Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: RESUL VE NEBI  (Okunma sayısı 2001 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 18, 2009, 10:57:03 ös
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1091
  • Cinsiyet: Bay

             Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; Yüce Rabbimiz bizleri Allah yolunda bu dünyadaki en büyük görevi gerçekleştirmekle vazifelendirdi. O görev; unutulmuş olan kâinatın yegâne dînini (Hz. İbrâhîm’in hanif dînini), Arapça adıyla İslâm dînini, gerçek açıdan açıklamaktır. Ne kadar çok kavramın ne kadar yanlış anlaşıldığını ve anlatıldığını, dîn âlimlerinin insanları Allah’ın cennetine değil adeta cehenneme sürükleyen birer vasıta haline getirildiğini, bunun arkasında şeytanın varlığını, Allahû Tealâ çok açık bir şekilde (bütün çerçevelerden ve bütün bakış açılarından) bizlere gösterdi ve bizi görevlendirdi ki; Allah’ın bize anlattığı Kur’ân hakikatlerini biz sizlere anlatalım.

            Sevgili kardeşlerim, herşeyden önce şunu hiç unutmayacağız: Size kim ne söylerse söylesin, bizim için hiç önemi yoktur. Sizin için de önemi olmasın. Ama şurası bir vakıa; bundan 14 asır evvel sadece ve sadece Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’i vardı. Bundan 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V), Kur’ân’la hükmetti. Allahû Tealâ bütün nebîlerine onunla hükmetsinler diye kitap gönderir. İşte Allahû Tealâ’nın bu kitabı gönderdiği son nebî (son peygamber) Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’dir.

Vaziyetin vahametini bizim ülkemizdeki dîn adamları henüz fark edebilmiş değillerdir. Nasıl bir aldanışın içinde olduklarının farkında değillerdir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîsleri diye ortaya birtakım şeyler çıkarmışlardır. Asırlardan beri insanlar tarafından hep tekrar edilmiş, tekrar edilmiş, tekrar edilmiş ve insanlar bugünlere ulaşmışlardır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Benim hadîslerim Kur’ân’a aykırı olamaz. Hadîsimin gerçek olup olmadığını anlamak için Kur’ân’a bakın, Kur’ân’la karşılaştırın. Hiçbir hadîsim Kur’ân’a aykırı olamaz.”

Oysa öyle bir külliyat ve öyle bir bütün oluşturulmuş ki; herşey hadîslerden oluşuyor. Kur’ân-ı Kerim bütün hükümleriyle devre dışı bırakılmıştır. Akait, ne yazık ki Kur’ân hakikatlerinden bütünüyle saptırılmış bir durumdadır. Aynı standartlarda inanç esasları da tamamen saptırılmış durumdadır. Özellikle insanları şeytanın pençesinden kurtaracak olan bütün hükümler, bütün açılardan devre dışı kalmıştır. Bugün insanlar sadece kaideleri (dîni nasıl tatbik edeceğiz konusundaki kaideler; yani muamelat) öğrenebilecek durumdalar. Ve herşeyin yanlış olduğu bir ortamda, bir dünya ilmi nizamında sizlere sesleniyoruz: Resûl kimdir, nebî kimdir?

Nebîler, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Allahû Tealâ Al-i İmran Suresinde buyuruyor ki:

 

-3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tensurunneh(tensurunnehu), kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, "Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, ona mutlaka îmân edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz" diye misak aldığı zaman, "İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?" diye buyurdu. (Onlar da): "İkrar ettik (kabul ettik)" dediler. (Allahû Teâlâ): "Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim." buyurdu.

 

             “Ey nebîler! Sizlere kitap ve hikmet verdik.”

Allahû Tealâ açık bir şekilde nebîlere kitap verdiğini ve hikmet verdiğini söylüyor. Bütün nebîler, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Peygamber tabiri, Farsça’dan alınmış bir tabirdir. Nebî kelimesi Arapça’dır. Nebî kelimesiyle peygamber kelimesi tam olarak birbirini tutmaktadır. Tam birbirinin eşidir. Yani peygamber deyince nebîler kastedilmiştir. Ama bir de risalet müessesesi vardır.

