Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Şukufe Nihal  (Okunma sayısı 4918 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Şubat 20, 2011, 11:33:52 ös
  • Ziyaretçi

[pdf]Bilkent Üniversitesi
Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü
KADIN ŞAİRDE KADIN: ŞÜKÛFE NİHAL’İN ŞİİRLERİ
TÜRKÂN YEŞİLYURT KAYHAN
Türk Edebiyatı Disiplininde Yüksek Lisans Derecesi Kazanma
Yükümlülüklerinin Parçasıdır
TÜRK EDEBİYATI BÖLÜMÜ
Bilkent Üniversitesi, Ankara
Haziran 2005
Bütün hakları saklıdır.
Kaynak göstermek koşuluyla alıntı ve gönderme yapılabilir.
© Türkân Yeşilyurt Kayhan
Yeğenlerim Duru ve Emili’ye,
Bu tezi okuduğumu, kapsam ve nitelik bakımından Türk Edebiyatında Yüksek
Lisans derecesi için yeterli bulduğumu beyan ederim.
…………………………………………
Yrd. Doç. Dr. Nuran Tezcan
Tez Danışmanı
Bu tezi okuduğumu, kapsam ve nitelik bakımından Türk Edebiyatında Yüksek
Lisans derecesi için yeterli bulduğumu beyan ederim.
…………………………………………
Prof. Dr. Hülya Argunşah
Tez Jürisi Üyesi
Bu tezi okuduğumu, kapsam ve nitelik bakımından Türk Edebiyatında Yüksek
Lisans derecesi için yeterli bulduğumu beyan ederim.
…………………………………………
Yrd. Doç. Dr. Laurent Mignon
Tez Jürisi Üyesi
Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü’nün onayı
…………………………………………
Prof. Dr. Erdal Erel
Enstitü Müdürü
v
ÖZET
Şükûfe Nihal (1896-1973), Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli
toplumsal değişimler geçirdiği bir dönemde (1909-1960) yapıtlarını yayımlamıştır.
Batılı, lâik, ulusçu modele dayalı yeni ulus-devletin “yeni kadın”ı olarak birçok kadın
derneğinde aktif görev almış, gazete ve dergilerde kadın haklarıyla ilgili yazılar
yazmış, hikâye ve romanlarında kadın kahramanları öne çıkarmış ve şiirlerinde
“kadın sesi”ni duyurmaya çalışmıştır. Şükûfe Nihal, toplumsal sorunlara karşı
duyarsız davranan ve süsten başka bir şey düşünmeyen “umursamaz kadın”a karşı
çalışkan ve ezilmiş olan “Anadolu kadını”nı yüceltmiştir. Şehirli ve eğitimli üst
sınıfa mensup bir kadın olarak kendini sorunsallaştırdığı, ancak “şehirli kadın” adına
bir söylem görülmeyen şiirlerinde aile ve çevre baskısı nedeniyle aşkını özgürce
yaşayamamış bir “kadın sesi” duyulmaktadır. Şükûfe Nihal dönemin yaygın aydın
tavrına uygun bir biçimde ataerkil cinsellik kalıpları içinde kadına yaklaşmıştır. Bir
yandan çalışma ve öğretim hakkını savunarak kadının kamusal alana çıkmasını
istemiş, diğer yandan asıl görevinin “annelik”, “eşlik” ve “ev kadınlığı” olduğunu
savunarak özel alana çekilmesini beklemiştir. Bu çıkmazda feminist bir bakış açısına
sahip olmayan bu “Cumhuriyet kızı”nın “geleneksel ben”iyle “modern ben”i
çatışmıştır. Şiirlerinde de “geleneksel” ve “modern” bu iki kimlik arasında
bocalayan, sıkışan ve bunalan “kadın sesi” duyulmaktadır. Yer yer Tevfik Fikret’in
ve Beş Hececiler’in etkisi hissedilse bile tanrıça mitolojisinin dişilik arketiplerini ve
“kadın gotiği”nin özelliklerini taşıyan şiirlerinde Şükûfe Nihal “kadın sesi”ni
duyurmayı başarmıştır.
anahtar sözcükler: Cumhuriyet kızı, feminist bakış açısı, kadın gotiği, kadın sesi,
tanrıça mitolojisi, yeni kadın.
v i
ABSTRACT
THE WOMAN IN THE WOMAN POET: ŞÜKÛFE NİHAL’S POEMS
Şukûfe Nihal (1896-1973) published her works in an era of ongoing
significant social changes during Turkey’s modernization period (1919-1960). She
took active role in many women’s societies as the “new woman” of the westernized,
secular, and new nation-state based on the nationalist model; wrote articles on
women’s rights in newspapers and magazines; gave the main roles to heroines in her
stories and novels, and strived to make “women’s voice” heard in her poetry. Şukûfe
Nihal, exalted the hard working and exploited “Anatolian woman” against the
“indifferent woman” who is insensitive towards social issues, concerning herself
only with adornment. In her poetry, she problematizes herself as an upper class and
educated suburban woman. However, her poetry does not involve any discourse in
the name of the “suburban woman.” A “woman’s voice” is heard, but its owner
cannot experience her love freely because of familial and social pressures. Şukûfe
Nihal approached woman within the patriarchal sexual stereotype, in line with the
widely acknowledged attitude by the intellectuals of her time. On the one hand, she
defended the working and education rights for women, and wanted them to be visible
in the public sphere. On the other hand, she expected her to return to the domestic
sphere to carry out her primary tasks such as “motherhood,” “wifehood,” and
“housekeeping”. Within this dilemma, the “traditional identity” and “modern
identity” of this “Daughter of the Republic” without a feminist point of view,
clashed. In her poetry, a “woman’s voice,” trapped and depressed by this clash
between tradition and modernity, is heard. Even though traces of Tevfik Fikret and
Beş Hececiler can be detected here and there, Şukûfe Nihal has succeeded in
articulating the woman’s voice in her poetry, which bears the characteristics of
feminine archetypes of mythological goddesses, and of “woman’s gothic”.
key words: Daughter of the Republic, feminist point of view, woman’s gothic,
woman’s voice, goddesses of mythology, new woman.
vi i
TEŞEKKÜR
Tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. Nuran Tezcan olmasaydı bu tezi yazamazdım.
Emekleri, sabrı ve şefkati için minnettarım. Her zaman desteğini gördüğüm Doç. Dr.
Engin Sezer’e teşekkür ederim. Ayrıca bazı kaynaklara ulaşmamı sağlayan şair
ağabeyim Hüseyin Atabaş’a, İngilizce çevirilerim sırasında yardımlarını gördüğüm
çocukluk arkadaşım Elif Çakmak Höke’ye ve tezin teknik sorunlarını çözen şair
arkadaşım Nilay Özer’e yardımlarından dolayı teşekkür ederim. Kuşkusuz bu güzel
kahrı benimle birlikte çeken hayat arkadaşım Fahrettin Kayhan ve şair dostum Emel
Güz’e borcumu ödeyemem.
vi ii
İÇİNDEKİLER
sayfa
Özet . . . . . . . . . v
Abstract . . . . . . . . vi
Teşekkür . . . . . . . . vii
İçindekiler . . . . . . . . viii
Giriş: . . . . . . . . 1
I. “Yeni Kadın” . . . . . . . 12
A. Yeni Kimlikli Ulusun “Yeni Kadın”ı Kimdir? . . 12
1. Dönemin Tarihsel-Toplumsal Arka Plânı . . 12
2. “Yeni Kadın”ın Özellikleri . . . 18
B. “Yeni Kadın” Olarak Şükûfe Nihal’in Toplumsal Etkinlikleri 26
1. Sanat Çevresindeki Etkinlikleri . . . 27
2. Dernek Çalışmaları . . . . . 28
3. Anadolu Gezileri . . . . . 30
II. Aydın Kadın . . . . . . . 31
A. Şükûfe Nihal’in Kültür Evreni . . . . 31
B. Şükûfe Nihal’in Vatan Sevgisi . . . . 33
C. Şükûfe Nihal’in Aydın Sorumluluğu . . . 34
1. Vatanın Geri Kalmışlığı . . . . 34
2. Kadın Sorunu . . . . . 35
D. Şükûfe Nihal’in Kendi Dünyası . . . . 45
ix
III. Âşık Kadın . . . . . . . 48
A. Kadın “Aşk” Temasını Edebiyatta Nasıl İşler? . . 48
B. Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde “Aşk” Teması . . 54
1. Gerçek Hayatının Aşk Şiirlerindeki İzdüşümleri . 54
2. Aşk Şiirlerindeki Kadının Anlattıkları . . 62
IV. Şair Kadın . . . . . . . 68
A. Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde Özgül Kadın “Mit”leri . 68
B. Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde Özgül Kadın “Tarz”ı . 79
Sonuç . . . . . . . . . 85
Seçilmiş Bibliyografya . . . . . . 88
Özgeçmiş . . . . . . . . 98
1
GİRİŞ
Şükûfe Nihal 1896’da İstanbul’da doğmuştur. İbnülemin Mahmut Kemal
İnal’ın Son Asır Türk Şairleri adlı kitabında yer alan mektubuna göre şairin babası1
V. Murat’ın (1840-1904) başhekimi Doktor Emin Paşanın oğlu Miralay Ahmet
Beydir. İlk ve orta öğrenimini kısmen özel okullarda, kısmen özel öğretmenlerle
tamamlamıştır (1812). Neriman Malkoç Öztürkmen ile yaptığı söyleşiden şairin
ortaokulu Şam’da okuduğu, Selânik’te özel bir okula gittiği, burada Fransızca
öğrendiği, özel öğretmenlerden Arapça ve Farsça dersleri aldığı anlaşılmaktadır
(Edibeler, Sefireler, Hanımefendiler: İlk Nesil Cumhuriyet Kadınlarıyla Söyleşiler
25). Hülya Argunşah’ın Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’de belirttiğine göre
Şükûfe Nihal 1912 yılında ailesinin etkisiyle Mithat Sadullah Sander ile evlenmiş
ve bu evlilikten bir oğlu olmuştur. Ancak Sander’le beraberlikleri uzun
sürmemiştir. 1916’da İnas Darülfünûnu’na (Kadınlar Üniversitesi) kaydını yaptıran
şair, edebiyat şubesine üç yıl devam etmiş, son sınıfı coğrafya şubesinde okumuş,
1919’da buradan mezun olmuş, mezuniyetinin ardından İstanbul’daki çeşitli
liselerde edebiyat ve coğrafya öğretmenliği yapmıştır (25-26).
