Özel olarak toplumların ya da ulusların, genel olarak da insanlığın tarihine şöyle bir göz attığımızda, yakın dönemlere ilişkin bilgilerin hayli ayrıntılı bir kapsamda elde edilebilmiş bulunduğunu, buna karşılık eskiye doğru uzandıkça tarihsel bilgi birikiminin birtakım belirsizliklerle dolu olduğunu görürüz.
Elinize neredeyse tüm insanlık tarihini özet olarak içeren bir kitap alacak olursanız, (öyle bir kitap olsa) bunun yaklaşık üçte birinin binlerce yıl öncesinden 17. yüzyıl başlarına kadar olan geçmişi, üçte ikisinin ise son dört yüzyılı içerdiğini görürsünüz.
Bunun niçin böyle olduğu açıkça belli: Yakın tarihe ilişkin bilgiler hem daha çoktur hem daha güvenilir bir nitelik taşımaktadır. Ancak bunların daha “güvenilir” oluşu, daha yakın tarihe ilişkin bilgilerin “kesinlikle doğru” olduğunu göstermez.
Daha önce de değinmiştim sanırım: Tarihsel bilgilerde bir “kesinsizlik” hep vardır. Çünkü her olayın asıl doğrusu ve temelinde yer alan nedenler sık sık saptırılmıştır. “Gerçek” denilerek ortaya konmuş birçok bilgi, birtakım kişi ya da kurumların -özellikle egemen güçlerin- öyle gösterilmesini istedikleridir.
Bu çok önemli: Egemen güçler, tarihsel bilgilere burunlarını sokmuş, bunları kendi istedikleri gibi değiştirtmişlerdir.
Günümüzde tarihçilerin, çalışmalarında yararlanabildiği birçok kaynakça vardır. Bunlar, bir yandan doğa bilimleri ve teknolojinin, diğer yandan iletişim olanaklarının artışı ile sağlanmıştır. Geçmişin tarihçileri ise gönüllerinde bilimsel yöntem ile çalışmak istemini taşımışlarsa da bunu tam yapamamış, kaynaklarının yetersizliğinden yakınmışlardır. Bu bağlamda en çok hatta çoğu kez sadece tarih yazmanı (vakanüvis) olarak anılan kişilerin günü gününe tutmuş oldukları kayıtlar ile yetinmek zorunda kalmışlardır.
İşte asıl sorun da buradadır. Tarih yazmanları hep bulundukları toplumun o tarihteki egemen güçlerinin yanı başında yer almış, yazdıkları da onlarla bağlantılı bilgilerle sınırlı kalmıştır.
Nitekim bu yüzden tarih kitaplarında öncelikle hatta başlı başına o egemenlerin yapıp etmelerinden, savaşlardan, saraylardaki yaşamdan söz edildiği ve bunun gibi bilgiler verildiği görülür. O toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan geniş halk kitlelerinin yaşamı hakkında öğrenilebilmiş olanlar, bilinmesi gerekenlere oranla pek azdır. Toplumlardan ancak daha yakın tarihli anlatımlarda söz edilir.
İş bu kadarla da kalmaz.
Şu tarih yazmanlarıyla bağlantılı olarak birbiri ardınca birkaç soru sıralayalım:
- Bu kişilerin tutmuş olduğu kayıtlara acaba ne denli güvenilebilir?
- Yazdıkları “kesinlikle doğru” mudur?
- Görüp yaşadıklarını, hiçbir etki altında kalmadan, tümüyle objektif bir tutumla, olduğu gibi yazdıkları söylenebilir mi?
- Aslında başka bir yerden duyup da “doğru” olarak kabul ettikleri bilgileri sanki doğrudan görmüş ve yaşamış gibi aktarmaları söz konusu olmamış mıdır?
- Kendi kafalarından uydurmuş oldukları hiçbir şey yok mudur?
- Hiçbir baskı ya da yöneltme altında kalmamış oldukları nereden bellidir?
- Birinin yazdığı okunup da, «Hayır! Öyle olmaz. Şöyle yazmalısın.» diye buyruk verilmemiş midir?
- Yazılanları sonradan eline geçirmiş olanlar, bunları beğenmedikleri ya da kendi işlerine gelmediği için ortadan kaldırtıp, yerine kendi uygun gördüklerinin konmasını sağlamamış mıdır?
Bu soruların yanıtlarını alın. Sonra tarih kitaplarında yazılı olanlara ne kadar güvenebileceğinizi düşünün.
Hiç güvenmezlik etmeyin ama yazılı olanlarda çok yanlışlar bulunabileceğini de unutmayın.