            Risalet; (yani resûllük) nübüvvet demek değildir. Risalet, insanlık tarihi boyunca hiçbir gün boş bırakılmamış olan bir kavramdır. Yani insanlık tarihi boyunca herhangibir kavimde hangi dil konuşuluyorsa, o kavimde ve bütün kavimlerde mutlaka onların dilleriyle konuşan bir resûl, bütün devirlerde var olmuştur; bugün de vardır. Bunlara “kavim resûlleri” diyoruz. Kıyâmete kadar bütün kavimlerde resûl, var olmakta devam edecektir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

 

-23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.

   

            “Biz bütün kavimlerde resûl beas (vazifeli kıldık, hayata getirdik) ettik. Hangi kavme resûl gönderdiysek, o kavimdekiler mutlaka resûllerini inkâr ettiler.”

Allahû Tealâ, bütün kavimlere, bütün devirlerde hiç ardı arkası kesilmeksizin mutlaka resûl gönderdiğini, bütün kavimlerde bir resûlün mutlaka var olduğunu söylüyor. Öyleyse resûller, bütün kavimlerde ve bütün devirlerde var olmuştur.

Bütün devirlerde, her devirdeki insanlara, Allah’tan Allah’ın emrini ve açıklamalarını alarak, kendi kavimlerine açıklama yapan resûller var olmuştur ve hepsi de kavmi tarafından inkâr edilmiştir. Bugün de bütün kavimlerde Allah’ın resûlleri vardır ve hepsi de kendi kavimleri tarafından inkâr edilmektedir. İnkâr eden büyük kitleler, dîn konusunda aldıkları yanlış bilgiler sebebiyle bunu yapmaktadırlar.

Öyleyse Allahû Tealâ, Mu’minun Suresinin 44. âyetinde açık ve kesin bir şekilde, insanlık tarihi boyunca bütün kavimlere ard arda resûller gönderildiğini ve hangi kavme resûl gönderdiyse, bütün kavimler tarafından onun reddedildiğini (inkâr edildiğini) söylüyor. İbrâhîm Suresinde buyuruyor ki:

 

-14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.

 

“Hiçbir kavim yoktur ki; ona kendi lisanıyla anlatan bir resûl göndermiş olmayalım.”

            Öyleyse bütün resûller kendi kavimlerinin lisanıyla gönderilirler. Bütün kavimlerde o kavimden, o kavmin lisanını konuşan birisi Allahû Tealâ tarafından vazifelendirilir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

 

-16/NAHL-36: Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu), fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını, (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).

 

            “Biz bütün ümmetlerde (bütün kavimlerde, bütün milletlerde) mutlaka resûl beas ederiz (onların arasından birisini resûl olarak hayata getiririz). O kavimlerdeki insanları dalâletten kurtarsınlar da hidayete erdirsinler diye.”

            Allahû Tealâ’nın istediği tek şey budur; herkesin hidayette olması ve herkesin cennete gitmesi. Ama insanların en büyük düşmanı iblis, Allah insanlık tarihi boyunca neyi söylemişse, neyi farz kılmışsa insanları ondan saptırmak için olağanüstü bir gayretin sahibidir ve çok da başarılıdır. İnsanlara tesir etmek suretiyle, onları Allah’ın âyetlerinden saptırıyor. İşte dalâlette kalanlar, sırf o sebeple, Allah’a ulaşmayı dilemeyip dalâlette kalanlardır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

 

-6/EN'ÂM-48: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmaktan başka (bir şey için) göndermeyiz. Artık kim âmenû olur (Allah’a ulaşmayı dilerse) ve ıslâh olursa (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparsa) artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.

 

“Biz resûllerimizi âmenû olanları (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) müjdelesinler, âmenû olmayanları (şirkte olanları, dalâlette olanları) uyarsınlar (ikaz etsinler) diye göndeririz.”

