Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Vahdet-i Vücud Üzerine Özgün Bir Yorum -l-  (Okunma sayısı 3587 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Aralık 15, 2010, 06:44:27 ös
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay

Tanımadan dost bildiğim,yazılarını ilgiyle takip ettiğim sayın A.Kerim SOLEY'in Vahdet-i Vucud felsefesi ile ilgili yazdığı,özgün yorumundan oluşan makaleyi iki bölüm halinde sizlerle paylaşmak isterim.

Makaleyle ilgili söylenecek çok şey olsa da,eklenecek fazla birşey olmadığını düşündüğüm için fazla şey yazmak istemiyorum;sadece,yorumunun kadim Panteonların görüşleriyle örtüştüğünü söylemeliyim.İslam içerisinde sonradan da olsa yer bulan bu felsefe,günümüzde gördüğü rağbet nispetinde İslam'ın ve müslümanların beklenen,arzulanan kurtuluşuna öncülük edecek donanımdadır.



Vahdet-i Vücûd, esasında kökleri çok eskilere giden, varlığın ya da varoluşun birliği anlayışıdır.

En eski Tao düşüncesinde, bütün şamanik inançlarda, doğa dinlerinin hemen tamamında, kimi zaman farklı biçimlerde de olsa izlerine rastlanan bu inancın İslam’a girişi ancak Muhyiddin-i Arabî’den, yazılı metinlerde yer alması ise Sadreddin Konevî’den sonradır. Ama nedense sözcüğün etimolojisinden olsa gerek, bugüne kadar süregelmiş olan yerleşik ama yanlış kanıya göre Vahdet-i Vücûd denildiğinde, onun İslam felsefesinin bir ürünü olduğu sanılır.

Oysa ki İslam dininin iki temel kaynağı olan kutsal kitabında da, dinkoyucusunun sözlerinde de böyle bir kavrama rastlanmaz. Rastlanmamasından da öteye, aksine radikal ve skolastik İslam’da sufîler, dinin resmî temsilcileri ve temel din eğitiminin dört önemli bileşeni olan  ‘kelâm, fıkıh, tefsir ve hadis’  gibi ana dalların uzmanları olan tutucu ulemâ’sı tarafından sürekli dışlanmış, horlanmış ve sapkınlıkla suçlanmışlar; hattâ pek çok sufî inkârcı ya da müşrik kabul edilmiştir.

Buna rağmen İslam toplumları içinde yetişmiş olan sufîler zamanla işi çok daha ileri götürerek  ‘yaratanla yaratılanın tek kaynak olduğu’  noktasına erişmişlerdir. Bu anlayış ise sufîlerle ulemâ arasındaki ilişkiyi tamamen koparmıştır.

 

Neresinden bakarsanız bakınız, Vahdet-i Vücûd, esas itibariyle bir yandan kökleri Uzakdoğu’da olan, öte yandan Eski Yunan (ve bir ölçüde de Mısır) felsefî gelenekleriyle harmanlanmış  ‘varoluşçu’  ve onun doğal yansıması olarak da  ‘evrimci-tekâmülcü’  bir felsefedir.

Hep söyleriz,  ‘varlığı’  ya da  ‘var olanı’  anlamadan, varoluşu doğru bilemez ya da doğruya daha yakın biçimde sezemeyiz. Yani her vücut bulmuş olan (ya da  ‘bireysel vücut’,  bireysel  ‘vârolmuşluk hâli)  hem  ‘mevcûdun parçası’dır, hem de mevcûdun bütününü  (mevcûdâd) oluşturan ve bizi, o bütünü-bütünselliği kısmen de olsa anlamaya götürecek olan faktör ya da araçtır.

 

Zamanla sufîliğin özgürlüğüne en fazla erişebildiği coğrafya Anadolu yarımadası olmuş, en büyük sufîler ya burada yetişmiş veya başka coğrafyalardaki yerel baskılardan kaçarak Anadolu’ya gelmişlerdir. Tarihsel gelişim süreci içinde önemli sufîler; Endülüs’ten gelerek coğrafyamızı sık sık ziyaret eden Muhyiddin-i Arabî, onun üvey oğlu Sadreddin Konevî, Molla Fenarî, Ferideddin-i Attâr, Fârabî, İbn-i Rüşd, Hallâc-ı Mansûr, Senaî, Şebisterî, Nesîmî, Yûnus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ; daha sonraki tarihlerde ise Niyazi-i Mısrî sayılabilir.

 

Her dinin ve inancın sufîleri de sufîliğide vardır, olabilir. İslam coğrafyasında zaman içinde skolastik dinselliğin etkilerini artırması sonucu sufîliğin adı ve anlamı değişmiş, mistik içeriği özgünlüğünü yitirmiş ve şeriatın etkisinde özgürlükten yoksun bırakılarak zoraki ve ısmarlama yorumlara mahkûm edilmiş olan  ‘tasavvuf’a dönüşmüştür. Ondan sonra da sanıldığının aksine tasavvuf, İslam toplumlarının manevî yaşamında bir daha hiçbir zaman etkin olamamış; sadece  ‘İslam eliti’  içerisinde tanınıp bilinebilmiştir. Kaldı ki her coğrafyanın toplumsal yapısından ve yerleşik kültürlerinden o kadar etkilenmişlerdir ki, örneğin Osmanlı tasavvuf düşüncesi ile İran tasavvufu da, mutasavvıflarının işlediği konular da ciddi farklılıklar göstermeye başlamıştır.

