Ulusalcılığın” temel özelliği, ulusların kendi kaderlerini; bağımsızlıklarını ve egemenliklerini kendi ellerine almasıdır. Türk Ulus devletinin kurucusu “en büyük ulusalcı” Atatürk, bu gerçeği, “Ya istiklal ya ölüm” ve “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” biçiminde formüle etmiş ve uygulamıştır. Bilindiği gibi Türk Kurtuluş Savaşı’yla Atatürk önderliğindeki Türk Ulusu, önce “tam bağımsızlık” için dış güce, Batı emperyalizmine baş kaldırıp savaşarak “ulusal bağımsızlığını” kazanmış; sonra da yine Atatürk’ün önderliğinde iç güce, sultana-halifeye, kişi otoritesine başkaldırarak, cumhuriyeti ilan edip “ulusal egemenliğini” kazanmıştır. Bunun adı Türk Devrimi’dir:Bir devrimcisi vardır. Emperyalist sömürüye karşı “antiemperyalist” bir harekettir. Sultan-halifenin diktasına karşı “demokratik” bir harekettir. Ve her şeyden önemlisi, 600 yıllık “yarı bağımlı” bir “ümmet” imparatorluğundan, “tam bağımsız” bir “ulus devlet” yaratmıştır. Üstelik bu ulus devletin temel hareket biçimi “çağdaşlaşmaktır” ve çağdaşlaşmaya giden yoldaki rehber de “akıl” ve “bilim”dir. Devrimin önderi bu gerçeği, “Akıl ve bilim dışında yol gösterici aramak gaflettir, delalettir, cehalettir” ve “En hakiki mürşit ilimdir” sözleriyle işaret etmiş, dahası bu doğrultuda birçok adım atmıştır: Bilim üretmesi için üniversite ve modern okullar açmış, kız çocuklar dahil tüm gençler için eğitim seferberliği başlatmış, tekke ve zaviyeler, medreseler gibi köhnemiş, “statükocu kurumları” kapatmış; saltanat ve halifelik gibi dinsel monarşiye götürecek “statükocu” yapılara son vermiş, çağdaş uygarlıkla daha çabuk diyalog kurmak ve okuma-yazma oranını arttırmak için “statükocularca“, “dinin gereğidir” zannedilerek kutsallaştırılmış olan Arap harflerine son vererek, neredeyse tüm Avrupa’nın kullandığı Latin harflerine geçmiş; “statükocuların” sahip çıktığı eskimiş “şeriat hukuku” yerine “çağdaş Batı hukukunu” kabul etmiş; “statükocuların” itirazlarına rağmen eskimiş, modası geçmiş giyim kuşam yerine çağdaş giyim kuşamı benimsemiş; statükocu Batı’nın itirazlarına karşın sömürü düzenine yol açan kapitülasyonları kaldırarak ekonomik bağımsızlığı sağlamış, fabrikalar ve demiryolları yapmış, üretimi özendirmiş, yerli malına önem vermiş, statükocuların karşı çıkmasına rağmen kadınlara her alanda haklar tanımış; statükocu komutanların başkaldırmasına karşın orduyu siyasetten ayırmış vs. vs….
Böylece Türkiye, İslam dünyasında daha önce görülmemiş bir biçimde bir DEVRİMLE hem “bağımsız”, hem de “çağdaş” olmayı başarmıştır. Hem de Müslümanlığını korumuştur; Genç Türkiye Cumhuriyeti, “statükocu”, “değişim karşıtı”, “gerici”, “hurafeci”, DİNCİLİKLE mücadele ederken, İslam dininin daha iyi anlaşılması için “dinde öze dönüş projesini” başlatmıştır. Kuran’ın ve ezanın Türkçeleştirilmesi bu projenin en önemli ayaklarından biridir.
50 yıldır süren tüm geri dönüş çabalarına karşın bugün Türkiye İslam dünyasının tek “çağdaş”, “demokratik” ve “bağımsız” ülkesiyse bunu, yüzyılın başındaki ULUSAL DEVRİME borçludur.
Dolayısıyla, kendilerine ATATÜRK’Ü ve TÜRK ULUSAL DEVRİMİ’Nİ referans alan “ulusalcıları” statükocu olarak adlandırmak en basitinden “kara cahilliktir”.