Şükûfe Nihal öğretmen kimliğinin aydın kimliğine dönüşümünde önemli yeri
olan Ahmet Hamdi Başar ile Kurtuluş Savaşı yıllarında ikinci evliliğini yapmıştır.
Bu evlilikten bir kızı olmuştur. Öncekine göre daha uzun süreli olmakla birlikte
şair bu evliliğinde de aradığını bulamamış, 1950’lerin sonlarında eşinden
1 Mehmet Aydın, Ne Yazıyor Bu Kadınlar: Osmanlıdan Günümüze Örnekleriyle Kadın Yazar ve
Şairler’de Şükûfe Nihal’in anne tarafından soyunun Fatih’in baş ressamı Nakkaş Mehmet Efendiye
dayandığını belirtmektedir (52).
2
boşanmıştır. (31-33). 1962’de Kadıköy Selâmiçeşme’de caddeyi karşıdan karşıya
geçerken kaza geçirmiş, bu kaza sonucu sol ayağı sakat kalmış, 1965’te Hasene
Ilgaz ve İffet Halim Oruz’un Bakırköy’de açtıkları huzurevine yerleşmiş, ancak
burada mutlu olamamıştır (69-71). Yakın dostu Halide Nusret Zorlutuna, Bir
Devrin Romanı’nda Şükûfe Nihal’in burada ev, kitap ve arkadaş özlemi çektiğini
belirtir. Oğlu tarafından ziyaret edilmeyen şairin kızını da kaybedince tamamen
yalnız kaldığını ifade eder (291). 24 Eylül 1973’te huzurevinde hayata gözlerini
kapayan Şükûfe Nihal, 26 Eylül 1973 günü Rumelihisarı Aşiyan Mezarlığı’na
gömülmüştür (Argunşah 74-75).
Şükûfe Nihal şiirlerini yedi kitapta toplamıştır: Yıldızlar ve Gölgeler (1919),
Hazân Rüzgârları (1928), Gayya (1930), Su (1933), Şile Yolları (1935), Sabah
Kuşları (1943), Yerden Göğe (1960). Şiirlerinden başka beş roman yayımlamıştır:
Renksiz Istırap (1928), Yakut Kayalar (1931), Çöl Güneşi (1933), Yalnız
Dönüyorum (1938), Çölde Sabah Oluyor (1951). Ayrıca Tevekkülün Cezası (1928)
adlı bir hikâye kitabı ile Finlandiya (1935) ve Domaniç Dağlarının Yolcusu (1946)
adlı iki gezi kitabı çıkarmıştır. Bu kitaplarından başka 1 Ocak-28 Şubat 1955
tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde Vatanım İçin adlı romanını tefrika
etmiştir. Yazılarını başta Cumhuriyet, Çığır, Çınaraltı, Dergâh, Firuze, Güneş,
Haftalık Gazete, İfham, Kadın Gazetesi, Kadın Yolu, Resimli Ay, Son Posta, Süs,
Şair, Tan, Türk Kadını, Ülkü, Yeni Türk, Yeni Nesil, Yeni Mecmua olmak üzere
birçok gazete ve dergide yayımlamıştır. Öldükten sonra Sander yayınlarının sahibi
olan oğlu Necdet Sander, Sadi Irmak’ın bir sunuş yazısıyla birlikte şairin
şiirlerinden yaptığı seçmeleri 1975’te Şiirler adıyla basmıştır. Giovanni
Scognamillo’nun Türk Sinema Tarihi: 1896-1959’da belirttiğine göre Şükûfe
Nihal’in Domaniç Dağlarının Yolcusu adlı yapıtı Şakir Sırmalı tarafından Unutulan
3
Sır adıyla filme çekilmiştir. 1945 yılında çekimi başlayan film, 1948 yılında
gösterime girmiştir (101). Ayrıca Cinuçen Tanrıkorur şairin Sabah Kuşları adlı
kitabında yer alan “Neme Yetmez?” adlı şiirinden bir bölümü 1979 yılında uzzâl
makamında nakış yürük semaî usulünde bestelemiştir.
Şükûfe Nihal’in şiirlerinde işlediği üç temel konu vardır: Kadın, yurt sorunları
ve aşk. Hüseyin Cahit Yalçın şairin ilk şiir kitabı Yıldızlar ve Gölgeler’de Servet-i
Fünûn edebiyatının ve özellikle Tevfik Fikret’in izleri olduğunu belirtir. Hatta kitap
bu dönemde yayımlansaydı şaire büyük ün sağlardı diye ekler (Uraz, “Şükûfe
Nihal” 149). Fuat Köprülü de Bugünkü Edebiyat’ta yer alan “Yıldızlar ve Gölgeler”
adlı yazısında Tevfik Fikret’in Halûk’un Defteri adlı şiir kitabının Yıldızlar ve
Gölgeler üzerindeki etkisine değinir (193). Bu görüşler genel olarak doğrudur.
Yıldızlar ve Gölgeler’de Servet-i Fünûn edebiyatında olduğu gibi Arapça ve Farsça
sözcük ve tamlamalar sıkça kullanılmıştır. Divan şiirindeki beyit anlayışı yıkılarak
şiirlerde organik bütünlük sağlanmıştır. Kitabın atmosferine şairin marazî ruh hali
egemen olmuştur. Ayrıca “İsyan” “Hazân”, “Bir Grup” adlı şiirlerde doğa öznel bir
biçimde betimlenmiştir. Bu açıdan şairin edebiyat dünyasına kendisini “erkek
sesi”yle kabul ettirdiği söylenebilir. Ancak özellikle “Nisyân”, “Sevgili Kamere”,
“Bir Resmin Altından”, “Yavru Kuş” ve “Sustum” adlı şiirlerinde şairin sonraki
kitaplarında daha da gürleşecek olan “kadın sesi”ni duymak mümkündür.
Şükûfe Nihal ikinci şiir kitabı Hazân Rüzgârları’nda yer alan şiirlerini Beş
Hececiler (Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf
Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel) gibi sade Türkçeyle ve hece ölçüsüyle kaleme
almıştır. Sıcak, içten ve yalınkat bir dil kullanmıştır. İlk kitabında kendisini
gizleyen şair, bu kitapta kendi dünyasını ve “kadın sesi”ni daha çok açarak
belirginleştirmiştir. Ancak ilkinde Servet-i Fünûn edebiyatının etkisi olarak
4
görünen marazî ruh hali bu kitapta ülkenin içinde bulunduğu koşullar, Mustafa
Kemal Atatürk’e yapılan suikast ve yeğenini kaybetmesi nedeniyle kendi kişiliğinin
bir özelliği olarak ortaya çıkmış ve sonraki kitaplarında da bu ruh durumu
sürmüştür.
Orhan Burian, Şükûfe Nihal için “Büyük ve insanı sarsan konuların şairi
değildir. Gayya’ya ne kendisi iniyor, ne bizi indiriyor. Hislerle oynayan, nazımla
oynayan bir hali var. En iyi şiirleri iddiasız küçük hisleri ifade edenlerdir”
demektedir (alıntılayan Karaalioğlu 756). Burian’ın bu değerlendirmesine tam
olarak katılmak mümkün değildir. Şairin Gayya’daki şiirleri oluşum romanından
(bildungsroman) esinlenerek bir oluşum şiirleri (bildungsdichtung) olarak
okunabilir. Gürsel Aytaç, Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler adlı
kitabında “oluşum romanı”nı şöyle tanımlamaktadır: “Kahramanın kültürle
belirlenmiş bir çevrede öğrenme ve deneyimlerle düşünsel-ruhsal yetilerini yüksek
karakterli ve uyumlu bir bütün oluşturacak şekilde geliştirerek belli bir kültür
idealini gerçekleştirmesini ister” (489). Şükûfe Nihal, Gayya’da özellikle “Anadolu
Kadınlarına” (12-13), “Duymayan Kadına” (16-17) ve “Size Ne?” (67-68) adlı
şiirleriyle aydın kadın kimliğini kazanma sürecini gözler önüne serer. Gerçi belli
bir kültür idealini gerçekleştirmede beklenen gücü gösteremez ve bir ulusu
kurmanın, Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini yaşamanın ve yaşatmanın
sorumluluğunu taşıyan Cumhuriyet’in aydın kadınlarından, “yeni kadın”larından
biri olarak ortaya çıkar. Bugünden geriye bakıldığında Cumhuriyet’in aydın
kadınları Ece Temelkuran’ın 1 Nisan 2005 tarihli Radikal Kitap’ta bulunan
“Cumhuriyet Kızları” adlı yazısında belirttiği gibi nahif bulunabilecek kadar
idealisttirler: “Şimdi post modern bir karmaşanın içinde onların duruşları, neredeyse
komikleşecek kadar nahif kalıyor bazen. Hâlâ iyi, tatlı, disiplinli “Cumhuriyet
5
kızları” gibi davranırken onlar, onların yerleri bu dünyada bir yara gibi kapanıyor.