            İşte Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın söylediği şey şudur: “Biz bütün kavimlere (bütün ümmetlere) resûl göndeririz; o kavimdekileri dalâletten kurtarsınlar da hidayete erdirsinler diye. Bir kısmının üzerine dalâlet hak oldu (yani resûlün bütün gayretine rağmen.” O, emri ve ecri Allah’tan alır, onun ücreti Allah’a aittir ve görevi mutlaka tebliği yapmaktır. Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e diyor ki: “Eğer risaletini gerçekleştirmezsen (açıklamazsan), o zaman görevini yapmamış olursun.” Bu sebeple risalet mutlaka açıklanmak mecburiyetindedir.

İşte resûllerin hiç birisi yoktur ki; Allah’ın kendisine verdiği görevi açıklasın da, insanların büyük kısmı tarafından reddedilmesin. Hiçbir zaman böyle bir şey olmamıştır; ilk peygamber ve ilk insan olan Âdem (A.S)’dan, son peygamber olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e kadar, Allah’ın vazifeli kıldığı bütün insanlar, ister nebî resûl olsunlar (bütün kâinat için gönderilsinler, onlar da nebî yani peygamber resullerdir), ister velî resûl olsunlar (sadece kendi kavimlerine gönderilsinler, onlar velî resûllerdir); peygamber resûllerle evliya resûller birbirinden ayrıdırlar. Velî resûller peygamber değillerdir. Onlar velî resûldür. Peygamberler, onlardan farklı bir yapıya sahiplerdir. Peygamberler, velî resûllerden her açıdan üstündür. Ve son peygamber, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’dir. Nübüvvet müessesesi (peygamberlik müessesesi) O’nunla birlikte sona ermiştir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

 

-33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi en iyi bilendir.

 

            “Muhammed aranızdan hiçbir erkeğin babası değildir. O, Allah’ın Resûl’üdür ve nebîlerin (peygamberlerin) mührüdür (hatemidir).”

            Allahû Tealâ burada “hatemen nebiyyin” kullanıyor ve “O nebîlerin hatemidir, mührüdür, sonudur.” diyor. “Hitam” kelimesi de aynı kökten geliyor. Hitam; sona ermek demektir. Allahû Tealâ: “Peygamberlik müessesesi O’nunla (Muhammed Mustafa (S.A.V)’le) sona ermiştir (hitam bulmuştur.)” demiş oluyor. Ama velî resûller, kâinat var olduğu sürece mutlaka kendi kavimlerine ardarda gönderileceklerdir. İnsanlık tarihi boyunca Allah’ın resûlleri, bütün kavimlerde birbirinin arkasından mutlaka görev yapacaklardır.

Öyleyse 2 nevi resûl vardır:

1-      Nebî resûller

2-      Velî resûller

Nebî resûller; kâinatın peygamberleridir. Sadece bir ülkenin değil, sadece bu dünyanın değil, kâinatın peygamberleridir. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V) için diyor ki: “Seni âlemlere rahmet olsun diye yarattık.” Bu dünyaya değil, bu zahirî âleme de değil, bütün âlemlere yaratmış. Allahû Tealâ 6 âlemin (zahirî âlem, onun zıddı olan berzah âlemi, gayb âlemi, onun berzah âlemi, emr âlem ve zülmanî âlem) hepsine, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i peygamber olarak göndermiştir.

O, âlemlerin Rabbinden kâinata peygamber olarak gönderilmiştir ve son peygamberdir. Peki Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra nebî (peygamber) gelebilir mi? Asla gelemez. Allahû Tealâ bunu açıkça ortaya koymuştur. Şimdi bu dizayn içerisinde bakıyoruz ki; Allahû Tealâ bütün kavimlere (bütün ümmetlere) resûl gönderir. İnsanlık tarihi boyunca da hep göndermeye devam edecektir. Ama bunların Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra gelenlerinin hiç birisi nebî resûl olamazlar. Çünkü nübüvvet O’nunla mühürlenmiştir. Onlar, ancak velî resûllerdir. Velî resûller de 2 ayrı cephede mütâlea edilirler:

            Kavim resûlleri: Her resûl hangi kavimden çıktıysa, mutlaka kendi kavminin resûlüdür.