Yani sufîliği hadislere dayandırmak ne kadar yanlış, yanıltıcı ve zorlama bir açıklama ise; tasavvuf kültürünün kaynaklarını İslamın temel metinleri ile ulemânın eser ve söylemlerindeki bir takım muğlak ifadelerden çekip çıkarmaya çalışmak da o kadar yersiz, yetersiz ve boşuna bir gayret olacaktır.

İslam coğrafyasındaki mistisizmi, sufîliği ve tasavvufu tarihsel gelişim süreci içerisinde derinliğine ve olabildiğince tarafsız inceleyebilen batılı ve doğulu önemli düşün adamları mevcuttur (Louis Massignon, Neil Douglas-Klotz, Toshihiko Izutsu... gibi). Üstelik onlar bu konuları, tarihsel gerçekleri sürekli çarpıtan, kendi inanç ve kabullerinin kantarında güya tartarken gerçekte kişisel önyargılarını öne çıkararak yorumlayan bizim sözde âlimlerden çok daha nesnel biçimde değerlendirebilmektedirler. Ve tümünün de ortak vargıları son büyük sufînin Mevlânâ Celâleddin; onun da en verimli, özgür ve üstün döneminin Şems’le birlikteki ve sonraki yılları olduğu yönündedir.

 

Bu felsefenin daha ayrıntılı, ama zamanla dinselleşmiş açıklamaları için kullanılan  ‘mutlak varlık-mümkün varlık’,  ‘tezahür’  ve  ‘tecellî’... gibi yüzlerce kavram ve tanımlamayla vakit geçirmeksizin esasına geçelim.

 

Bugün yazılı metinlerine erişebileceğiniz eski ve yeni, resmî söylem yandaşı olan pek çok ünlü dinadamı (ya da teolog),  ‘Vahdet-i vücud itikâdımızla telif edilemez’  diyerek onun bir  ‘hâl meselesi’  olduğunu söyler; ve tarihsel bakımdan da bu anlayışın önce  ifrat ve tefritler içinde süregeldiği’ni, daha sonra da  ‘nefsin vesveseleri’  olduğunu;  ‘kelâm-ı ilâhî ile zıtlığa düştükleri’ni,  güya kutsal kitaptan gösterilmeye çalışılan (tamamen sözel) kanıtlar öne sürerek, resmî din eğitimi veren okullarda dahi okutmayıp öğrenmek isteyenlerden uzak tutmaya özen gösterirler. Yani önce  ‘icmâ’  kapısını kapatan sözde ulemâ, daha sonra da çeşitli yasak ve kısıtlamalarla dindeki sufîlik boyutu ve anlayışının yokolmasına neden olmuştur. Öyle ki din adamlarımız, âyet ve hadisleri son derece dar yorumlara sıkıştırarak, resmî söylemlerden farklı anlaşılıp yorumlanmalarını önledikleri gibi, örneğin Mevlânâ’nın  Şems’ten çok önceki, özellikle de ilk dönem eserlerinde yer alan bazı sözlerini monizm’e karşı, kendi düalist görüşlerinin savunulmasında kullanmışlardır.

Anadolu dışındaki coğrafyalarda şeriat mahkemeleri, Osmanlı döneminde Şeyh’ül İslam fetvalarıyla önü kesilen ve gelişimine set vurulan İslam sufîliği, zamanla karşılaştığı ve gittikçe artan baskılar sonucunda son mekânı olan Anadolu’da da yeterince hayat hakkı bulamaz olmuş; yokolmaya başlayan sufîliğin boşluğunu bu defa, bir kısmı başlangıçta onu taklit eden ve daha sonra her yerde mantar gibi biten şeriatçi tarikatler doldurmuştur
« Son Düzenleme: Aralık 15, 2010, 06:49:08 ös Gönderen: dogudan »
Ben"O"yum,"O"ben değil...


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
83 Yanıt
26989 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 24, 2007, 10:58:11 ös
Gönderen: paragon
0 Yanıt
2863 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 07, 2007, 09:11:22 öö
Gönderen: gunesozaydin
0 Yanıt
1956 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 18, 2008, 08:20:48 ös
Gönderen: ahu
17 Yanıt
14871 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 07, 2012, 08:36:29 ös
Gönderen: ceycet
14 Yanıt
11148 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 20, 2009, 09:20:46 öö
Gönderen: karahan
0 Yanıt
2970 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 02, 2010, 04:10:27 ös
Gönderen: ADAM
3 Yanıt
4633 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 28, 2016, 11:05:05 ös
Gönderen: ruzber
0 Yanıt
4365 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 16, 2010, 08:39:18 öö
Gönderen: ceycet
2 Yanıt
3008 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 14, 2014, 05:14:13 ös
Gönderen: davut
0 Yanıt
1634 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 22, 2015, 12:49:12 ös
Gönderen: ARARAT