Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Tapınakçıların Hazinesi – “Okyanusun ötesi”  (Okunma sayısı 3797 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 16, 2010, 09:44:04 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Öncesi “Şövalyenin böylesi” başlıklı birbirini izleyen iki  bölümde…





Birkaç gün geçti. Hayli hafif bir kuzeyli esinti altında usul usul yolumuza devam ediyorduk. Ancak sonra rüzgâr hafifledi, azaldı; en sonunda tümüyle kesildi. Sıfıra indi.

Okyanusun ortasında kaldık. Deniz de çarşaf gibiydi. Hiçbir kıpırtı yok desem yanlış olmaz.

İki gün boyunca orada öylece durduk.

Hava giderek ılımanlaşmıştı. Gündüzün sıcak bile sayılırdı. Şimdi, iki hafta önce patırtı çıkarmaya kalkışan askerlerin keyfi gıcırdı. Güvertede çember halinde oturmuş, oyun oynuyorlardı. Tayfalardan biri de gitarını tıngırdatıyordu.

Havada hafif bulutlanma başladı. Bir oh çektim. Bu iyiye alametti. Rüzgârın geleceğini gösterirdi. Biraz sıkı esseydi bari.

Hafiften bir yel başladı ama gündoğusu. Ters. Hem bu bize yetmezdi. Yelkenleri çektirdim. Dolmadı. Bulutlar da arttıkça artıyordu; koyu koyu. Belli ki yüklüydüler. Az sonra havanın patlayacağını anladım.

Bekledik; ne yandan eserse ona göre davranacağız.

Demeye kalmadı, önce çatır patır bir şimşek çaktı; hemen ardından gök öyle bir gürledi ki, yıldırımı tam kafamıza yedik sandım. Sanki birisi yüzüme tokat attı. Silkelendim. O ne biçim vuruş!... Bunca yıldır denizciyim, hiç bu kadar ani çıkan sert fırtına görmedim. Üstelik ne yandan estiği de belli değil. İkide bir ansızın değişiyor.

Hangi yelkeni nasıl çekmeli, hangisini indirmeli, dümeni ne yöne kırmalı, bilemez oldum. Paniğe kapıldım. Bundan ötürü kendime güvenimi yitirdim. O zaman daha çok panikledim.

Deniz de aniden coşmaz mı?

Ne oluyoruz yahu? Nereden geldi bu dalgalar? Hem de nasıl dalgalar? En azından iki adam boyu. Fırtına koskoca dalgaların ortasında bizi çalkalamaya başladı. Bir o yana vuruyor, bir öteki yana. İne çıka, döne dolaşa sürükleniyoruz.

Yağmur da başladı. Ben yağmuru severim. Fakat bu kez “Bir sen eksiktin!” dedim. Üstelik bildiğim gibi de değil. Hatta bunun için “Yağmur yağıyor.” demek de yanlış olur. Su esiyordu.

Dalgaların arasında inip çıkarken, diğer yandan da hızla yol alıyorduk. Ne yöne doğru dersin? Batıya!...

İşte o zaman sonumuzun geldiğini düşündüm. Okyanus bizi yeryüzünün öte ucuna doğru sürüklüyordu. Yelken kullanmanın olanağı yoktu. Çoğu yırtılmıştı bile. Zar zor hepsini indirdik ama saramadık. Hiç kimse güverte üzerinde duramıyordu ki.

Bir gün daha öyle geçti. Fırtına bir an olsun ne hızını kesti ne de tavrını değiştirdi. Dalgaların yüksekliği daha da arttı. Hele askerler pek perişandı. Kusmaları doğaldı. Zaten denize alışık değildiler; diyecek bir şey yok. Tayfa bile kendini tutamıyordu.

Okyanusa teslim olmuştuk.

Nene gerek senin kestirmeden gitmeye kalkışmak!

Carlo haklıydı. Okyanus, bildiğimiz denizlerden değildi.

Bir inip bir çıkarak, durmadan sürükleniyorduk ama nereye?

Okyanusun batısında bir yerdeydik.

Eğer orası bir yer ise!... Öyle bir yer varsa!

Daha da gidiyorduk. Götürülüyorduk.