Ama bunlardan her devirde sadece bir tanesi kendi kavminin resûlü olmakla beraber, mutlaka huzur namazının imamlığını yaparlar. İşte o, âlemler için vazifeli kılınan resûldür.

Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra nebî gelecek midir? Hayır, gelmeyecektir. Ondan sonra gelen resûllerden bir tanesi huzur namazının imamlığını vekâleten yürütebilir. Vekâleten o göreve tayin edilir.

Nebîler, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Allahû Tealâ açık ve kesin olarak: “Biz nebîlere, onunla hükmetsinler diye şeriat indiririz.” diyor. Bütün nebîlere bir şeriat kitabı mutlak olarak verilmiştir. Hepsinin şeriatı da aynı şeriattır. Gerçekten aynı şeriat mıdır? Şura Suresinin 13. âyet-i kerimesi, hiçbir itiraza mahal vermeyecek kadar açık ve kesin olarak bütün dînlerde (dîn zannedilen şeylerde), aslında ayrılık olmadığını ve hepsinin şeriatının tek bir şeriat olduğunu söylüyor.

 İşte bugün dîn olarak ne vardır? Hristiyanlık (İsevilik), Musevilik (Yahudilerin dîni) ve bir de İslâm vardır. İnsanlar zannediyorlar ki; 3 tane dîn var. Şu anda iblis, dîn farklılıklarını ileri sürerek, sanki birbirinden farklı dînler varmış gibi insanları birbirine düşürmüştür. Şu anda dünyanın her tarafından harpler oluyor. İnsanlar, samimiyetle başka başka dînlerden olduklarını zannediyorlar ve gerçekten buna (başka dînlerin, birbirinden farklı dînlerin var olduğuna ve de kendilerinin dînleri doğru dîn, diğerleri düşmanların, gavurların dîni) inanıyorlar. Oysaki sevgili kardeşlerim, dînler yoktur. Dînler hiç olmamıştır. İnsanlık tarihi boyunca sadece bir tek dîn olmuştur. İşte o tek dîni, Şura Suresinin 13. âyet-i kerimesi şöyle söylüyor:

 

-42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).

 

            “Habibim! Hz. Nuh’a, Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya verdiğimiz (indirdiğimiz) şeriatı Sana da vahyetmek suretiyle Size de (Sana ve Sana tâbî olanlara da) şeriat kıldık.”

            Neymiş? Hz. İsa’nın şeriatı (yani Hristiyanların şeriatıyla), Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şeriatı aynıdır. Hz. Musa’nın şeriatıyla (Yahudilerin şeriatıyla), Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şeriatı aynıdır. Hz. İbrâhîm’in şeriatı, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şeriatıdır.

Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e açıkça diyor ki: “Sen kendini hanif olarak dîne doğrult. O hanif fıtratıyla ki; Biz bütün insanları hanif fıtratıyla yarattık. O dîn ezelî ve ebedî dîndir.” Yani Allahû Tealâ: “Biz bütün insanları hanif fıtratıyla devam ettiririz (yaratacağız ve yarattık) ve dîni de sadece hanif dîni olarak koyduk; bunu hiç değiştirmeyeceğiz. Ne dînde ne de insanların hanif fıtratıyla yaratılmasında değişiklik göremezsin.” diyor.

            Öyleyse sonuca gidiyoruz: Bu saydıklarımın hepsi -Hz. Nuh, Hz. İbrâhîm, Hz. Musa, Hz. İsa ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)- peygamberdir, üstelik ulûl’azm peygamberlerdir.  Ama tek başına peygamber tabirini kullanmadan konuyu bütünleyelim: Onlar, peygamber (nebî) resûllerdir. Onlar üstün risaletin sahipleridir. Huzur namazının asaleten imamlarıdır. Ama onların bulunmadığı, yok olduğu devrelerde de (bu devirlere fetret devri deniliyor), Allah’ın huzurunda kılınan namazın (huzur namazının) gene kılınması lâzımdır. İşte o kılınan namaz, bir imamın nezaretinde kılınır ki; o imam huzur namazının imamıdır. O, nebî varsa mutlaka nebîdir. Ya yoksa? O zaman kavim resûllerinden birisi huzur namazının imamlığına vekâleten tayin edilir, imamlığı deruhte eder. Ama kendisi nebî (peygamber) değildir. Resûldür ama nebî resûl değil, velî resûldür.

