Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: İsrail'in Kürt Kartı (Hıttin Korkusu)  (Okunma sayısı 12005 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Temmuz 11, 2007, 01:31:27 öö
  • Ziyaretçi

"Eğer bir yerde geleceğe yönelik bir güven yoksa, insanlar geçmişe sıkı sıkıya sarılırlar. Bugün de biz devletimizin kırkıncı yıldönümünü hararetle kutluyoruz, çünkü yetmişinciyi, altmışıncı hatta ellinciyi de kutlayabileceğimizi garantileyecek hiç kimse yok aslında."
— İsrail'in 1988 yılında düzenlenen 40. Yıl törenleri hakkında bir Knesset (parlamento) üyesinin yaptığı yorumdan


Bundan sekiz asır önceydi.

Kral Guy of Lusignan'ın komutasındaki Haçlı ordusu, Taberiye gölüne doğru ilerliyordu. Hava son derece sıcaktı, Filistin'in çölü andırır atmosferi içinde binlerce şövalyenin üzerlerindeki ağır zırhlarla yürümesi oldukça zordu bu yüzden. Güneşin kavurucu sıcaklığı 50-60 kiloyu bulan zırhlarla birleşince yol dayanılmaz bir hal alıyordu. Yanlarında ise çok az su vardı. Bu nedenle, yalnızca bir kaç saatlik bir yol olan Seforia-Taberiye yolu, Haçlı ordusu için bir türlü bitmeyen bir azaba dönüşmüştü.
Aslında bu sıcak yolculuğa çıkıp çıkmamak konusunda epey tartışmışlardı. Taberiye gölünün etrafında, Selahaddin Eyyubi komutasındaki Müslüman ordusunun kendilerini beklediğini biliyorlardı. Çok az suları vardı ve Taberiye'ye, savaş alanına ulaştıklarında suya kavuşup kavuşmayacaklarından emin değildiler. Bu nedenle, Haçlı ordusu içindeki "güvercinler"—örneğin Raymund of Tripoli—Taberiye'ye kadar gidip Selahaddin'le savaşmanın kendileri açısından korkunç bir felaket olacağını öne sürmüşlerdi. Müslüman esirlere yaptığı işkencelerle ünlenen, Müslüman kervanlarını basıp masum hacıları kılıçtan geçiren, hatta bir kaç yıl önce Kabe'yi yıkmak için Mekke'ye ordu yollamış olan Reynauld of Chatillon ise bu fikre şiddetle karşı çıkmış ve "Tanrı'nın düşmanları" olarak tanımladığı Müslümanların bu büyük fırsat kullanılarak yok edilmeleri gerektiğini savunmuştu. Kral Guy da Reynauld'a ve onun gibi düşünen radikallere uymuş ve Ortadoğu, hatta dünya tarihinin en önemli savaşlarından biri olarak anılacak olan çatışmaya doğru yola çıkmıştı.
Haçlı ordusu susuzluktan perişan bir durumda Taberiye gölünün yakınına vardığında korktuğu şeyle karşılaştı. Selahaddin Eyyubi'nin orduları gölün kıyısını tamamen çevirmiş, gölün etrafındaki kuyuları ise kullanılamaz hale getirmişlerdi. Müslüman ordusunu yararak göle ulaşmayı düşündülerse de, vazgeçtiler. Hıttin adlı tepenin eteklerinde kamp kurarak geceyi geçirmeye karar verdiler.
O gece, Ramazan ayının 27. gecesiydi, yani İslam geleneğinde "Kadir gecesi" olduğu tahmin edilen ve "bin aydan hayırlı" olan gece. Gece boyunca Selahaddin'in askerleri Haçlı ordusunun çevresini sessizce kuşattılar. Günün ilk ışıklarıyla birlikte saldırı da başladı. Ve 90 yıl önce Filistin topraklarına büyük bir zaferle girmiş olan Haçlı ordusu aynı derecede büyük bir bozguna uğradı. Haçlı askerlerinin, hatta şövalyelerin önemli bir bölümü göle ulaşmaya çalışırlarken boğazlandı, bir kısmı savaşırken öldü, bir kısmı da teslim oldu.
Yıl 1187'ydi. 1095 yılında Avrupa'dan yola çıkan ve 1099 yılında Kudüs'e ulaşarak buradan Antakya'ya kadar uzanan bir coğrafya üzerinde görkemli bir Haçlı Krallığı kuran Batılı Hıristiyanlar ("Frank"lar), aradan geçen 88 yıldan sonra büyük bir yıkıma uğramışlardı.