Düzgün Türkçeleri, kendilerine duydukları müthiş özgüven, hep bir resmi geçide
hazır gibi duruşları, giyinişleri, ‘adab-ı muaşeret’ kitabından hafızalarında hâlâ taze
kalan cümlelerle konuşmaları, beklenmedik yerlerde ortaya çıkan ‘aydınlık
Cumhuriyet kızı’ tutuculukları…” (29).
Şükûfe Nihal, Beş Hececiler gibi bir aydın olarak Anadolu’nun geri
kalmışlık sorununu çözmek için rehberlik yapmak ve bir şair olarak Anadolu’nun
folklorundan yararlanmak bağlamında Anadolu’yla ilgilenmiştir. Şair, dördüncü
şiir kitabı Su’yu da hece vezniyle ve sade bir Türkçeyle yazmıştır. Özellikle “Âşık
Sazile” adlı iki şiirde Beş Hececiler’in etkisi açıkça görülür. Daha önce
yayımlanmış olan şiir kitabı Gayya’da da “Aşık Sazile” adlı bir şiiri vardır.
Turhan Tan 27 Ocak1935 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Şile Yolları”
adlı yazısında Şükûfe Nihal’in beşinci şiir kitabı Şile Yolları’nda yurt sorunlarını
öne çıkardığını belirtir: “Şükûfe Nihal, bu kitaba koyduğu şiirlerin hemen hepsinde
yurdun dertlerini, yurttaş elemlerini, içtimaî sahneleri haykırmıştır” (4). Yurdun
temel sorunlarında biri Anadolu’nun geri kalmışlığıdır. Bu şiirlerde de şair,
özellikle yoksulluğu ve çaresizliği ile Anadolu’yu ve Anadolu kadınını dile getirir.
Ferit Ragıp Tuncor2 11 Eylül 1950 tarihli Kadın Gazetesi’nde yer alan “Türk Kadın
Şairlerimizden Şükûfe Nihal Başar” adlı yazısında şairin Anadolu’ya yaklaşımını
değerlendirir:
Anadolu ona göre kapağı az aralanmış bir hazinedir. Sanki her
kayanın dibinde bir mevzu vardır. Servet memleketi baştan başa
Anadolu. Coşkun sular, madenler, her şey var orada. Lâkin buna
2 Ferit Ragıp Tuncor 1912’de Çanakkale’de doğdu. İzmir Muallim Mektebi’ni bitirdi. Çocuklar için
şiir, hikâye, roman, derleme, piyes türlerinde çeşitli kitaplar yayımladı. Bunlar arasında Bu Toprağın
Çocukları (1944), Kahraman Çocuk (1945), Cumhuriyet Bayramı Şiirleri (1955), Atatürk Şiirleri
(1958), İyilik Perileri (1973), Renkli Resimlerle Nasrettin Hoca (1984), İlkokullar İçin Ünite Şiirleri
(1999) sayılabilir (Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi 837).
6
rağmen yine sefalet ve yine medeniyetsizlik hüküm sürüyor etrafta.
Bu geriliği gidermek için o, memleketteki birtakım lüzumsuz
masrafların kaldırılması, birçok şeylerde mütevazı olunması, halka
çalışma sahası bulunması ve halkın bilgi ve görgü sahibi yapılması
gerektiğini ileri sürmektedir. Bu da münevverin rehberliği ile
olacaktır tabiî. (7)
Şükûfe Nihal altıncı şiir kitabı Sabah Kuşları’nda Cumhuriyet’in aydın bir
kadını olarak Anadolu gerçeğini anlatmayı sürdürmüştür. Öte yandan Mustafa
Şekip Tunç, 2 Ocak 1944 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Sabah Kuşları’nda
Şükûfe Nihal” adlı yazısında şairin bu kitapta bir kadın olarak “geçmiş güzel
günler”e duyduğu özlemi dile getirdiğini belirtir: “Şükûfe Nihal’in Sabah Kuşları’nı
okurken de kaybedilmiş bir âlemin hasretle yüreği acımış ve saf bir tazelikle tabiata
dönmüş bir kadın ruhunun kanadığını görüyoruz” (4).
Şükûfe Nihal’in bütün şiir kitaplarında konusu aşk olan şiirlere rastlamak
mümkündür. Şairin yedinci ve son kitabı Yerden Göğe’nin ikinci bölümü “Mermer
Kapı”nın konusu da aşktır. Şair bu kitapta bir kadın olarak hüzün, pişmanlık ve acı
içinde kaybettiği sevgilisine duyduğu özlemi dile getirir. Bu aşkı anlatırken aynı
zamanda kendisi, çevresi ve toplumla hesaplaşır.
“Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri” adlı bu tezde Şükûfe Nihal’in
bir kadın olarak şair kimliği ve şiirlerindeki kadın teması incelenmektedir.
Kitaplarının tanıtıldığı ve değerlendirildiği yazılar bir yana bugüne kadar Şükûfe
Nihal hakkında birkaç temel çalışma yapılmıştır. Bunlar arasında Hülya
Argunşah’ın 2002 yılında yayımlanan Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal adlı
kitabı bir başvuru kaynağıdır. Yazar kitapta Nihal’in yaşamına ve yapıtlarına kadın,
edebiyat ve Cumhuriyet aydını bağlamında yaklaşmaktadır. Bu kitaptan başka
7
şairin özellikle şiirlerini temel alan yayımlanmamış iki tez bulunmaktadır. Nebahat
Çayırlık tarafından 1993 yılında yapılan Şükûfe Nihal Başar’ın Hayatı, Eserleri ve
Edebî Kişiliği Üzerine Bir İnceleme adlı tez şairin yaşamı ve yapıtları hakkında
temel bilgiler vermektedir. Tez, Nihal’in şiir, hikâye ve romanlarındaki kadını ana
hatlarıyla ortaya koymaktadır. Fatih Arslan tarafından 1995 yılında yapılan Şükûfe
Nihal Başar: Hayatı-Şiirleri adlı tez de şairin yaşamı ve yapıtları hakkında genel
bilgiler içermektedir. Çalışma, Nihal’in şiirlerindeki tema, dil, biçim ve üslûbu
genel olarak saptamaktadır.
Şükûfe Nihal hakkında yapılan çalışmalarda öncelikle ve sıklıkla “kadın”la
karşılaşılır. Fuat Köprülü, Bugünkü Edebiyat’taki “Yıldızlar ve Gölgeler” adlı
yazısında şairin “kadın samimiyeti”ne değinirken, Murat Uraz, Resimli Kadın Şair
ve Muharrirlerimiz adlı antolojisinde yer alan “Şükûfe Nihal” adlı yazısında şairin
“kadın ruhu”ndan söz eder. Hülya Argunşah ise Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe
Nihal adlı yapıtında şaire ilişkin “kadın duyarlığı”nı ele alır. Şair hakkında
hazırlanan tezlerde de Şükûfe Nihal’in şiirlerindeki “kadın tema”sı genel olarak
incelenir. Bu çalışmalardan ilki Nebahat Çayırlık’ın Şükûfe Nihal Başar’ın Hayatı,
Eserleri ve Edebî Kişiliği Üzerine Bir İnceleme adlı tezi, diğeri ise Fatih Arslan’ın
Şükûfe Nihal Başar: Hayatı-Şiirleri adlı tezidir. Bu ürünler Nihal’in şiirlerine
yansıyan “kadın yönü” ile ilgili ip uçları vermekle birlikte “kadın kimliği” üzerinde
dolaylı olarak durulmuş olduğundan onun anlaşılması ve “kadın kimliği”nin
değerlendirilmesi için yeterli değildir. Tezde Şükûfe Nihal’in “kadın kimliği”,
“yeni kadın”, “aydın kadın”, “âşık kadın” ve “şair kadın” olarak irdelenmektedir.
Şükûfe Nihal, Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli toplumsal
değişimler geçirdiği bir dönemde (1909-1960) yapıtlarını yayımlamıştır. Bu
dönemde özellikle üst sınıf eğitimli kadınlar toplumsal değişmenin hem öznesi hem
8
de nesnesi olmuşlardır. Şair de birçok kadın derneğinde aktif görev almış, gazete ve
dergilerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmış, hikâye ve romanlarında kadın
kahramanları öne çıkarmış, şiirlerinde “kadın sesi”ni duyurmaya çalışmıştır.
Böylece “yeni kadın” için iyi bir örnek ve yol gösterici olmuştur. Eski
imparatorluktan yeni ulus-devlet inşa edilirken kadına da yeni simgesel ve
toplumsal roller biçilmiştir. Batılı, lâik, ulusçu modele dayalı yeni ulus-devletin
“yeni kadın”ı eğitimli olmalı, iş yaşamına katılmalı ve Batılılaşmalı; ama kadınsı
özelliklerini korumalı, öncelikle annelik ve eşlik görevini yerine getirmelidir. Yani
aşırı Batılılaşarak “ulusun ruhu”na ters düşmemeli, aksine bu ruhu beslemelidir.
Diğer bir deyişle “yeni kadın” geleneksel kadınla modern kadının bir sentezidir. Bu
nedenle tezde öncelikle Şükûfe Nihal’in şiirlerindeki “yeni kadın” imgesi
incelenmektedir.