Bütün nebîler de resûldür. Onlar, nebî (peygamber) resûllerdir. Onun dışında kalan devrelerde (peygamberlerin yaşamadığı devrelerde) mutlaka her kavimde resûl vardır. Allahû Tealâ’nın gönderdiği (irsal ettiği) resûller, bütün kavimlerde vardır, kıyâmete kadar da var olmakta devam edecektir. İkisinin arasında büyük farklılıklar vardır. Evvelâ kitap konusu vardır. Nebîler, kedilerine şeriat kitabı verilen peygamberlerdir. Resûller, kendilerine kitap verilmeyen resûllerdir. Ya da böyle bir ayrım yerine, nebî resûller kendilerine nübüvvetlerinin gereği olarak, onunla hükmetmeleri için şeriat kitabı verilenlerdir. Velî resûller, kendilerine Allah’ın şeriat kitabı vermediği resûllerdir. Allahû Tealâ onlara sohbet kitabı verir. Hiçbir emredici hüküm yoktur.

Öyleyse böyle bir dizaynda gördük ki; bütün peygamberlerin şeriatı tek şeriattır ve 7 safha içerir. Hepsi şeriattır. Kesin olarak elimizde kitapları var olduğu için son 3 peygamberin neler yaptığını biliyoruz. 3 peygamber de (Hz. Musa da Hz. İsa da Peygamber Efendimiz (S.A.V) de) hepsi ve onlara tâbî olanlar, kendilerine farz olan Allah’a ulaşmayı dilemişlerdir. Tevrat’ta da İncil’de de Kur’ân-ı Kerim’de de bu farzdır. 7 safha:

            1- Allah’a ulaşmayı dilemek

2- Mürşide tâbiiyet

3- Ruhu Allah’a ulaştırmak

4- Fizik vücudu Allah’a teslim etmek

5- Nefsi teslim etmek

6- Muhlis olmak

7- İradeyi Allah’a teslim etmek.

7 safhanın hepsi 3 dînde de, 3 mukaddes kitapta da farzdır. 3 mukaddes kitapta da bunların hepsinin, o kavimler tarafından başlarındaki peygamberlerle beraber mutlaka gerçekleştirildiği kesin bir şekilde Tevrat’ta da İncil’de de Kur’ân’da da yer almıştır. İkinci bir şeriat hiç olmamıştır. Nübüvvet müessesesi bir bütünü ihata eder. Bu bütün, Allah’ın 7 safha 4 teslimden oluşan kâinattaki yegâne dîninin en üstün temsilcileri mânâsına gelir. Onlar kimlerdir? Nebî (peygamber) resûllerdir. Peygamberlik, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte sona ermiştir. O’ndan sonra gelenler peygamber değillerdir, resûldürler. Huzur namazının imamları bugüne kadar gelmişlerdir. Onlar, resûldürler ama velî resûldürler.

İşte bu devirdeki huzur namazının imamı, O biziz ve de hiçbir zaman peygamber değiliz ve hiçbir zaman ağzımızdan böyle bir şey çıkmamıştır. Allah’ın bize yazdırdığı Risalet Nurları kitabında da, iki yerde bizim peygamber olmadığımız açık bir şekilde yer almıştır. Ve kim bize, “O peygamberlik iddia ediyor.” diyorsa, bu açık ve kesin bir şekilde bir iftiradır. İnsanlar bilmedikleri kavramları bizden öğreneceklerdir. Bugün öğretim müessesesinin merkezinde biz varız.