Haçlılar 88 yıl önce ilk geldiklerinde Kudüs'ü almayı başarmışlardı, çünkü etraflarında birleşik bir İslam ordusu yoktu. Ortadoğu'daki Müslüman emirlikleri birbirleri ile çekişmekten, Haçlılara karşı direnmeye zaman bulamamışlardı. Ancak Haçlıların acımasızca döktükleri Müslüman kanları ümmetin dört bir yanında tepki uyandırmış ve bunun sonucunda da birleşik bir "cihad" ilan edilmişti. Önce Şam Emiri Mahmud Nureddin sonra da onun halefi Selahaddin tarafından önderlik edilen "cihad", tüm Müslümanları tek bir kutsal hedef için birleştirmiş ve "Hıttin Zaferi" kazanılmıştı.
Hıttin'in ardından hiç bir ciddi askeri gücü kalmayan Haçlı Krallığı'nın büyük bölümü Selahaddin Eyyubi tarafından ele geçirildi. En önemli hedef, kuşkusuz Kudüs'tü. Selahaddin Eyyubi, hiç kan dökmeden, 2 Ekim 1187 günü ordusuyla birlikte Kudüs'e girdi. O gün, aynı zamanda, Hz. Muhammed'in Mekke'den Kudüs'e mucizevi bir biçimde götürüldüğü "Mirac" gecesinin de yıl dönümüydü. Şehirdeki Hıristiyanlar, 1099'daki Haçlıların yaptıkları gibi, Selahaddin'in de kendilerini topluca katledeceğinden korkuyorlardı, ama öyle olmadı.------- Tek bir Hıristiyan bile öldürülmedi. Hatta Franklar hariç, Doğu ve Grek Hıristiyanlarının şehre yerleşip ibadetlerine devam etmelerine izin verildi. Ancak Kudüs, ait olduğu yere, yani İslam'a döndürüldü: İlk iş olarak, Kubbet-üs Sahra'nın üzerine oturtulmuş olan büyük haç yerinden indirildi ve 88 yıllık bir aradan sonra kutsal şehirde ilk kez ezan okundu.
Kudüs, bu tarihten sonra 8 asır daha Müslümanların egemenliğinde yaşayacaktı.
Haçlılar, Selahaddin Eyyubi'nin zaferinden sonra Filistin'den tamamen yok olmadılar. Hıttin'den kurtulan şövalyeler önce Sur kentinde toplandılar, sonra Akra kalesini ele geçirdiler ve Haçlı Krallığı, bir daha hiç bir zaman Kudüs'ü alamasa da, bir yüzyıl daha Akra'da ve çevresinde yaşadı. Ancak bu umutsuz inat, 1291 yılında tamamen kırılacak ve tüm Haçlılar, bu kez genç Memluk emiri el-Eşraf Halil tarafından, denize döküleceklerdi. Arap tarihçi Ebu el-Fida, şöyle yazıyordu:
Bu fetihle birlikte, şimdi tüm Filistin Müslümanların oldu. Bu, bir zamanlar kimsenin beklemediği, hatta hayal bile edemediği bir sonuçtu. Şimdi tüm Suriye ve tüm kıyı bölgeleri, bir zamanlar Mısır'ı ve Şam'ı bile ele geçirmeyi düşünen Frank'lardan tamamen temizlendi. Allah'a şükürler olsun.
1291'deki bu "denize dökülme" vakasından sonra, 20. yüzyıla dek bir daha hiç bir Batılı güç—Napoleon'un 1800'lerin başındaki başarısız seferi hariç—Ortadoğu'ya girmeye cesaret edemedi. Tam anlamıyla bir "Müslüman denizi" olan Ortadoğu, içine yabancı ve en önemlisi düşman bir unsurun girmesine izin vermemişti. Büyük bir askeri ve finansal güce dayanarak Filistin'i ele geçiren Haçlılar, içine girdikleri "bünye" tarafından reddedilmiş, dışarı atılmışlardı. Bu, Hıristiyanlar için iyi bir ders olmuştu; bir daha o homojen bünyenin içine girmeye çalışmadılar.
Ancak 1291'deki "denize dökülme"den tam 6 asır sonra bu kez bir başka dinin mensupları aynı şeyi denemeye karar verdiler. Filistin'e "dışardan" girip orada bir devlet kurmayı hedeflediler. Bu proje, onların dini ve ulusal kültürlerinde yüzyıllardır varlığını koruyan bir rüyaydı aslında. Ama bu rüyayı gerçeğe dönüştürebilecek bir siyasi güce ve zihinsel formasyona yeni kavuşmuşlardı. Hıttin'deki bozgundan sonra geçen yüzyılların ardından, Kudüs'ü müslümanların elinden almak için yeni bir sefer başlatmaya karar vermişlerdi.
Bu kez sefer, Yahudiler'in seferiydi.