1908 yılından sonra gazete ve dergilerde görülmeye başlayan başta Halide
Nusret Zorlutuna, İffet Halim Oruz, Necibe Kızılay, Şükûfe Nihal ve Yaşar Nezihe
olmak üzere birçok kadın edebiyatçının birtakım ortak özellikleri vardır. Naime
Zelal ve Leyla Ovalı Sombahar dergisinin Ocak-Nisan 1994 tarihli 21-22. sayısında
yer alan “Cumhuriyet Döneminde Aydın Kadınların Durumu ve Kadın Şairler”
başlıklı yazılarında adı geçen edebiyatçıların benzer yanlarını ortaya koyarlar. Bu
edebiyatçılar II. Meşrutiyet’ten sonra kadınlar için de resmi eğitim kurumlarının
açılmasıyla3 bu kurumlarda eğitim görmüşler, üniversitede okuyan kadınların çoğu
Edebiyat Fakültesi’nin çeşitli bölümlerinden mezun olmuşlardır. Halide Nusret
Zorlutuna, Necibe Kızılay ve Şükûfe Nihal Edebiyat Fakültesi’nde okumuştur.
Aralarında farklı olarak İffet Halim Oruz İktisat Fakültesi’nde okumuş, Yaşar
3 Faik Bulut’un İttihat ve Terakki’de Milliyetçilik Din ve Kadın Tartışmaları’nda belirttiğine göre
1914’te İstanbul Darülfünûnu (İstanbul Üniversitesi) kızlara yönelik dersler ve konferanslar vermeye
başlamış, lise ve öğretmen okulları için kadro yetiştiren Darülmalûmat (Kız Öğretmen Okulu) yanı
sıra 1915’te Darülmalûmat-ı Aliye (Yüksek Kız Öğretmen Okulu) bünyesinde bağımsız öğretmen
kadrosuyla İnas Darülfünûnu (Kadınlar Üniversitesi) kurulmuştur (32).
9
Nezihe öğrenim görememiştir. Mezun olduktan sonra daha çok Türkçe, edebiyat,
coğrafya öğretmenliği yapmışlardır. Halide Nusret Zorlutuna edebiyat ve Türkçe,
Şükûfe Nihal edebiyat ve coğrafya dersleri vermiştir. Yalnız mesleklerini icra
etmekle kalmamış, aynı zamanda çeşitli derneklerde çalışmışlardır. İffet Halim
Oruz, Şükûfe Nihal ve Yaşar Nezihe birçok dernekte etkin olarak görev almıştır.
Edebiyatın farklı türlerinde ürünler vermişlerdir. Halide Nusret Zorlutuna şiir,
hikâye, roman, anı ve piyes; Şükûfe Nihal şiir, hikâye, roman ve gezi türlerinde
eserler ortaya koymuştur. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yayımlamışlar,
yazılarında özellikle toplumsal konular ve kadın sorunu üzerinde durmuşlardır.
Halide Nusret Zorlutuna, İffet Halim Oruz, Şükûfe Nihal ve Yaşar Nezihe bu
konularda çeşitli yazılar kaleme almışlardır. Çoğunlukla erkeklerin çıkardığı
edebiyat dergilerinde değil, kadınların yazdığı dergilerde, kadınlara özel dergilerde
ve kadınların çıkardığı dergilerde yazmışlardır. Örneğin Halide Nusret Zorlutuna
Genç Kadın, Kadınlar Dünyası ve Türk Kadını; Şükûfe Nihal, Kadın Yolu, Türk
Kadını ve Süs; Yaşar Nezihe, Kadın, Kadınlar Dünyası ve Türk Kadın Yolu gibi
dergilerde görülmüşlerdir (172-74). Bu edebiyatçı kadınlar arasında Şükûfe Nihal
de diğerleri gibi birçok gazete ve dergide yazılar yayımladığı, şiir, hikâye, roman ve
gezi gibi farklı türlerde eserler verdiği hâlde daha çok şairliğiyle öne çıkmıştır. Bu
nedenle “Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri” adlı bu tezde Şükûfe
Nihal’in şiirleri feminist eleştiri çerçevesinde de değerlendirilmektedir. Bunun için
temel olarak feminist edebiyat eleştirisinin önemli kaynaklarından biri olarak kabul
edilen Ellen Moers’un Literary Women (Edebiyat Kadınları) adlı yapıtından
yararlanılmaktadır. Moers, yapıtında İngiliz ve Amerikan edebiyatının belli başlı
kadın edebiyatçılarını incelemiştir. Bu nedenle ülkemizle bu ülkeler arasındaki
kültürel farklar göz önüne alınarak yapıttan eklektik bir biçimde yararlanılmıştır.
1 0
Tezde ağırlıklı olarak “kadın edebiyatı”na ilişkin özellikler aranmaktadır. Özgül
kadın tarzı ve mitleri bağlamında Şükûfe Nihal’in şiirlerindeki gotik tarz, Umay,
Sibylle, Venüs gibi mit kahramanları üzerinde durulmaktadır.
Tarih boyunca aşk şiirlerine konu olan kadınların aşk şiirleri yazması
çoğunlukla hoş karşılanmamıştır. Böyle olmakla birlikte kadın edebiyatçılar aşk
üzerine yazmışlar ancak kendilerini belki de özgürce dile getirememişler, kapalı bir
dil kullanmak gibi çeşitli savunma yöntemleri geliştirmişlerdir. Şükûfe Nihal
örneğinde “Kadın Şairde Kadın”ın nasıl yansıdığı ve yer aldığını incelemeyi
amaçlayan bu tezde aşk temasını işleyen kadın şairlerin karşılaştıkları engeller,
maruz kaldıkları tepkiler ve aşkı dile getirme biçimleri belirlenmektedir. İki şair,
Faruk Nafiz Çamlıbel ve Osman Fahri’nin kendisine aşk şiiri/şiirleri adadığı Şükûfe
Nihal’in bir kadın olarak kendi aşkını dile getiren şiirlerini nasıl kaleme aldığı
üzerinde durulmaktadır.
Şükûfe Nihal iki kez evlendiği halde kitaplarını Şükûfe Nihal olarak
imzalamıştır. Ancak Kadın Gazetesi’nde yer alan “Bir Köşeden” adlı köşesinde ve
Gayya adlı şiir kitabındaki “Bozma Odanı” ve “Size Ne?” adlı şiirinde şair yalnızca
“Nihal” adını kullanmıştır. (Şairin bu adı tercih etmesi kadın kimliğini ortaya
koyması açısından oldukça anlamlıdır). Bu nedenlerle tezde Şükûfe Nihal ya da
Nihal adı tercih edilmiştir.
“Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri” adlı bu tezin “Yeni Kadın”
başlıklı birinci bölümünde “Yeni Kimlikli Ulusun Yeni Kadını Kimdir?” sorusuna
yanıt aranmaktadır. Bunun için birinci alt bölümde “Dönemin Tarihsel-Toplumsal
Arka Plânı” ana hatlarıyla ortaya konarak, “Yeni Kadın’ın Özellikleri”
saptanmaktadır. İkinci alt bölümde “Yeni Kadın Olarak Şükûfe Nihal”in yeri
“Şükûfe Nihal’in Yeni Kadın Olarak Toplumsal Etkinlikleri” bağlamında “Sanat
1 1
Çevresindeki Etkinlikleri”, “Dernek Çalışmaları” ve “Anadolu Gezileri” başlıkları
altında ele alınmaktadır. Tezin “Aydın Kadın” başlıklı ikinci bölümünde Şükûfe
Nihal’in “Kültür Evreni”, “Vatan Sevgisi”, “Aydın Sorumluluğu” ve “Kendi
Dünyası” değerlendirilmektedir. Şairin “Aydın Sorumluluğu” “Vatanın Geri
Kalmışlığı” ve “Kadın Sorunu” çerçevesinde irdelenmektedir. Tezin “Âşık Kadın”
başlıklı üçüncü bölümünde “Kadın Aşk Temasını Yazında Nasıl İşler?” sorusu
tartışılarak “Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde Aşk Teması” üzerinde durulmaktadır.
Tezin “Şair Kadın” başlıklı dördüncü bölümünde ise “Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde
Özgül Kadın Mitleri” ve “Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde Özgül Kadın Tarzı”
incelenmektedir.
1 2
BÖLÜM I
YENİ KADIN
Bopstil Pembe Hanımın Süreyyapaşa salonlarında piyano çalışını hatırlarken,
huzurevinde, gençliğinden beri şiirler yazmış bir hanımın tıpkı kendisi gibi
günlerin geçmesini… sona ermesini beklediğini söylemişti. Şiirler yazmışken artık
unutulan, belki adı bile anılmayan, adı edebiyat tarihlerine ya geçmiş ya geçmemiş
bu hanım, gözleri sürmeli Bedia Hanımın söyleyişiyle, o kadar mahzun, yalnız, içli,
o kadar “mükedder”miş ki, yarı “meflûç” olmasa bile aşağıya, oturma odasına,
öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi
“mahpes”inde hâlâ şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya
dargın, küskün ayrılıyormuş.
Selim İleri (Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın 239)
A. Yeni Kimlikli Ulusun “Yeni Kadın”ı Kimdir?
1. Dönemin Tarihsel-Toplumsal Arka Plânı
Lâle devrinde, III. Mustafa (1717-1774), III. Selim (1761-1808), II. Mahmut
(1785-1839) zamanlarında girişilmek istenen, esas olarak 1839’daki Gülhane Hatt-ı
Hümayunu’nun ilânıyla Tanzimat döneminde başlayan Batılılaşma çabaları,
Osmanlı devlet ve toplum yapısında hızlı bir değişime neden olmuştur. Tanzimat
dönemindeki Batılılaşma çabalarına paralel olarak aile hayatı ve kadının toplumsal
durumunda da ciddi değişmeler meydana gelmiştir. Ahmet Mithat Efendi (1844-
1912), Namık Kemal (1840-1888), Samipaşazade Sezai (1860-1936), Şemsettin
Sami (1850-1904) gibi edebiyatçılar toplumsal değişmelerin aileler ve kadınlar
1 3
üzerindeki etkilerini şiir, roman, piyes ve makale düzleminde tartışmışlardır. Bu
edebiyatçılar görücü usulü evliliğe, cariyelik kurumuna vb. karşı çıkmışlardır.