Sevgili kardeşlerim, televizyonlarda birçok cemaate mensup olan, konuşma yapanları dinliyoruz. Söyledikleri şeyler o kadar çok noktada Kur’ân’a aykırı ki; onları karşımıza almadan, bu hatalarını onlara nasıl anlatabiliriz; bilemiyoruz. Bütün yumuşak söylemelerimize rağmen onlar, söylediklerimizi anlamıyorlar ve de insanlar diyorlar ki: “Bunca âlim var. Bunlar yetişmişler, üniversitelerden mezun olmuşlar, doçent olmuşlar, profesör olmuşlar. Bu insanlar dînlerini bilmeyecek, hayatının 30 senesinde dînle uzaktan yakından alâkası olmayan bir komünist çıkacak, onlardan daha fazla dîni bilecek? Bu olacak şey midir?” Sevgili kardeşlerim, evet; bu olacak şeydir. Çünkü eğer Allah öğretiyorsa, Allah doğrusunu öğretir ve Kur’ân’ı şahit olarak gösterir. Şimdi dîn öğreten insanların Kur’ân’ı bilmedikleri son derece açık bir gerçektir.

Öyleyse sevgili kardeşlerim! Resûller, velî resûl olarak kıyâmete kadar var olacaklardır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra da huzur namazının imamlığı hep velî resûller (yani evliya resûller) tarafından gerçekleştirilecektir. Asla bir peygamberin gelip de orada görev alması mümkün değildir. Biz huzur namazının imamıyız. Ama bir peygamber değiliz. Hiçbir zaman böyle bir şey söz konusu olmadı. Bizim tarafımızdan da böyle bir şey hiç iddiada bulunulmadı.

Şeytan, doğrunun nereden geldiğin çok iyi hesap edebiliyor. Ve o kapıyı kapatabilmek için insanlara onu düşman gösteriyor. Ve de dîn adına Allah’ın Kur’ân hakikâtlerini hiç bilmeyen ama üniversitede dirsek çürütmüş olan doçentler, profesörler, ortaya dîni bildikleri cevabıyla ortaya çıkıyorlar ama bilmiyorlar. Ve de sevgili kardeşlerim, kendileri aldanmışlar ama aldandıklarının farkında değillerdir.

Öyle bir noktadayız ki; İslâm âlemi şu an dünyadaki en geri ülkeleri temsil ediyor. Bizim ülkemizde de dîn düşmanlığı bir marifet addediliyor. Oysaki insanları biraraya getirecek olan şey, sevgiyi, ülfeti temin edecek olan şey dîndir. Dîn ile irticayı sakın birbirine karıştırmayın. Eğer insanlar Kur’ân’da yazılı olmayan bir sürü şeyi kendi dillerine pelesenk etmişlerse ve “Bunlar olmalıdır.” diye de bir gayretin içindelerse, o zaman bunun adı irticadır. Ama kim Kur’ân’ın hükümlerini söylüyorsa, bunun irtica ile alâkası olması mümkün değildir.

 Öyleyse nübüvvet müessesesi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte bitmiştir. Ama risalet müessesesi, kıyâmete kadar devam edecektir. Onlar velî resûller olacaklardır. Bizim naçiz vücudumuz da bir gün yok olacaktır. Ama bizden sonra da gene Allah’ın bir resûlü orada huzur namazının imamlığını devam ettirecektir. Kıyâmete kadar, bu böylece devam edecektir.

İşte akaidin bir müessesi olarak düşündüğünüz zaman, akaitte büyük yanlışların yer aldığını görüyoruz. İnsanların bu konudaki en büyük hatası, bir hüküm vaaz ederlerken (koyarlarken), bunun Kur’ân’daki dayanağını bilmeden koymuş olmalarıdır. Dayanak hep, insanların elleriyle yazdığı kitaplar olmuştur. O kitaplar baz teşkil edilmek suretiyle, paralel söylenen şeyler, bütün İslâm âlemini kontrolü altına almıştır. Bugün İslâm âleminin toptan cehenneme doğru yürüdüğü bir yanlış dîn öğretisi, bütün İslâm âlemine hâkim olmuş durumdadır.

