Mustafa Kemal Atatürk'ün Din ve Tanrı hakkindaki görüşleri baktığımız kaynağa göre çeşitlilik göstermektedir.
İslam’a yakın kaynaklar, Atatürk’ün İslam ve Peygamber’le ilgili söylediği olumlu şeyleri öne sürerken, bazı başka kaynaklarda da tam tersi demeçler karşımıza çıkıyor.
Atatürk'ün dine bakışı
Peki, nasıl oluyor da, bir kişinin aynı konu hakkındaki görüşleri, farklı kaynaklara göre farklılık gösterebiliyor?
Bunun olabilmesi için bir kaç senaryo mevcut.
1. Atatürk, din ve tanrı ile ilgili fikirlerini bir noktadan sonra değiştirdi.
2. Atatürk, durumun gerektirdiği gibi davrandı, ve yeri gelince dini korudu, yeri gelince de aksi yönde görüş belirtti.
3. Atatürk, kendisine atfedilen şeyleri o şekilde/anlamda söylemedi, sonradan söyledikleri sansürlendi/çarpıtıldı.
İlk iki senaryo, olasılık dahilindedir. Atatürk, hayatının Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar olan kısmını önce okulda, sonra da cepheden cepheye koşturarak geçirmişti, ve Cumhurbaşkanı olduktan sonraki boş vakitlerinde, konuyla ilgili araştırmalar yapıp, fikirlerini değiştirmiş olabilir. Ya da, konuyla ilgili düşünceleri gençliğinden beri aynı iken, içinde bulunduğu durumu zorlaştırmamak için ya da alabileceği her desteği almak için nabza göre şerbet vermeyi, ya da teşbihte hata olmaz, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demeyi de uygun bulmuş olabilir.
3. senaryo, tamamen gerçektir. İleride göreceğimiz gibi, Atatürk’ün bizzat kendi el yazmalarından ve diktelerinden oluşturulan bazı kaynaklarda ileriki yıllarda sansüre gidilmiştir.
İslam'la ilgili olumlu görüşleri
Bizim dinimiz, en mâkul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dinî emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir.
1923 (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s. 90)
Müslümanlık, aslında en geniş mânasıyla müsamahalı ve çağdaş bir dindir.
(Atatürk’ten B.H., s. 70)
Kendisine, 1923 yılında armağan olarak küçük boyda bir Kuran gönderilmesi üzerine teşekkürü:
Bence kıymetini takdire imkân olmayan bu hediyeyi, en derin ve hürmetkâr din duygularımla muhafaza edeceğim.
1923 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 480-481)
Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 128)
Allahın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan ziyade çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın icaplarına göre ilim ve fen ve her türlü medeniyet buluşlarından azamî derecede istifade etmek zorunludur. Hepimiz itirafa mecburuz ki, bu husustaki hatalarımız çok büyüktür.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 92)
Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 92)
Bakınız, bunların hepsinin tarihi 1923. Biraz daha yakın bir tarih verebilmek amacıyla:
Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.
1930 (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955 s. 116)
Din vardır ve lâzımdır.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13. 7. 1949)
Din, bir vicdan meselesidir.Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir, hürdür. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz, din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kaste ve fiile dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13.7.1949)
Hz. Muhammed’i, yüksek kişiliğine yaraşır şekilde belirtemeyen bir eser hakkında söylemiştir:
Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi’nde en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir? Tarih, gerçekleri değiştiren bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Muhammed, bu harp sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.
1930 Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt : 9, Sayı: 100, 1945, s. 3)
Tüm bu demeçler, Atatürk’ün inancı tam bir Müslüman olduğuna delil olarak kabul edilebilecek şeyler.
Ancak, daha ileri tarihlerde yazılan başka kaynaklardan özellikle ikisi, doğrudan Atatürk’ün el yazılarından ve Afet İnan’a dikte ettirdiği yazılardan derlenen lise okul kitaplarından alınması açısından önemlidir, ve yukarıda saydığım örnek demeçlere 180 derece ters düşecek yargılarda bulunmaktadır.
Hazırlattığı ders kitapları
1931 tarihli Lise 2 Orta Zamanlar ders kitabından bir kaç alıntı:
▪ Taranmış sayfaları da içeren ilgili haber için tıklayın
Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir. Bu esasları ihtiva eden cümlelere ayet, ayetlerden mürekkep parçalara da sure derler. İslam an’anesinde bu ayetlerin Muhammed’e Cebrail adında bir melek vasıtası ile Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur.
Muhammet birdenbire Allah’ın Resulüyüm diye ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur.
Vahiy insanda fikir olarak doğmaz ve bir insan hiç bir şekilde vahiy almaya karar veremez. Bir insanın kendisinde vahiy fikrinin doğması, ancak çevresine böyle bir telkinde bulunarak insanlar üzerinde etki sağlamaya çalışması fikrine kapılması şeklinde açıklanabilir. Burada da Muhammed’in aynı kavram içinde bulunduğu çok açık bir şekilde belirtilmektedir. Tenha yerlere çekilerek, yıllarca tefekkürden kastedilen Hira dağında geçirdiği zamandır.
Vahiy, ilham fikri Muhammetten evvel de Araplarca meçhul değildi. Bütün iptidai kavimler gibi, Araplar da, şairlerin akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı.Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi. Cinler güya, kahinlere gayıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan da herzaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Muhammed dahi cinlerin vücuduna samimi olarak inanmıştır.
Araplar şairleri bir kahin gibi telakki ederlerdi. Muhammed’in Musa, İsa, dinlerine dair öğrendikleri de, kendisinde bu itikadı kuvvetlendirmiştir. Bu peygamberler de melekler vasıtası ile ilham aldıklarını söylemişlerdi.
Muhammet uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri luzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi. Muhammedi harekete getiren ilk amil bu samimi heyecanlar olmuştur.
Alıntıdır....