Ama kadınların “aşırı Batılılaşarak” ahlâki değerlerini yitirmeleri kaygısını
taşıdıkları için İslâmî referansları esas alarak kadın haklarını savunmuşlardır.
Aydın ve edebiyatçı erkekler kadın konusunu özgürlük-ahlâk ekseninde
tartışırken, üst sınıf eğitimli kadınlar da çeşitli gazete ve dergiler yoluyla kendilerini
ifade etmişlerdir. Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın Hareketi adlı çalışmasında ortaya
koyduğu üzere Terakki (1868), Terakki-i Muhadderat (1869), Vakit yahut Mürebbi-i
Muhadderat (1875), Ayine (1875), Aile (1880), İnsaniyet (1883), Hanımlar (1883),
Şükûfezar (1885), Mürüvvet (1888), Parça Bohçası (1889), Hanımlara Mahsus
Gazete (1895), Hanımlara Mahsus Malûmat (1895) ve Âlem-i Nisvan (1906) adlı
gazete ve dergiler aracılığıyla seslerini duyurmuşlardır. Ya “Hayriye”, “Nuriye”,
“Safiye” gibi ilk adlarını ya da “Bir Hatun”, “Mektepli Kız”, “Üç Hanım” gibi
imzaları kullanarak kimliklerini gizlemeye çalışan kadınlar, dergilerde mektuplar
yayınlayarak sorunlarına dikkat çekmişlerdir (22-32). Kadın haklarının elde
edilmesi için savaş veren edebiyatçılar arasında Emine Semiye (1866-1944), Fatma
Aliye (1862-1936), Makbule Leman (1865-1898) ve Nigâr Hanım (1862-1918) gibi
adlar sayılabilir. Yaprak Zihnioğlu Kadınsız İnkılâp adlı kitabında adı geçen kadın
edebiyatçıların Osmanlı feminizminin ideolojik ve düşünsel temellerini attığını
belirtir (46). Kadın edebiyatçılar, yazılarında Osmanlı kadınlarının insan
addedilme, kamu yaşamına katılma, eğitim ve bütün mesleklere girme talebini dile
getirmişlerdir (45). Toplumun yönetici sınıfının eşleri ya da çocukları olarak
siyasal güce yakın bulunan bu kadınlar dönemin kadın nüfusunun çoğunluğundan
farklı olarak özel öğretmenlerden eğitim almış, birkaç dil bilen kişilerdir. Batı
karşısında Osmanlının gücünü, İslâm kültürünün üstünlüğünü kanıtlama çabaları,
1 4
kadınların iffet, fazilet ve ahlâkın temsilcisi olduğunu düşünmeleri onları dönemin
birçok erkek yazarıyla ortak paydada buluşturur.
II. Meşrutiyet dönemi (1908-1918) düşünür, hukukçu ve edebiyatçı birçok
aydının “Batıcı”, “İslamcı”, “Türkçü” düşünce akımları bağlamında aile, evlilik ve
kadın konusunda yoğun tartışmalar yaptığı yıllardır. Aralarında farklı eğilimleri
barındırsa da rasyonalist ve pozitivist düşünceye inanan Abdullah Cevdet (1869-
1932), Celâl Nuri İleri (1877-1939) ve Tevfik Fikret (1867-1915) gibi Batıcılar,
medeniyetin evrensel hümanist değerleri bağlamında kadına yaklaşmışlardır.
Peyami Safa’nın Türk İnkılâbına Bakışlar adlı yapıtında belirttiğine göre Batıcılar
yayın organları olan İçtihat gazetesinde yer alan “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı yazıda
kadınların diledikleri tarzda giyineceklerini, ama israf etmeyeceklerini, görücü
usulüyle evlenmelerine son vereceklerini, erkeklerden kaçmayacaklarını, kızlar için
diğer mekteplerin yanında tıbbiye mektebi açacaklarını, polislerin kadın işine ancak
genel ahlâkı ihlâl ettiği durumlarda müdahale edeceklerini dile getirmişlerdir (49-
53). Batıcılar gibi aralarında farklı eğilimler bulunsa da Ahmet Hamdi Akseki
(1887-1951), Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936) Şeyhülislâm Musa Kâzım (1858-
1920) ve Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi (1869-1938) gibi İslâmcılar temel
olarak şeriatçı düşünceyi savunmuşlardır. Peyami Safa, İslâmcıların kadınların
kendilerine mahrem olan erkeklerden kaçmalarını, örtünmelerini, namus dairesinde
eğlenmelerini ve kendi aralarında oluşturdukları cemiyetlerde konferans verip
dinlemelerini, yalnızca iptidaî, rüştiye ve idadî derecelerinde tahsil görmelerini,
erkekler gibi malını istediği biçimde tasarruf etmelerini, zaruri şartlarda bir erkeğin
birkaç kadınla evlenmesini ve tek taraflı olarak boşanmasını talep ettiklerini
belirtmiştir (57-58). Aralarında Ahmet Hikmet Müftüoğlu (1870-1927), Celâl Sahir
Erozan (1863-1935), Halide Edip Adıvar (1882-1964), Hamdullah Suphi Tanrıöver
1 5
(1885-1966) ve Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944) gibi edebiyatçıların da
bulunduğu Türkçülerin önde gelen adı ise Ziya Gökalp’ten (1876-1924) başkası
değildir. Türkçülüğün Esasları adlı kitabında feminizm ve demokrasi
kavramlarının ilk kez Türklerde ortaya çıkmış olduğunu ileri sürmüştür (149).
II. Meşrutiyet döneminde başta Emine Semiye (1866-1944), Halide Edip
Adıvar (1882-1964), Nezihe Muhittin (1889-1958), Nigâr Hanım (1862-1918)
olmak üzere birçok aydın ve edebiyatçı kadın kendini gazete, dergi ve dernekler
yoluyla kamusal alanda görünür kılmıştır. Demet (1908), Kadın (1908), Mehasin
(1908), Kadınlar Dünyası (1913), İnci (1919), Süs (1924) gibi birçok dergide kadın
imzaları yer almıştır (Çakır 37). Bu dönemde kadın haklarının elde edilmesi için
mücadele eden edebiyatçılar arasında Halide Edip Adıvar ve Nezihe Muhittin öne
çıkmıştır. Bunlar kadınların bütün eğitim olanaklarından yararlanmasını, meslek
sahibi olmasını, siyasi alana katılmasını talep etmişlerdir. Buna karşın bir erkeğin
birkaç kadınla evlenme ve tek yanlı boşanma hakkına, kamu hayatında kadınlara
uygulanan giyim dahil her türlü yasağa karşı çıkmışlardır (Zihnioğlu 56-57). II.
Meşrutiyet döneminin belirgin bir özelliği de Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın
Hareketi’nde ayrıntılı bir biçimde anlattığı gibi kadınların dernek çalışmalarıdır.
Çakır, dernekleri yardım, kültür, siyasi, ülke sorunlarına çözüm bulma, kadınların
geçimlerini sağlayacak işyerleri açma ve feminist amaçlı dernekler olarak
gruplandırır (43).
II. Meşrutiyet’in ilânından önceki II. Abdülhamit döneminde (1876-1909)
Ahmet Mithat Efendi (1844-1912), Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945), Hüseyin
Rahmi Gürpınar (1864-1944), Nabizâde Nâzım (1862-1893) gibi yazarlar
romanlarında geleneksel aile ve evlilik anlayışını eleştirmişlerdir. Bernard
Caporal’un Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını adlı yapıtında dikkat
1 6
çektiği gibi bu yazarlar, kadınların kişisel gelişmelerinden çok ailenin, toplumun ve
ulusun gelişmesi için özgürlük talebinde bulunmuşlardır. Tevfik Fikret’in Rübâb-ı
Şikeste adlı kitabında yer alan “Hemşirem İçin” başlıklı şiirindeki “Elbet sefil olursa
kadın alçalır beşer” dizeleri de bu anlamda yorumlanabilir (71-72).
II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte kadın hareketinde görülen canlanmanın da
etkisiyle kadınların toplumsal yaşamı değişmeye başlamıştır. Leyla Kırkpınar,
Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın’da üst sınıfa mensup, öğrenim görmüş
kadınların ince peçeler kullandığını ya da peçesiz dolaştığını, örneğin, 1912’de
peçesiz kadınların Amerikan Büyükelçiliği’nde verilen bir yemeğe katıldığını,
değişik kadın dergilerinde kadınların fotoğraflarının yayımlandığını, çeşitli kültür
kuruluşlarında, kadınlara özgü konferanslar düzenlendiğini ortaya koyar (116). Bu
arada Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı koşullar içinde kadının toplumsal hayattaki
yerinde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Kadınlar gönüllü olarak askere
alınmış, erkek nüfusun askere alınmasından dolayı piyasada işgücü eksikliği baş
gösterdiği için postane, hastane, telgrafhane gibi devlet dairelerinde ve özel
kuruşlarda çalışmaya başlamışlardır (116-17).