İşte hızla cehenneme doğru akan bu korkunç azgın nehri, köpüklerle cehennem adlı denize yürüyen bu nehri değiştirmek, onu doğru mecraına oturtabilmekle vazifeli olan en üst noktadaki kişi, O biziz. Söylediklerimizi dinleyenler, bizim onlardan ricamız odur ki; dinlemekle kalmamalıdırlar. Hangi âyetten bahsediyorsak, o âyete mutlaka bakmalıdırlar. O zaman bütün söylediklerimizin doğru olduğunu ve onca âlimin hep yanlışı söylediklerini göreceklerdir. Ve de bu yüzden, o yanlışlar sebebiyle İslâm âlemi şu anda cehenneme doğru hızla yürüyor. Ötekiler, benliklerini bizden çok evvel kaybetmişleridir. Önce yahudiler, sonra hristiyanlar, en sonra da biz İslâm âlemi. Aslında ne hristiyanlık vardır ne yahudilik ne de İslâm. Aslında bunların hepsi Hz. İbrâhîm’in hanif dînidir. İşte hanif kelimesi, Allah’a teslim mânâsına geldiği için biz, “İslâm dîni” diyoruz. Hz. İbrâhîm’in dîni, ondan evvel Hz. Nuh’un dînidir.

Görüyorsunuz ki; nebî resûllük peygamber resûllüktür ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte sona ermiştir. Ama velî resûllük kıyâmete kadar devam edecektir. 2 türlü velî resûl vardır:

1- Bütün kavimlerde, bütün zaman parçalarında bulunan velî resûller

2- Huzur namazının imamlığına vekâlet eden velî resûl (o aynı zamanda kendi kavminin de resûlüdür. Ama aynı zamanda bütün dünyanın da, kâinatın da resûlüdür).

Sevgili kardeşlerim, risalet müessesesiyle nübüvvet müessesesini sakın ola ki Akait âlimlerinin yaptığı gibi birbirine karıştırmayın ve yanlışlara meydan vermeyin. Onlar diyorlar ki: “Resûller, kendilerine kitap verilmiş peygamberlerdir. Nebîlerse kendilerine kitap verilmemiş peygamberlerdir.” İkisi de yanlıştır. Resûller, kendilerini kitap (şeriat kitabından bahsediyoruz) verilmiş olan değil, kitap verilmemiş olan resûllerdir. Peygamber değillerdir. Nebîler, kendilerine kitap verilmiş olan peygamberlerdir.

Deveye demişler ki: “Boynun eğri.” O da kendisine şöyle bakmış ve demiş ki: “Yahu nerem doğru ki?”

İslam âleminin ortaya koyduğu kaideleri bugünkü tatbikat içerisinde incelediğimiz zaman, korkunç ve yürekleri acısı bir tablo gözümüzün önüne serilir. İslâm bütün açılardan mahvedilmiştir. Hayır, sevgili kardeşlerim! Kasıtlı olarak değil, kimse kasten dîni yaralamak için hareket etmemiştir. Hiç böyle bir âlim oluşmamıştır. Sadece Kur’ân’ı devreye almadan, kendi kafalarındaki dizaynı ortaya koymuşlardır. İnsanlar (ayrı ayrı gruplar) herbirinin taraftarı olmuşlardır ve de böylece dînde ayrılıklar, mezhepler oluşmuş, arkasından dînde de bir sürü itilâf ortaya çıkmıştır.

Sevgili kardeşlerim, aslında konunun son derece basit bir çözümü vardır: Ortada bir Kur’ân-ı Kerim vardır. Eğer ehli sünnet ve cemaat âlimleri Kur’ân-ı Kerim’i esas alıp da, ondaki hükümleri hüküm olarak ortaya koysalardı, o zaman bunca yanlışın hiçbirisi mevcut olmayacaktı. Bir âlim çıkıyor ve diyor ki: “Nebîler, kendilerine kitap verilmemiş peygamberlerdir.” Tam aksine nebîler kendilerine kitap verilmiş peygamberlerdir.