(Devamı gelecek)


Temmuz 11, 2007, 01:36:37 öö
Yanıtla #1
  • Ziyaretçi

İsrail Devleti, kurulduğu günden itibaren Filistin'deki varlığını sağlamlaştırmaya yönelik bir siyaset izledi. Üzerinde en çok durulan hedef, ülkedeki Yahudi nüfusunun artırılmasıydı. Bu amaçla, diaspora Yahudiler'ini Filistin'e taşımak için yüzyılın başından beri yürütülen transfer işlemlerine hız verildi. Nazi toplama kamplarındaki, Avrupa'daki, Kıbrıs'taki İngiliz "bekleme kampı"ndaki ve İslam dünyasının farklı yörelerindeki Yahudi toplulukları büyük bir kampanya dahilinde Filistin'e göç ettirildiler. 5 Temmuz 1950'de Knesset (İsrail Parlamentosu) tarafından çıkarılan Geri Dönüş Kanunu ile, "dünya üzerindeki her Yahudi'nin bir oleh (göçmen) olarak İsrail'e yerleşmeye hakkı vardır" hükmü kabul edildi.
İsrail, aynı Haçlıların 9 asır önce yaptıkları gibi, Ortadoğu'daki varlığını sağlamlaştırmak için Filistin'e dışarıdan kendi halkını getiriyordu. Haçlılar, Kudüs'e gelirken yalnızca bir ordu olarak değil, aynı zamanda bir halk olarak gelmişlerdi. (I. Haçlı Seferi'nde, profesyonel askerlerin yanısıra, çok sayıda sivil insan da yollara dökülmüştü). Kudüs'ü aldıktan sonra da Avrupa'nın dört bir yanından Filistin'e "hacılar" götürülmüş, bunların bazıları da bu kutsal topraklara yerleşmeye karar vermişlerdi.
Yahudi Devleti, Haçlıların yolunu izliyordu. Zaten Ortadoğu gibi homojen bir coğrafyaya dışardan zorla girip, sonra da orada kalabilmek için izlenebilecek tek bir yol vardı. İsrail, aynı yol üzerinde ikinci denemeyi yapıyordu.
Yahudi Devleti ile Haçlı Krallığı arasındaki önemli bir benzerlik de, uyguladıkları terör ve hatta "vahşet"ti. Haçlılar, Ortadoğu'ya öldürerek girmişler, öldürerek ilerlemişler ve Kudüs'ü de içindeki Müslümanları toplu katliamlardan geçirerek almışlardı. Antakya Kalesi'nde ve Kudüs'te sivillere karşı uyguladıkları vahşet, Batılı kaynakların da onayıyla, tarihin gördüğü en büyük kıyımlardandı.
Vahşet, Haçlıların gözünde "stratejik" bir gereklilikti aslında. I., II. ve III. Haçlı Seferleri sırasında korkunç sivil kıyımları gerçekleştiren Franklar, sayıca kendilerinden çok olan Müslümanların arasında korku ve ümitsizlik yaymak ve bu psikolojik avantajı askeri alanda kullanmak istiyorlardı. İngiliz tarihçi Karen Armstrong'a göre, Haçlı terörünün—örneğin III. Haçlı Seferi sırasında 1191'de Richard the Lionheart'ın Akra Kalesi içindeki 3 bin Müslüman'ı kadın-çocuk ayrımı yapmadan boğazlamasının—pragmatik amacı, hem asker hem de sivil Müslümanlar arasında korku ve panik yaratmaktı.
Aynı strateji, yeni "Haçlı Krallığı"nın sahibi olan İsrailliler tarafından da izlendi. 1948 Savaşı sırasında ve sonrasında, İsrailliler Arap nüfusa karşı bilinçli bir terör uyguladılar. Amaç, büyük bir korku ve panik yaratarak Araplar'ı evlerini terk edip göç etmeye zorlamaktı. Kullanılan yöntemler de yeterince "korkutucu"ydu doğrusu. İsrail terörünün sıradan bir örneği, bir görgü şahidi tarafından daha sonraları şöyle anlatılacaktı:
...80-100 kadar erkek, kadın ve çocuk öldürülmüştü. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kişinin canına kıyıldı. Köylerde erkek ve kadınlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatıldılar. Sonra da sabotajcılar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istediği bir evin içine 2 kadın kapatmasını söyledi. Bu arada bir asker, öldürmeden önce bir Arap kadının ırzına geçtiğini anlattı. Yeni doğmuş bir çocuğu olan Arap kadınına birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadın ve çocuk öldürüldü. 'Harika bir adam' diye nitelenen iyi yetiştirilmiş, iyi bir eğitim görmüş kumandanlar, aşağılık katiller haline gelmişti. Hem de gelişen korkunç olayların içinde ister istemez bu duruma düşmüş değillerdi. Aksine soykırımı ve yoketme metodlarını bilinçlice kullanıyorlardı. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalırsa, o kadar iyiydi.
İsrail'in Davar gazetesinde yayınlanan üstteki satırlar, 1948'de Dueima adlı Filistin köyünün ele geçirilmesi sırasında yapılanlara tanıklık eden İsrailli bir askerin katliam hatıralarıydı.