Kadınlar yalnız Birinci Dünya Savaşı’nda değil aynı zamanda Kurtuluş
Savaşı’nda da etkin roller üstlenmişlerdir. Kadınların savaştaki etkinliklerini
işgalleri protesto için mitingler düzenlemek, cemiyetler kurmak, cepheye silah
taşımak, cephane imalâthanelerinde, amele taburlarında çalışmak, askerlerin
yiyecek-içecek ihtiyacını karşılamak, yardım toplamak, göçmenlere ve kimsesizlere
yardım etmek, işgâlleri protesto eden mektup ve telgraflar göndermek ve silahlı
mücadeleye katılmak biçiminde özetlemek mümkündür (alıntılayan Kırkpınar 136-
37). Kurtuluş Savaşı’na katılan birçok kadın arasında Asker Saime, Binbaşı Ayşe,
Fatma Seher Hanım, Gördesli Makbule, Halide Edip, Kara Fatma, Kılavuz Hatice,
1 7
Nezahat Hanım, Süreyya Sülün Hanım ve Tayyar Rahmiye gibi adlar dikkat
çekmiştir (145).
Tanzimat’tan bu yana Türkiye’de yürütülen Batılılaşma çabası ve kadın
hareketi kadın haklarının kazanılmasında önemli katkılar sağlamıştır. Ancak yeni
Türkiye’nin kurulmasından sonra kadınların kişisel ve toplumsal yaşantısında
radikal değişiklikler meydana gelmiştir. Çünkü Tanzimat’tan farklı olarak
modernistler Batı uygarlığını yalnız tekniğiyle değil, aynı zamanda kültürüyle
tanımlamış, rasyonalist ve pozitivist düşüncenin temellendirdiği bu uygarlığın
değerlerini evrensel-hümanist değerler olarak kabul etmişlerdir. Devletin yeni elit
erkekleri tarafından gerçekleştirilen modernleşme projesi çerçevesinde eski
Osmanlı’dan yeni Türkiye inşa edilirken elit kadınlara da ulusçuluğun, Batıcılığın
ve lâikliğin simge ve sürdürücüleri olma görevleri verilmiştir. Kadınlar yeni
görevlerle birlikte eğitim, aile, çalışma, siyaset ve toplum hayatında yeni haklar da
elde etmişlerdir.
Kadın haklarının esas temelini teşkil eden Medeni Kanun 4 Ekim1926
tarihinde yürürlüğe girmiştir. 1907 tarihli İsviçre Medeni Kanunu’ndan bazı
değişikliklerle tercüme edilen Türk Medeni Kanunu kadın-erkek eşitliğini
sağlamada bir başlangıç noktası olmuştur. Kadınlar 1930’da belediye seçimlerinde,
1933’te ihtiyar meclisi seçimlerinde, 1935’te genel seçimlerde seçme ve seçilme
hakkını kazanmışlardır. 1937’deki genel seçimlerde on sekiz kadın Meclis’e
girmiştir. Kadınlara “oy hakkı verilmesi”nin ardında kadınların oy hakkı elde etme
mücadelesinin olduğu da bir gerçektir. Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılâp’ta
kadınların siyasal alana katılma mücadelesini ayrıntılı bir biçimde anlatır:15
Haziran 1923’te Darülfünun konferans salonunda gerçekleştirilen kadınlar
şurasından Kadınlar Halk Fırkası’nın kuruluş kararı çıkmıştır (127). Nezihe
1 8
Muhittin’in başkanlığındaki Kadınlar Halk Fırkası, kadınların toplumsal ve siyasal
haklarını kazanmayı, Meclis kürsüsünden bu hakları savunmayı ve kadınlığın
statüsünü yükseltmeyi hedeflemiştir (127). Ancak hükümet Kadınlar Halk
Fırkası’nın kuruluşuna izin vermemiştir. Bunun üzerine kurucu heyet siyasetle bir
ilgisi olmadığı ibaresini bir maddeyle tüzüğe koyarak 7 Şubat 1924’te Türk
Kadınlar Birliği adı altında bir dernek kurmuştur (150). Bu dernek kadınların
siyasi haklarını elde etmesi için çaba sarf etmiştir. Türk Kadınlar Birliği’nin
1924’te başlayan etkinlikleri 1935’teki “Ars-ı Ulusal Kadınlar Kongresi”nin hemen
ardından kendini feshi ile sona ermiştir (257).
Modernleşme projesi çerçevesinde geleneksel toplum modern topluma
dönüştürülürken kadına da yeni simgesel ve toplumsal roller biçilmiştir. “Eski
kadın”ın yerini artık “yeni kadın” alacaktır.
2. “Yeni Kadın”ın Özellikleri
Yeni devletin asker-sivil bürokrat yeni elit erkekleri, 19. yüzyıldan bu yana
Batıdaki kadın hareketi ile bağları bulunan ve kadın hakları için savaşmış olan
kadınları dışarıda tutarak, yeni asker-sivil bürokrat ailelere mensup kadınlardan
“yeni kadın”ın örneği ve yol göstericisi olmalarını istemişlerdir. Yaprak Zihnioğlu
Kadınsız İnkılâp’ta “yeni kadın”ın kadınlık idealini gerçekleştirmek için yarım asır
boyunca çalışan Osmanlı-Türk kadınlarını ve İstanbul’un aristokrat kökenli aydın
kadınlarını ne kavram ne de kişi olarak içerdiğini belirtmektedir (228).
Elit erkekler “yeni bir kadın” tanımlamaktadırlar. O gün için modern olan
“yeni kadın” anlayışı, aslında bugünden geriye bakıldığında ataerkil bir anlayış
olarak görülebilir. Belma Tokuroğlu’nın Özgürleşemeyen Kadın’da belirttiğine
1 9
göre erkek-aydın-bürokrat-askeri iktidar “yeni kadın”ı ataerkil cinsellik kalıpları
içinde tanımlar:
Cumhuriyeti kuran ve yeni bir ulus-devlet oluşumunu sağlamaya
çalışan erkek-aydın-bürokrat-askeri iktidar, batıdaki erkek
egemen düzenden aldığı örnekle, kendi denetiminde, eski ataerkil
ideolojiyi yeni koşullara uygun biçimde yeniden üreterek, “yeni
kadın” imgesini oluşturmaya çalışmıştır. Cumhuriyet dönemi
aydınları arasında, doğuculuk-batıcılık konularında görüş
ayrılıkları bulunmasına rağmen, buluştukları ortak nokta; ataerkil
cinsellik kalıpları içersinde oluşan kadınlık ve erkeklik
oluşumlarının yeniden üretilmesidir. Diğer bir deyişle, istenen
değişimin değişmeyen yüzlerinden bir tanesi, toplumsal cinsiyet
anlayışıdır. (80)
Cumhuriyet iktidarı, modernleşme projesi çerçevesinde “muasır medeniyet
seviyesine” ulaşabilmek için kadına yeni simgesel ve toplumsal roller biçmiştir. İşe
de kadının çağdaşlık sınırlarını belirlemekle başlamıştır. Milliyetçi anlayışla bir
yandan kadınlar “ulusal aktörler olarak ön plâna çıkarılırken, diğer yandan ataerkil
ideoloji içinde tanımlanarak” geri plâna itilmişlerdir. Deniz Kandiyoti, Cariyeler
Bacılar Yurttaşlar adlı kitabındaki “Kimlik Kavramı ve Yetersizlikleri: Kadınlar ve
Ulus” başlıklı yazısında milliyetçi hareketlerin kadına karşı gösterdiği çelişkili
yaklaşımı dile getirir:
Milliyetçi hareketler bir yandan kadınları “ulusal” aktörler; anneler,
eğitimciler, işçiler, hatta savaşçılar olarak toplum hayatına daha fazla
katılmaya davet ederler. Öte yandan kültürel olarak kabul edilebilir
kadın davranışlarının sınırlarını tayin eder ve kadınları kendi
2 0
çıkarlarını milliyetçi söylem tarafından belirlenen terimler
çerçevesinde ifade etmeye zorlarlar. Feminizm özerk değil, onu
üreten ulusal bağlamın anlam çerçevesine bağlıdır. ( 154)
Nilüfer Göle Modern Mahrem’de aydınlanma çağı fikirleri ve sanayi
medeniyetinin uzantısında biçimlenen Batı modernizminin rasyonalist ve pozitivist
değerlerin yanı sıra bireye dayalı liberal değerleri de oluşturarak, dinsel ve
geleneksel inançların yoğurduğu cemaat ilişkilerini dönüştürdüğünü, daha
heterojen, farklılaşmış, çoğulcu bir toplumsal yapıya ulaştırdığını buna karşın devlet
dışında bireye, sivil topluma, piyasaya özerk alan tanımayan Türk modernizminin
ise medeniyetçilik ve milliyetçilik ilkeleri üzerine inşa edildiğini belirtmektedir
(171). Bağımsızlık savaşının verildiği, bir
ulus yaratmak ve yaşatmak istenildiği bu dönemde milliyetçilik düşüncesinin
yükselişe geçmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Modernleşme projesi çerçevesinde “yeni kadın” geleneksel din
kurumlarının,
istenmeyen evliliklerin, çok eşliliğin, tek taraflı boşanmanın kurbanı olmaktan
kurtulmuştur. Ancak Cumhuriyet aydınları toplumun Batılılaşmasını isterken, “yeni
kadın”ın “aşırı Batılılaşarak” ailenin ve ulusun manevi kişiliğini zedelemesinden
çekinmişlerdir. Cumhuriyet aydınları da Tanzimat aydınları gibi kadının “aşırı
Batılılaşma”sından korkmuşlardır. Meyda Yeğenoğlu “Batılılaşma arzusu” ile
“aşırı Batılılaşma korkusu” arasında sıkışan aydınların kaygısını Sömürgeci
Fantaziler adlı yapıtında dile getirir:
Ulusu modernleştirme ve Batılılaştırma arzularına rağmen, “aşırı”
Batılılaşmaya karşı bir endişe duyulmaktaydı. Batılılaşmanın
kadının evdeki konumuna dokunmadan, ailenin manevi değerlerini
2 1
ve tüm toplumun ahlâki dokusunu bozmadan uygulanmasının
gerekliliği vurgulanmaktaydı. (166)
“Yeni kadın” seçme ve seçilme hakkını elde ederek siyasal alana katılma
olanağına kavuşmuştur. Kadınlara oy hakkı verilmesi Şirin Tekeli’ye göre İtalya ve
Almanya’daki faşist partilerin aksine, Atatürk’ün tek parti rejiminin altında
Türkiye’nin demokratikleştiğinin dünyaya gösterilmesinin bir “araç”ıdır (Baykan
“Nezihe Muhittin’de Feminizmin Düşünsel Kökenleri” 37). Tekeli’nin bu görüşüne
karşı çıkan Baykan’a göre ise kadınlara oy hakkı verilmesi demokratikleşmenin
yalnızca bir “araç”ı değil, aynı zamanda bir “kanıt”ıdır (37-38). Hasan Bülent
Kahraman da 29 Ekim 2004 tarihli Radikal gazetesinde yer alan “Demokrasiyi
Cumhuriyet’te Aramak” adlı yazısında “Demokrasi boyutunun eksik olması 1923
için anlaşılabilirdi. [….] Çünkü 1945 sonrasına kadar Anglosakson sosyopolitik
kültürü dışında demokrasi kimsenin sorunu değildi” demektedir (11).