Yaşadığımız dehşeti acaba hangi sözcükleri kullanarak, nasıl anlatmalı, bilemiyorum.

Korkunç mu desem?

Değil... Korkunç durumlarla karşılaştığım çok olmuştur. Bu farklı bir şey. Korkunç olandan korkarsın. Oysa korku dediğin, bu duyguyu anlatabilmek için pek yetersiz kalıyor.

Bilir misin, ben pek dua etmem... İşte o sırada dua ettim Tanrı’ya, bizi orada şu kahrolası okyanusun dibine kadar hemen gömüversin de bu dehşetten kurtulalım diye.

Dinlemedi. Belki duymadı. Belki duydu ama çok günahım olduğu için aldırmadı.»

* * * * * *



Ansızın bir tayfa seslenmez mi “Kara göründü.” diye!

“Ne diyor bu yahu? Herhalde çıldırdı. Hayal görüyor.” diye düşündüm. Delirmemek elde değil çünkü. Ne karasından söz ediyordu? Orada kara falan olamazdı ama insan umudunu yitirmek istemiyor. Sağıma soluma baktım. Yok!

Güneşi göremiyorduk elbette ama akşam olduğu belliydi. Hava kararmak üzereydi. Kuzeydeki gibi hep aydınlık değildi artık. Demek ki hayli güneye inmiştik. Belki de bulunduğumuz yerde bildiğimiz ölçüler geçerli değildi.

Adamın çıldırmadığını, doğru söylediğini anladığım zaman, asıl ben aklımı kaçıracaktım. Kara batıdaymış meğer.

Kafamın içinde şöyle düşünceler akıyordu: “Nasıl olur?... Aman tanrım!... Nereye geldik biz?... Batıda sadece okyanus olmalı. Başka hiçbir şey olamaz. Olmamalı.”

Tayfa müjde verirken, gördüğü yerin ne yönde olduğunun farkında değildi. Zaten batı olsa ona ne? Onun için en önemli şey karayı görmüş olmaktı.

“Madem kara batıda, okyanusun ortasında bir adaya denk düşmüş olsak gerek.” diye düşündüm. Daha önce kara görünce hiç bu kadar sevinmemiş olduğumu fark ettiğimde, bir de utanç dalgası sardı yüreğimi.

Sakın karayı gördük diye hemen çıkıverdiğimizi sanma... Bir kere henüz çok uzaktaydı. Oraya doğru nasıl gideceğimizi bilemiyordum ama zaten dalgalar ve fırtına bizi o yana itiyordu. Fakat öyle, kendi haline bırakamazdık. Elverişli bir yer bulup, yanaşmalıydık. Peki o nasıl olacaktı? Tek yanıtı var: Olamazdı.

Çok geçmeden hava karardı. Fenerler çoktan beri su altında kalmış, yanmıyordu. Zifiri karanlığa gömülmüştük. Bu durum önce de öyleydi ama o zaman umudumuz yoktu. Şimdi ise bir umut ışığı parlamış ama parlar parlamaz da sönmüştü.

İçim götürmüyordu ama anlaşılan artık bu koca gemiyi terk etmeliydik. “Filikaları hazırlayın.” diye bağırdım. Tayfa beni duydu mu, duymadı mı bilmiyorum. El yordamıyla köprüden inmeye çalışırken, bir gümleme oldu; sonra bir cayırtı koptu; ardından şiddetli bir su fışırtısı duyuldu. Ya bir yere çarpmıştık ya da bir şey bize vurmuştu.

“Bir yere çarpmışsak karaya çok yakınız demektir. Peki bize bir şey vurmuşsa, o ne olabilir?... Bir ejderha.”

Artık aklımın başımda olmasına olanak mı var?

Buna karşın, “Herkes canını kurtarsın.” diye bağırdığımı da anımsıyorum. Zaten o anda kendimi denizde buldum.

* * * * * *

Sabah olmak üzereydi.

Benden önce ya da sonra yakınıma çıkanlar da olmuş. Sekiz kişiydik. Diğerlerinin de kurtulup kurtulmadığını bilmiyorduk.

Hava bulutluydu. Bir süre sonra ortalık aydınlandı. Rüzgâr tümüyle dinmemişti ama bundan sonrası vızıltı sayılırdı.