Temmuz 12, 2007, 10:42:18 ös
Yanıtla #2
  • Ziyaretçi

Çok güzel bir kitaptır ama yanılmıyorsam piyasada bulunamıyor,okumak isteyen arkadaşlara interneti öneririm


Temmuz 12, 2007, 10:47:54 ös
Yanıtla #3
  • Ziyaretçi

Radikalizasyon ve Savaş  Hıttin Korkusu devam ediyor

Arap rejimlerinin 1948 Savaşı'nı kaybetmeleri ve İsrail'in uyguladığı "etnik temizlik" harekatına seyirci kalmaları, Arap dünyasında çok ciddi siyasi tepkiler doğurdu. 1950'lere dek, Ortadoğu'da İngiltere ya da Fransa tarafından sömürgecilik döneminde yaratılmış olan monarşiler vardı. Bu monarşilerin hemen hepsi, Batı'yla iyi ilişkiler içinde olan muhafazakar krallar tarafından yönetiliyordu. Ancak İsrail karşısında gösterilen sözkonusu zaafiyet, Arap toplumu içinde kralların güvenilirliğini ciddi bir biçimde sarstı. Bunun sonucunda da Arap dünyası, 1950'lerin başından itibaren, İsrail'e ve onun en büyük destekçisi olan Batı'ya karşı sert bir söylem geliştiren radikal milliyetçi akımların gelişimine şahit oldu.
Bu radikalizasyon dalgası bir domino etkisi içinde tüm Ortadoğu'yu sardı. 1950 yılında, Ürdün Kralı Abdullah ibn-i Hüseyin bir suikaste kurban gitti. Asıl büyük devrim ise iki yıl sonra Mısır'dan geldi: İngiltere tarafından tahta oturtulmuş olan ve hala "İngilizler'in adamı" sıfatını koruyan Kral Faruk, ordu içindeki milliyetçi ve "anti-emperyalist" bir cunta tarafından devrildi. İlerleyen yıllarda, önce Suriye, sonra da Irak'ta, mevcut krallıklar devrildi ve yönetim, solcu/milliyetçi bir ideolojiyi benimseyen "Baas" (Yeniden Doğuş) hareketinin eline geçti. Mısır'da iktidarı ele geçiren Cemal Abdünnasır "Arap sosyalizmi" ve "anti-emperyalizm"e dayalı yeni bir söylemle tüm Arap dünyasını sarstı. Hatta Suriye ile Mısır arasında siyasi bir birlik sağlanarak "Birleşik Arap Cumhuriyeti" kuruldu.
Nasır'ın yolunu izleyen Arap dünyası, İsrail'in mutlaka "denize dökülmesini" ve böylece işgal etmiş olduğu Arap topraklarının "kurtarılmasını" hedefliyordu. Bunun için de, İsrail'in en büyük destekçileri olan "Batılı emperyalistler"den (önceleri Fransa ve İngiltere'den, 1956'dan sonra ise ABD'den) tamamen uzaklaşmaya karar verdiler. Giderek Sovyetler Birliği'yle, onun müttefikleriyle ("İkinci Dünya"ya) ve bağımsızlıklarını yeni kazanmaya başlayan Üçüncü Dünya ülkeleriyle ittifaklar kurmaya başladılar. Nasır, Tito ve  Nehru ile birlikte, NATO'ya ya da Varşova Paktı'na bağlı olmayan ülkeleri biraraya getiren Bağlantısızlar hareketinin liderliğini üstlendi. Tüm amaç, İsrail'e ve onun arkasındaki Batı'ya karşı güçlü bir Arap-Üçüncü Dünya cephesi oluşturabilmekti.