“Yeni kadın” her istediği mesleğe girme ve iktisadi özgürlüğünü sağlama
hakkına sahiptir. Ancak kendisine daha ziyade öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik
gibi belli mesleklerin uygun görüldüğü de bir gerçektir.
“Yeni kadın” her şeyden önce “fedakâr eş”, “kutsal anne” ve “çalışkan ev
kadını” olmak zorundadır.
“Yeni kadın” iyi bir eş ve anne olmanın yanı sıra toplumsal kişiliğinde de
“vatansever bir yurttaş” olma görevini yerine getirmelidir. Bu vatansever-yurttaş
kadın Meyda Yeğenoğlu’nun Sömürgeci Fantaziler’de belirttiği gibi “tüm
cinselliğinden arındırılmıştı[r]; erdemli, iffetli ve onur sahibi[dir]” (174).
“Yeni kadın”ın cinsel kimliği neredeyse yok sayılmıştır. Bu yok saymanın
amacı kadın özgürlüğünün sınırlarını çizmektir. Aslında kadının kendini
geliştirmesi için değil, ulusal amaçlar için özgürleşmesi hedeflenmektedir. Nilüfer
2 2
Göle kadının özgürleşmesi ve bağımsızlaşmasının önündeki engelleri Modern
Mahrem’de ortaya koyar:
Kadının millî aile ya da ulus gibi bir asil amaç için özgürleştirilmesi
kadının erdemiyle ters düşmeyecektir. Kadın ne alafranga tüketen
süs bebeği gibi, ne de sürekli fitne unsuru olarak tanımlanacak,
cinsiyet yüklü kimliğinden sıyrılarak “milleti” için “halkının”
yanında, erkeğinin “yoldaşı” olarak yer alacaktır. (80)
“Yeni kadın”ın çarşaflı bir görüntüye değil, Batılı bir görüntüye sahip
olması istenir. 1925’de tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış ve burada bulunan din
görevlilerinin cüppe ve benzeri kıyafetler giymeleri yasaklanmış, aynı yıl şapka
giyilmesi hakkında kanun çıkarılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk kadının eski-kılıkla
dolaşmasını hem kadına karşı bir hakaret, hem de lâik ve uygar rejime karşı bir
tavır olarak görmüştür. Buna rağmen kadınların çarşafları konusunda herhangi bir
zorlama getirmediği halde kadınlar haklara ve özgürlüklere kavuştukça
çarşaflarından çıkmışlardır. Nilüfer Göle Modern Mahrem’de doğu güzellik
anlayışının yerini ecnebi güzellik anlayışına bıraktığını belirtmektedir: “Yüzyıllar
boyu süren beyazlık, yuvarlaklık, yavaşlık, uzun saç, sürme üzerine kurulu doğu
güzellik anlayışı yerini zayıf, enerjik, korseli, kısa saçlı ‘ecnebi güzelliğine’
bırakmaktaydı” (93).
“Yeni kadın” ecnebi güzelliğini üzerinde süssüz bir biçimde taşımalıdır.
Deniz Kandiyoti Kadın Bakış Açısından Kadınlar adlı kitaptaki “Ataerkil Örüntüler:
Türk Toplumunda Erkek Egemenliğinin Çözümlenmesine Yönelik Notlar” başlıklı
yazısında “yeni kadın”ın süssüz görüntüsüne dikkat çeker:
Cumhuriyetin peçesiz “yeni kadın”ı, kimliğine yeni sınırlar çizen
davranış kuralları benimsedi: Koyu renkli kostüm, kısa saç ve
2 3
makyajsız yüz. Bu yalnız kendilerini çalışma hayatına adamış
kadınların süse ayıracak zamanlarının olmadığını göstermekle
kalmıyor, aynı zamanda güçlü bir sembolik zırh görevi de görüyordu.
(381)
Ayşe Kadıoğlu, 29 Ekim 2004 tarihli Radikal gazetesinin eki
Cumhuriyet’te yer alan “Kostüm Modernliği” adlı yazısında “Özellikle
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Türkiye’de içerikten ziyade görüntüye vurgu yapan,
‘kostüm modernliği’ni teşvik eden bir Batılılaşma projesi vardı” (11) demektedir.
Bu bağlamda Türkiye’deki Batılılaşma sürecinin hiper-gerçekçi ya da foto-gerçekçi
sanat akımını andırdığını söylemektedir:
Bu akımda üretilen bir iş bir insan figürü ise, sahiden insan figürüne
çok benziyor, neredeyse sizinle konuşacak gibi görünüyor. Eğer bir
sokak resmedilmiş ise, içinde yürüyebileceğiniz hissine
kapılıyorsunuz, ancak çok yakınına gelince, gerçek değil “yapma”
olduğunu görüyorsunuz. Türk modernleşmesinin ürettiği görüntüler
de çok sahici gibi görünüyor ancak aynı zamanda da çok yapma
olarak karşımıza çıkıyor. (11-12)
Cumhuriyet’in Batıcılık anlayışının yalnızca görüntüye vurgu yaptığını söylemek
Bernard Caporal’un Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını’nında
belirttiği gibi indirgemeci bir yaklaşımdır (200). Zihinsel devrimi gerçekleştirmek
amacıyla modern siyasal kurumlardan yargı örgütüne, kamu yaşamının yeniden
düzenlenmesinden milâdi takvimin kabulüne kadar yapılan birçok reformu yok
saymak mümkün değildir.
2 4
“Yeni kadın”ların çoğu kent mekânlarında erkeklerle bir arada toplumsal
yaşama katılmakta, karı-koca birlikte gezmelere gitmekte, balolar tertip etmekte,
pasta salonlarında oturmaktadır (Göle 92).
Cumhuriyet’in elit erkekleri “yeni kadın” rolünü Cumhuriyet’in elit
kadınlarına vermişlerdir. Belma Tokuroğlu’nun Özgürleşemeyen Kadın’da
belirttiği gibi yaratılan “yeni kadın” imgesine hayat üfleyecek olan belli bir azınlık
kadın grubudur:
Şehirli,varlıklı, bürokrat ailelerde yer alan belli bir azınlık kadın
grubu, devlet elitlerinin hazırladığı projelerin sahiplenicisi ve
uygulayıcısı olmuşlardır. Aile ve kadın konusunda alınan tüm
kararlar ve çıkarılan yasalar tüm Türk kadınları “homojen ve
sınıfsız” gibi düşünülerek hazırlanmıştır. Aynı şekilde kadınlardan
gelen talepler, sadece sesini duyurabilen belli bir azınlık kadın
nüfusuna ait olmasına rağmen –ki bu seslerde genellikle aykırılık
olmamış, tam tersine iktidarın verdiği ve istediği ile hem-fikirlik
vardır, karşı çıkan sesler ise bastırılmış veya tarih içerisinde
görmezden gelinmiştir- tüm kadınların talepleriymiş gibi kabul
edilmiş ve değerlendirilmiştir. (64)
İlkel tarım ekonomisinde köylerde yaşayan, okuma-yazma bilmeyen, geleneksel
düşünceyle yetişen kadınların çoğunlukta olduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarında,
şehirli-varlıklı-bürokrat ailelerde yer alan belli bir azınlık kadın grubunun “yeni
kadın”lık görevini üstlenmesi kaçınılmazdır. Kadın hakları için mücadele etmiş
Osmanlı kadınları da üst sınıf ailelerin eş ve kızlarıdır.