Önce aç olduğumuzun farkına vardık. Kaç gündür hiçbir şey yememiştik. Öyle diyorsam da bakma, aslında kaç gün olduğunu bilmiyordum. Diğerlerine “Fırtına başladığından beri kaç gün geçti?” diye sordum. Onlar da farkında değildi.

Bu koşullar altında kafan çalışmaya başlayınca, açlığını bir yana bırakıp ne denli susamış olman gerektiğini düşünüyorsun. Açlıkla baş edilebilir ama susuzluk çekilmez. Şimdi ilk işimiz, içecek su bulmak olmalıydı.

* * * * * *

Şimdi kurtulan on sekiz kişiydi. Bir o kadar daha olmalıydı. Kuzeyde biraz daha dolandık. Kimseyi bulamadık. Kuzeyden umudu kesince, bu kez güneye doğru yürüdük. O yanda ise bizi bir sürpriz bekliyordu. Aslında beklenmedik bir durum değildi. Kıyıya vurmuş cesetlerle karşılaştık.

İlk görünüşte öyleydi ama bedenleri teker teker yoklayınca, kimilerinin henüz ölmediğini anladık. Onları bir an önce bizim oraya taşımalıydık. Ölüleri soyup, üstlerindekileri aldık çünkü bunlara ihtiyacımız vardı. Gömmeyi sonraya bırakıp, önce ağaç dallarından sedyeler yaptık. Bunları pantolon kayışları ile art arda bağladık ve sürükleyerek kampımıza götürdük. Ne yazık ki biri kurtulamadı; daha yoldayken öldü.

Diğerlerini de günlerce aradık. Boşuna.

Güneydeki bir kumsalda tahta parçalarına rastladık. Bunlar parçalanmış bir filikadan kopmaydı. Demek ki filikalardan birini indirebilen olmuş ama kıyıya sağ salim varamamışlardı. Başka bir yere gitmiş de olamazlardı. Umutlarımız tükendi.

Sekiz askerin tümü ile tayfalardan yedisini yitirmiş olduk. Bu badireden kurtulan topu topu 25 kişiydi.

Ona da şükür!

Ne yazık ki sonra beş kişi daha öldü. İlk günlerde tayfadan biri bunalım geçirip, kendini pantolon kayışıyla bir ağaca astı. Dördü ilk kış hastalanıp öldü. İşte o ilk yılı atlatabilenler, ondan sonrasını da kurtardı.

Elimizde dört hançer ile pantolon kayışları ve birkaç tahta parçasından başka işe yarayabilecek hiçbir şey yoktu. Yakında herhangi bir yerleşim emaresi görünmüyordu. Belki içerilerde vardı. Onu da araştıracaktık elbette ama önce kendimize yaşam güvencesi sağlamalıydık.»

Nicolo yine birkaç dakika durunca, Henry onun ara verip dinlenmek istediğini düşündü. «Dilersen sonrası yarına kalsın.» dedi. Nicolo «İyi olur.» anlamında başını salladı. Anlatırken, o serüveni bir kez daha yaşar gibi olmuş, yorulmuştu.

Henry, «Bugün için sadece merak ettiğim bir şeyi hemen sormak istiyorum.» dedi. «Belki bunu çok daha sonra anladınız ama hesapça nereye çıkmış oldunuz?»

Nicolo gülmekten kendini alamadı.

«Dedim ya!... Drageo.»



Sonrası “Drageo’dan kurtuluş” başlıklı bölümde…



« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 02:50:09 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
2 Yanıt
4977 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 12, 2010, 10:14:29 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3422 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2010, 08:33:52 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
4041 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 04, 2011, 04:01:14 ös
Gönderen: Mustafa Kemal
0 Yanıt
3426 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 15, 2010, 02:13:53 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3273 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 18, 2010, 08:16:10 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
3351 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 13, 2014, 10:33:13 ös
Gönderen: Alşah
2 Yanıt
4775 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 11, 2011, 05:54:33 ös
Gönderen: Mustafa Kemal
0 Yanıt
2954 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 23, 2010, 02:22:06 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3113 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 25, 2010, 10:27:27 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
12594 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 14, 2014, 12:22:15 öö
Gönderen: NOSAM33