“Resûller kendilerine kitap verilmiş peygamberlerdir.” sözü ise iki açıdan da yanlıştır. Bir defa bütün resûller peygamber değillerdir. Onun için yanlıştır. İkincisi de peygamber resûllere şeriat kitabı verilmez. Nereye baksanız; bir yanlışlıklar komedyası dünya üzerinde, İslâm âlemi üzerinde hükümfermadır.

Sevgili kardeşlerim, dünya arenasında bunların tartışılacağı günlere doğru yaklaşıyoruz. O zaman bizi göreceksiniz. Bütün söylediklerimizin doğru olduğunu hepiniz öğreneceksiniz. Ama kendinize yazık etmiş olarak öğreneceksiniz. Kur’ân-ı Kerim’e şimdi bakmanız lâzım ki; o forum açılmadan evvel hakikatleri bilesiniz ve safınızda olasınız. Ama olay eğer öyle değilse, eğer incelemezseniz, o zaman yanlışlara siz de çanak tutmuş olursunuz.

İslâm’ın kurtuluşu için gelin sevgili kardeşlerim elele verelim, beraberce araştıralım. Evvelâ söylediklerimiz tetkik etmenizi öneririz. Sözlerimizi, mutlaka incelemek mecburiyetindesiniz. Evet, sözlerimiz sizinkine tamamen ters sözlerdir. Ama hepsi Kur’ân hakikatidir. Öyleyse siz, Kur’ân’ın temellerini yok etmiş durumdasınız. Ve insanları (en azından bizim ülkemizdeki 70 milyon insanı), şu anda cehenneme doğru götürmekte olan bir kervanın elebaşlarısınız, dîn adamları! Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız? Hâlâ söylediklerimizi incelemeyecek misiniz? Bu millete ve en çok sizlere yazık olmuyor mu? En büyün cezaya muhatap olacak olan sizlersiniz. Çünkü sizler dîn öğreticilerisiniz.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın bu hakikatler dizisi, insanlar istese de istemese de, bizim ağzımızdan sizlere açıklanmaya devam edecektir. Ve onlar yakın gelecekte göreceksiniz ki; yanlışlarını yakalayacaklar. Hepsi bizimle beraber olacaklardır. Şu an inceleseler, şu an bizimle beraber olacaklardır. Ama ihtimal vermiyorlar. Hiçbir dîn üniversitesinden mezun olmamış ve Arapça’yı doğru dürüst bilmeyen bir adam çıkıyor ve onların hepsinin bilmediği hakikatleri söylüyor. Buna ihtimal vermiyorlar. Ama bu, çağımızın gerçeğidir. Hidayet, insanlara bizim tarafımızdan açıklanmaktadır ve bu onların bilmediği bir hidayettir.

Sevgili dîn adamları, omuzlarınızda şu an dünya tarihinin en ağır mesuliyeti vardır. Çünkü eğer bilirseniz ki; dînler yoktur, sadece Hz. İbrâhîm’in hanif dîni vardır. Eğer bilirseniz ki; öğrendiğini ilim ne sizi ne de başkalarını kurtaramaz. O zaman bize geleceksiniz. Ama geç kalacağınızdan korkuyoruz.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, yüreğimiz kan ağlıyor! Dînlerini bilmeyen dîn adamlarının, insanlara dîn öğretmekle vazifeli oldukları bir dünya devresi geçiriyoruz. Hakikatler biliniyor. Kamuoyuna ve dîn adamlarına ulaştırılıyor. Ama onlar görevlerini yapıp da incelemek zahmetine katlanmıyorlar. Kim incelerse, söylediklerimizin hepsinin doğru olduğunu kesin olarak tespit etmiş durumdadır. Ama onların içinde bulunduğu toplum, onları rahatsız edeceği için onlar cesaretle ileri çıkıp da “Evet, doğru söylüyor.” diyemiyorlar.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın huzurunda hepinizi selâmlıyoruz ve huzurlarınızdan inşaalah ayrılıyoruz.

 

 

            İmam İskender Ali  M İ H R

 

 
   
''Kızıl elmada buluşalım''


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
RESUL VE NEBI

Başlatan sun Islam

1 Yanıt
2402 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 27, 2007, 10:46:27 ös
Gönderen: SublimePrince