Tüm bu durum, elbette İsrailliler'e büyük bir tehdidin varlığını haber veriyordu. Yahudi Devleti, işgal edip etnik yönden "temiz" hale getirdiği Arap toprakları üzerinde rahat bırakılmayacaktı. İsrail, bir "Hıttin Korkusu"na kapılmakta haksız değildi.
Nitekim 1950'lerde başlayan radikalizasyon dalgası, İsrail'le silahlı bir çatışmaya girmekte gecikmedi. İlk olarak İsrail'e karşı gerilla hareketleri başladı. 1951 ile 1956 yılları arasında, İsrailliler'in verdiği rakamlara göre, Yahudi Devleti sınırlarına yönelik 3000 silahlı çatışma ve 6000 sabotaj girişimi gerçekleşti.  İlk büyük karşılaşma ise, Nasır'ın Süveyş Kanalı'nı millileştirdiğini açıklaması üzerine 1956 yılında yaşandı. Nasır'ın bu hareketi, İsrail için olduğu kadar Ortadoğu'ya sömürge coğrafyası olarak bakmakta ısrar eden Fransa ve İngiltere için de bir tehdit sayılırdı. Bu nedenle bu üç ülke, Süveyş'i işgal etmek için anlaştılar. İsrail ordusu, 26 Temmuz günü Sina Yarımadası'na girerek Süveyş'e kadar ilerledi, Fransız ve İngiliz paraşütçüleri ise doğrudan Kanal bölgesine indiler. Fakat ABD, kendi inisiyatifi dışında gelişen bu harekatı onaylamayınca, İsrail-Fransa-İngiltere ittifakı Süveyş'ten geri çekilmek durumunda kaldı. (Bu savaş, Ortadoğu'daki Fransız ve İngiliz etkisinin kesin olarak sona ermesinin ve ABD'nin bölgeye ağırlığını koyuşunun da miladıydı).
Nasır, Süveyş Savaşı'ndan güçlenmiş olarak çıktı. İlerleyen yıllarda ise Suriye ile ittifak halinde askeri gücünü genişletmeye ve İsrail'e karşı büyük bir saldırı için fırsat kollamaya başladı. Nasır'ın bu yükselişi, İsrail tarafındaki "Hıttin Korkusu"nu daha da güçlendiriyordu. İsrailli politikacı ve yazar Amnon Rubinstein'a göre, 60'lı yıllar, Altı Gün Savaşı'na dek, İsrail toplumu açısından bir "ulusal sinir bozukluğu" dönemiydi. Nasır'ın Süveyş Kanalını İsrail'e serbest dolaşım hakkı sağlayan uluslararası anlaşmaları hiçe sayarak millileştirmesi ve uluslararası topluluğun da buna karşı hiç bir ses çıkarmaması, İsrailliler'in gözünde tüm dünya tarafından "satıldıklarının" ve ciddi bir tehlike ile yüzyüze olduklarının göstergesiydi.  İsrail'in o dönemdeki Dışişleri Bakanı Abba Eban, bir keresinde bu psikolojiyi şöyle özetlemişti: "Etrafımıza baktığımızda dünyayı iki parçaya ayrılmış olarak görüyorduk; bizi yok etmek isteyenler ve bizim yok edilmemizi engellemek için hiç bir şey yapmayacak olanlar." 