Üst sınıf erkeklerin “yeni kadın” imgesi eğitimli, meslek sahibi, sade ve
temiz giyimli, cinsel kimliğinden arınmış, iffetli ve faziletli ataerkil anlayışa sahip
2 5
erkeğin isteklerine uygun iyi bir “eş”, “anne” ve “ev kadını”dır. Üst sınıf kadınlar
genel olarak üst sınıf erkeklerin “yeni kadın” imgesini benimsemiş ve “yeni
kadın”ın temsilcisi olma görevini üstlenmişlerdir. Ancak “yeni kadın” imgesine
bazı bakımlardan itiraz eden kadınlar da olmamış değildir. Örneğin Nezihe
Muhittin 1931’de yayımladığı Türk Kadını adlı kitabında “yeni kadın”ın erkeğe
benzeyen yaşama eğilimi göstermesine karşı çıkmıştır: “Fakat kadının yükselmesi,
erkeğe benzemesi, aradaki farkların kalkması demek değildir. Bilâkis aradaki
farkların düzeltilmesi ve terbiyesidir (Baykan ve Ötüş-Baskett, Nezihe Muhittin ve
Türk Kadını 74).
Ulusal devlet yaratma süreci içersinde kadın haklarının 1926 tarihli Medeni
Kanun’la yeniden düzenlenmesi kadınların özgürleşmesini sağlayamamıştır.
Kadınlar yasal düzeyde haklar elde ederken, toplumsal düzeyde geleneksel yapıların
engelleriyle karşılaşmışlardır. Çünkü toplumda ataerkil sistem egemendir. Ataerkil
sistem, erkek egemenliğini, erkeğin kadına egemen olduğu güç ilişkilerini ve çeşitli
yollardan kadınların ikincil bir konumda tutulduğunu ifade eder. Erkekler ailenin
içinde kadınların üretimini, doğurganlığını, cinselliğini, hareket özgürlüğünü,
mülkiyet ve diğer ekonomik kaynaklarını ailesel, toplumsal, kültürel ve dinsel
davranış kurallarıyla denetlerler. Bu bakımdan kadınların tümü yasal haklar elde
etse bile ailesel, toplumsal ve ekonomik engeller nedeniyle hepsi özgürlüğünü
kazanamamıştır.
Özetle “yeni kadın” evlilikte, boşanmada ve mirasta erkekle eşit haklara
sahip olmuş, peçe ve çarşafını çıkarmış, eğitim görme ve meslek edinme
özgürlüğüne kavuşmuş, seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir. Ancak o günkü
koşullar nedeniyle bu haklardan daha ziyade varlıklı-askeri-sivil-bürokrat ailelere
mensup kadınlar faydalanmıştır. Milliyetçi bir anlayışla kadının kendi kimliğini
2 6
kazanmasından ziyade ulusal idealler nedeniyle özgürleşmesi istenmiş, ataerkil
cinsellik kalıpları içersinde kadından her şeyden önce iyi bir “eş”, “anne” ve “ev
kadını” olması beklenmiştir. Üst sınıf kadınlar “yeni kadın”ın temsilcisi ve
sürdürücüsü olma görevini çoğunlukla ağırbaşlı ve alçakgönüllü bir biçimde yerine
getirmişlerdir.
Böyle bir ortamda, bu toplumsal değişimleri birebir yaşamış, bu değişimlere
katılmış ve katkıda bulunmuş bir kişi olan Şükûfe Nihal’in “yeni kadın” olarak
toplumdaki yeri dikkate değerdir.
B. “Yeni Kadın” Olarak Şükûfe Nihal’in Toplumsal Etkinlikleri
Şükûfe Nihal, Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli toplumsal
değişmeler geçirdiği bir dönem olan 1919-1960 yılları arasında şiir, öykü ve
romanlarını yayımlamıştır. Bu dönemde özellikle üst sınıf eğitimli kadınlar
toplumsal değişmenin hem öznesi hem nesnesi olmuşlardır. Nihal de birçok kadın
derneğinde aktif görev almış, “edebiyat çevresinin toplantı”larına sahiplik yapmış,
gazete ve dergilerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmış, öykü ve romanlarında
kadın kahramanları öne çıkarmış, şiirlerinde “kadın sesi”ni duyurmaya çalışmıştır.
Böylelikle “yeni kadın” için iyi bir örnek ve yol gösterici olmuştur. Ayrıca İnas
Darülfünunu’nun ilk öğrencilerinden, mezunlarından ve lise öğretmenlerinden
birisidir. Evliliğin devamına engel teşkil ettiği gerekçesiyle Darülfünun’a kaydı
yapılmadığından ilk eşi Mithat Sadullah Beyden4 ayrılmıştır. Bu da kendisinin daha
hayatının başında “iyi eş” anlayışından kaçarak toplumsal kişiliği seçtiğini
göstermektedir.
4 Hülya Argunşah’ın Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’de belirttiğine göre Mithat Sadullah
Sander, okullarda okutulmak üzere hazırladığı Türkçe ve dilbilgisi ders kitaplarıyla Türk kültürüne
katkıda bulunmuştur. Kitapları arasında Seçkin Edebiyatçılarımızın Biyografileri (1943), Edebiyat
Dersleri (1945), Yeni İmlâ Kılavuzu (1948), Yeni Terimlerle Yurt Bilgisi Özü (1948) vardır (30).
2 7
1. Sanat Çevresindeki Etkinlikleri
Salon, yazar, heykeltıraş, ressam ve sahne sanatçılarını da kapsayan soylu ve
entelektüellerin sosyal toplantı yeridir. Salonlar hususi evlerde tutulurdu ve
özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda Fransa’da popülerdi. Madame de Rambouillet 1610
yılında Fransız sarayının o zamanki kabalıklarına karşı bir tepki olarak ilk salonu
kurdu. Diğer ünlü salonlara Mme de Stael, Mme de Recamier ve Madeleine de
Scudery sahipti. (Merriam Webster’s Encyclopedia of Literature 987)
Nazan Bekiroğlu’nun Şair Nigâr Hanım adlı kitabında belirttiğine göre
bizde ilk “edebî salon”u tesis eden Nigâr Hanımdır. Ondan çok daha önce yine bir
divan şairi olan Mihrî’nin de evinde kadın-erkek konuklarını kabul ederek, sanatedebiyat
meclisleri düzenlediği bilinmekte ise de bu dönemi içinde bir istisna olarak
kalmaktadır (177). Nigâr Hanımın Nişantaşı’ndaki taş konağında düzenlediği “Salı
Kabulleri” ise kendi çevresi kadar değişen toplumsal yaşantının bir yansıması
olarak değerlendirilebilir (178).
Zehra Toska Nisan 1994 tarihli Tarih ve Toplum dergisinde yer alan
“Çağdaş Türk Kadını Kimliğinin Oluşumunda İlk Aşama Tanzimat Kadını” adlı
yazısında Nigâr Hanımınki kadar geniş bir çevreyi toplamasa da “salon” sahibi
olarak onun geleneğini sürdüren şairin İhsan Raif Hanım (1877-1926) olduğunu
belirtir. Bestekâr ve dönemin şairleri arasında hece vezniyle şiir yazan ilk şair İhsan
Raif Hanımın konağının devrin isim yapmış şair ve yazarlarının toplandığı bir yer
olduğunu ifade eder (12).
Adile Ayda Böyle İdiler Yaşarken adlı kitabında Şükûfe Nihal’in evde
düzenlediği “edebî toplantı”ları eşi Ahmet Hamdi Başar’dan5 ayrıldıktan sonra
5 Ahmet Hamdi Başar (1897-1971): Limancı Hamdi diye de bilinir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi. Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında eşi Şükûfe Nihal ile birlikte
Ankara hükümetine istihbarat sağlamada yardımcı oldu. 1923’de İstanbul Liman Şirketi’ni kurdu ve
1934’e kadar bu şirketin yönetim kurulu başkanlığını yaptı. 1930-1934 yılları arasında Atatürk’ün
2 8
Hilton’daki Lâlezar Salonu’nunda sürdürdüğünü belirtir (108). Üç-dört yıl süren
toplantılar önce her Çarşamba sonra her Cuma en sonunda da ayda bir yapılmıştır
(109). Toplantılara Behçet Kemal Çağlar (1908-1969), Faruk Nafiz Çamlıbel
(1898-1973), Asaf Hâlet Çelebi (1907-1958), Abdülhak Şinasi Hisar (1888-1963),
Refik Halit Karay (1888-1965), Mithat Cemal Kuntay (1885-1956) ve Müfide Ferit
Tek (1892-1971) gibi dönemin tanınmış simaları katılmıştır.
2. Dernek Çalışmaları
Özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra üst sınıf eğitimli kadınlar kendilerini
dernekler aracılığıyla kamusal alanda görünür kılmışlardır. Şükûfe Nihal de
Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti, Asri Kadınlar Cemiyeti, Türk
Kadınlar Birliği gibi birçok dernekte aktif olarak görev almıştır. Çünkü kendisi bir
ulusun medeniyet seviyesini gösteren ölçütlerinden birinin sahip olduğu dernek
sayısı olduğunu düşünür. 12 Temmuz 1948 tarihli Kadın Gazetesi’nde yayımladığı
“Gösteriş Değil, Vazife Vardır” başlıklı yazısında da derneklerin önemine ve
gerekliliğine değinir:
Tabiat ve cemiyet, herkese doğumundan ölümüne kadar rahat bir
hayat dekoru hazırlamaz. Bakımsız yavru, kimsesiz, fakir
ihtiyar, hasta genç ekmeğini taştan çıkaramaz. Rahat yaşama
vasıtalarına malik olan herkes gibi, hiç şüphe yok,


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
24 Yanıt
17956 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 06, 2011, 09:20:47 ös
Gönderen: NOSAM33
1 Yanıt
3510 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 10, 2010, 03:12:05 ös
Gönderen: hiramsavas
0 Yanıt
4783 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 24, 2010, 08:56:42 ös
Gönderen: Mozart