Evet, ulusalcılar bir bakıma statükocudurlar; ama “korudukları” şey, bağımsızlıkları ve çağdaş cumhuriyetleridir. Bunları korumak ise “statükoculuk” değil, “vatanseverliktir”. Yoksa en büyük ulusalcı Atatürk’ün en temel mirası; “akıl ve bilim rehberliğinde sürekli değişimdir”. Nitekim Atatürk ilkelerinden biri de “sürekli değişim” anlamına gelen DEVRİMCİLİK’tir.
1920’lerde ve 1930’larda İslam dünyası, Türk Ulusal Devrimi’nden esinlenerek bazı adımlar atmıştır; ama “emperyalizm” hemen devreye girerek bu adımları atan liderleri, başka bir ifadeyle “Arap-İslam dünyasının potansiyel Atatürk’lerini” daha yolun başında ortadan kaldırmıştır. Afganistan’da Amanuallah Han, İran’da Şah Rıza Pehlevi, Mısır’da Nasır gibi Türk Devrimi’ni ve Atatürk’ü örnek alan liderler, emperyalist destekli darbelerle yıkılmış yerlerine, Batılı emperyalistlerin çıkarlarına hizmet edecek “kukla” diktatörler getirilmiştir. Bu kukla diktatörler, kendileri bir eli yağda bir eli balda yaşarken “DİNLE” ve “BASKIYLA” sıkıştırılan “halk”, her geçen gün çok daha fazla ezilmiştir. Ve sonunda o an gelmiştir: Yıllardır, aç, sefil, perişan biçimde ezilen Arap halkları “bıçak kemiğe” dayanınca ayaklanmışlardır. Yüz yıldan fazla bir süredir Arap-İslam dünyasını sömüren “Batı emperyalizmi” bu süreci önceden tahmin ettiği için, bu halk hareketlerini kendi çıkarları için kullanmanın hesaplarını da çok önceden yapmıştır. Batı emperyalizmi, bir taraftan yeni projelerini (Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi) hayata geçirmek, diğer taraftan, zaman içinde firavunlaşan ve emperyalizmin kontrolünden çıkmaya başlayan Arap diktatörlerini, yeni projelerine uygun yeni aktörlerle değiştirmek için, bu halk hareketlerinden yararlanmayı planlamıştır.
Arap-İslam dünyası, eğer gerçekten DEVRİM yapmak istiyorsa TÜRKİYE’yi örnek almalıdır; ama 50 yıldır “karşı devrimin” pençesinde kıvranan ve “başbakanı” emperyalizmin yeni projelerinin “eş başkanı” olan, dışa bağımlı, “Ilımlı İslam ülkesi” bugünkü AKP TÜRKİYESİ’ni değil; yüzyılın başında, dışarıda “emperyalizme” baş kaldırıp “bağımsızlaşan”, içerde, “sultan-halifeye” başkaldırıp “demokratikleşen” ATATÜRK TÜRKİYESİ’ni örnek almalıdır…
1920’lerde 1930’larda Arap dünyasının “Atatürk Türkiyesi’ni” model almasına izin vermeyen emperyalizm, nedense bugün Arap dünyasının Tayyip Erdoğan Türkiyesi’ni örnek alması için çabalamaktadır.
O zaman demek ki, emperyalizme göre o günkü “bağımsız” ve “çağdaş” Türkiye “kötü örnekken”, bugünkü “bağımlı” “Ilımlı İslam Türkiyesi” iyi örnektir! Emperyalizm açısından bu yaklaşım son derece tutarlıdır; çünkü emperyalizm, tarihin hiçbir döneminde “tam bağımsız” “aklını kullanan” ve “çağdaş” bir İslam ülkesi istememiştir ve istemez. Bu bakımdan emperyalizme göre Atatürk Türkiyesi İslam dünyasına kötü örnektir…
Ama bilindiği gibi Arap diktatörlerin neredeyse tamamı ABD kuklası durumundaki petrol zenginleridir ve “Arap ulusçuluğuyla” falan bir alakaları pek yoktur…
Eğer, Arap-İslam dünyasındaki halk hareketlerinden Türkiye’de “ürkmesi gereken” birileri varsa onlar, iktidardakilerdir; gelir dağılımındaki adaletsizliği önleyemeyen, yolsuzluk yapan, halkı yoksullaştıran, muhalif sesleri susturarak korku imparatorluğu yaratan, yargıyı ve dini siyasallaştıran, halkın yaşam biçimine müdahale etmenin yollarını arayan, bugünün iktidarı AKP ve onu destekleyen “statükocu siyasal İslamcılar” ve “dönme liboşlardır”.......
IŞIK ve SEVGİ ile KALIN.......