« Son Düzenleme: Temmuz 12, 2007, 10:50:10 ös Gönderen: LuckyEye »


Temmuz 12, 2007, 10:50:38 ös
Yanıtla #4
  • Ziyaretçi

Çok güzel bir kitaptır ama yanılmıyorsam piyasada bulunamıyor,okumak isteyen arkadaşlara interneti öneririm

Benimde eklentilerim var isteyen olursa e-kitap şeklinde gönderebilirim.


Temmuz 13, 2007, 03:59:02 öö
Yanıtla #5
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

İsrail bütün kürtlere kart vermemiştir.sadece kürtlerin bölgesinde yaşıyan günlük hayatta kürtçe konuşan ibranilere vermiştir.


Temmuz 13, 2007, 04:01:08 öö
Yanıtla #6
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 920
  • Cinsiyet: Bay

İsrail bütün kürtlere kart vermemiştir.sadece kürtlerin bölgesinde yaşıyan günlük hayatta kürtçe konuşan ibranilere vermiştir.
Tamamen katılıorum ve arkanda duruyorum Shemuel....
Taslar yerine oturabilecek mi ? İnşaasına basladıgımız yapı nasıl olur da yarım kalır ..


Temmuz 13, 2007, 04:05:36 öö
Yanıtla #7
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

İsrail bütün kürtlere kart vermemiştir.sadece kürtlerin bölgesinde yaşıyan günlük hayatta kürtçe konuşan ibranilere vermiştir.
Tamamen katılıorum ve arkanda duruyorum Shemuel....
Dur sakın bir yere gitme  ;D


Ağustos 13, 2007, 10:17:52 ös
Yanıtla #8
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 654
  • Cinsiyet: Bay

67 ve Sonrası: 'Tüm Dünya Bize Karşı'

