşılaşmak ve tarihte yaşamış en sıra dışı şahsiyetlerden bazılarının bir zamanlar burada yaşadıklarını fark etmek çok şaşırtıcı bir şey. Bu kalıntıların üstünde yüzmek ve bir zamanlar o olayların yaşanmış olduğunu fark etmek şaşırtıcı bir deneyimdi.
JM: Kalıntılar, nasıl olmuş da su altında kalmışlar?
SS: Tamamen açık olmayan nedenlerden dolayı, Afrika'nın Akdeniz' e açılan üst kısmı yavaş yavaş suya gömülmekte. Bunun kısmen, kıta plakalarının yer değiştirmesinden kaynaklandığını düşünüyorlar. Nil tarafından taşınarak kentin yakınlarında denize dökülen muazzam miktarda toprağın da binlerce yıl içinde tektonik plakayı aşağıya bastırmış olabileceği savı da mevcut. Sebep her neyse, kıyı şeridi dokuz metre kadar suya gömülmüş.
Keşfettiğimiz, arkeolojik açıdan en önemli şeylerden biri ise bir saray veya önemli bir şahsiyetIe ilgili herhangi bir şey olmayıp, eski limanın bir zamanlar yeri olan çok eski bir deniz duvarıydı. İskenderiye binlerce yıllık bir kent olmasına rağmen, bizler çalışmamıza başladığımızda, eski kentin tam olarak nerede bittiğini, denize tam olarak ne kadar uzandığına dair hiç kimsenin tam bir fikri yoktu. Uzaktan görü kullanarak bu kadim deniz duvarının denize doğru, önceden tahmin edilenden, yaklaşık altmış beş metre daha uzakta olduğunu keşfedebildik.
Limanda bilhassa ilginç olan şey, Jeffrey, uzaktan görüyü yan-tarama sonarı denilen bir elektronik tarama tekniği ile karşılaştırmamızdı. Bu, bir ses yollayıp onun geri dönüşünü ölçen elektronik bir aygıt. Bir metal paranın üstünde kağıt koyup kurşun kalemle karaladığında elde ettiğin şekli andıran, bir tür bulanık ana hat gösteren bir çıktı sağlıyor. İlginç olan şey, bu sit alanlarını bu aygıtın değil de uzaktan görürlerin saptamış olmasıdır. Ve bunu daha biz Mısır'a gitmeden önce, Kanada'dan, New York'tan ve Los Angeles'tan saptadıklarını düşünecek olursan, eh, ben pek etkilendim. Bunlar daha önce İskenderiye'ye hiç gelmemiş kişilerdi; onlara bu konuda sorular soracağımızı bile bilmiyorlardı ve buna rağmen, en gelişmiş bilimsel aygıtın sağlayabileceği herhangi bir 'şeyden çok daha ayrıntılı biçimde, bu sit alanlarını birkaç metre farkla saptayabilmişlerdi.
Kaynak; Ruh ve Madde Dergisi