İsrail, korktuğu "Hıttin" ile 60'lı yıllarda karşılaşmadı. Aksine, Arap ordu¬larının komutasındaki büyük yanlışlıkların da etkisiyle, 1967 Hazira¬nında çok büyük bir askeri zafer kazandı.
Mısır, Suriye ve Ürdün, aylardır İsrail'e karşı büyük bir saldırı başlatmaya hazırlanıyorlardı ki, İsrail ani bir karşı-saldırı ile 5 Haziran sabahı sa¬vaşı başlattı. Üslerinden havalanıp önce uzun bir süre Akdeniz üzerinde Batı'ya doğru uçan İsrail jetleri, daha sonra ani bir dönüşle Mısır'a yönel¬diler. İsrail'den gelecek bir hava saldırısını kuzeyden değil, doğudan bekle¬mekte olan Mısır "gafil" avlandı ve Nasır'ın anlı-şanlı hava kuvvetlerinin hep¬¬si henüz havalanamadan yerde yok edildi. İsrail ordusu, ilerleyen 5 gün için¬de de kendisine saldırmak için hazır bekleyen Arap ordularını birbiri ar¬dına bozguna uğrattı. Yahudi Devleti, modern tarihte eşine az rastlanır bir as¬keri başarı göstererek, 6 gün içinde topraklarını yaklaşık üç katına çıkar-mıştı. İşgal ettiği topraklar; Batı Şeria ve Gazze'yi yani Filistin'in 1948'deki iş¬gal sırasında "eksik kalan" son iki parçasını, Suriye'ye ait olan Golan Tepe¬leri'ni, ve Mısır'a ait olan koca Sina Yarımadası'nı içeriyordu.
Bu arada, Batı Şeria ile birlikte Doğu Kudüs de Yahudi Devleti tara¬fından işgal edilmişti. Kutsal şehir, 1948 savaşından beri Doğu ve Batı olmak üzere ikiyi bölünmüş durumdaydı. Batı Kudüs, şehrin modern kısmıydı ve İs¬rail'in elindeydi. Antik dini mabedleri içeren Doğu Kudüs, yani bir anlamda "gerçek Kudüs" ise, Arap tarafında kalmıştı. İsrail, 1967 Savaşı ile iş¬te kentin bu Doğu kısmını da ele geçirmiş, Yahudi ulusunun sembolü hali¬ne gelmiş olan Ağlama Duvarı, 19 yüzyıl sonra yeniden Yahudiler'in ege¬men¬liği altına girmişti. Siyonizm'in Haçlı Seferi, gerçek bir zafere işte bu nok¬tada ulaşmış oluyordu aslında.
Altı Gün Savaşı'ndaki bu başarı, İsrail'in üzerindeki "Hıttin Kor-ku¬su"nu biraz hafifletti. Yahudi Devleti, çok büyük—ve hatta bazı hahamlara göre "ilahi"—bir askeri zafer kazanmanın verdiği rahatlıkla, üzerindeki stra¬tejik tehditlere pek fazla aldırmamaya başladı. 67 sonrasındaki dönemde İs¬rail'¬de yaşanan büyük ekonomik gelişme ve artan refah da bu rehaveti güç¬len¬dirdi. Bir tür "zafer sarhoşluğu" yaşanıyordu. Öyle ki, İsrailli generaller, kar¬şılarındaki Arap ordularının kendileri için bundan sonra hiç bir sorun oluş-turmayacağını övüne övüne anlatmaya başladılar. Ariel (Arik) Şaron, 1973'¬de—Yom Kippur Savaşı'ndan aylar önce—verdiği bir demeçte; "İsrail sü¬per bir askeri kuvvettir. Avrupa'nın bütün kuvvetleri biraraya gelse, bize ula¬şamazlar. İsrail bir hafta içinde Hartum'dan Bağdat'a ve Cezayir'e uzanan böl¬geyi ele geçirebilir" diyordu.  Eski Genel Kurmay Başkanı Yigael Yadin ise, "bizim jenerasyonumuzun bir daha 1948 ya da 67'deki gibi büyük bir sa¬vaş yaşayacağını sanmıyorum" demişti. 
Ancak bu madalyonun yalnızca bir yüzüydü. İsrail, belki askeri alan¬da "Hıttin Korkusu"nu hafifletmişti, ancak "kuşatılma" duygusu bu kez po¬litik alanda İsrail'i etkisi altına aldı. 67 Savaşı'ndaki işgal, hiç bir ülke tara¬fın¬dan tanınmadı, aksine başta Üçüncü Dünya ülkeleri olmak üzere çok sayıda dev¬let İsrail'i açıkça kınadılar ve onunla olan diplomatik ilişkilerini kestiler. Bir¬leşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 242 sayılı ünlü kararı ile, İsrail'i işgal et¬tiği topraklardan çekilmeye çağırdı. Dahası, İsrail'in her zaman için dost ola¬rak kabul ettiği Avrupa ülkeleri bile Tel Aviv'e tavır koydular.
En dramatik dönüşü, Fransa lideri Charles de Gaulle yaptı. Fransa, 67 sa¬vaşı öncesinde İsrail'in en yakın askeri müttefiki konumundaydı. İki taraf ara¬sındaki askeri ittifak, nükleer silahlara, Fransa'nın Cezayir'deki kolonyal mü¬cadelesine ve 56'daki Süveyş Savaşı'na kadar uzanıyordu.  Bu yıllarda İs¬rail'i "Fransa'nın dostu ve müttefiki" olarak tanımlayan De Gaulle, Altı Gün Sa¬vaşı ile tüm politikasını ve söylemini değiştirdi. Fransa, sürdürdüğü işgal ne¬deniyle İsrail'i sert biçimde kınadı ve Arap yanlısı bir politika izlemeye baş-ladı. Hatta, De Gaulle, İsrail'in "elitist, kibirli ve hegemonyacı Yahudi ka¬rak¬terine" uygun davrandığını öne süren sert bir demeç verdi.
Tüm bu gelişmeler, İsrail toplumunda dış dünyaya karşı büyük bir tep¬ki ve güvensizlik doğmasına neden oldu. İsrailliler, goyim'in (Yahudi-ol¬mayanlar) asla Yahudiler'e dost olamayacağı şeklindeki eski Yahudi inan¬çlarına geri döndüler. Amnon Rubinstein, bu psikolojinin, o yıllarda İsrail'de çok yaygın olan bir şarkı tarafından özetlendiğine dikkat çekiyor:
Tüm dünya bizim karşımızda
Bu eski bir hikayedir aslında
Bize atalarımız tarafından öğretilen
Ve söylenip birlikte dans edilmesi gereken...
... Eğer tüm dünya bize karşı ise
Hiç umurumuzda değil
Eğer tüm dünya bize karşı ise,
Tüm dünyanın canı cehenneme!...

Bu "tüm dünya"ya, Rubinstein'ın da vurguladığı gibi, bir tek ABD ve bir de Hollanda dahil değildi.  Bunun dışındaki tüm ülkeler, "İsrail'in yok ol¬masını isteyenler ve yok olmasına engel olmayacaklar" sınıfına giriyorlardı. "Kuşatılma" duygusu, global düzeyde kaplıyordu Yahudi Devleti'ni.
"İsrail'in kendinden başka dostu yok", sloganı ile de özetlenen bu sos¬yo-psikoloji, 67'deki büyük askeri zaferin "Hıttin Korkusu"nu yok etmesine engel oldu. İsrail uluslararası alanda bir "parya devlet" haline geldikçe, Yahu¬di toplumunda kuşatılma duygusu ve endişe yayılıyordu. Nitekim, askeri za¬fer de çok geçmeden "güme gitti".
Çilesini çekmediğin dert senin değildir...


Ağustos 13, 2007, 10:24:41 ös
Yanıtla #9
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 654
  • Cinsiyet: Bay

İsrail bütün kürtlere kart vermemiştir.sadece kürtlerin bölgesinde yaşıyan günlük hayatta kürtçe konuşan ibranilere vermiştir.

Sn. Shemuel karrtan kastım başka idi siz ne anladınız bilmiyorum ama benim karttaki kastım bildiğimiz kart değil.
Çilesini çekmediğin dert senin değildir...


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
3 Yanıt
4696 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 08, 2007, 11:31:40 ös
Gönderen: Supeluta
15 Yanıt
9799 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 01, 2012, 09:43:37 öö
Gönderen: CAMPANELLA
1 Yanıt
3686 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 14, 2009, 06:27:06 ös
Gönderen: Lux_e_Tenebris
26 Yanıt
15947 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 06, 2014, 10:51:19 ös
Gönderen: blackfriairs
20 Yanıt
13412 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 01, 2013, 03:25:02 ös
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
4466 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 09, 2011, 10:11:41 ös
Gönderen: Alşah
Illuminati korkusu!

Başlatan baron « 1 2 ... 6 7 » İlluminati

69 Yanıt
62886 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 23, 2014, 12:53:08 ös
Gönderen: davut
4 Yanıt
4300 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 10, 2012, 09:54:26 ös
Gönderen: NOSAM33
10 Yanıt
11761 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 07, 2015, 06:36:45 ös
Gönderen: ADAM
4 Yanıt
2706 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 16, 2015, 03:41:43 ös
Gönderen: BuZ