Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Tanrı "ne"dir.....?  (Okunma sayısı 5590 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 15, 2009, 12:30:48 ös
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


 

   
 



Bütün isimleriyle Ulu Yaradan’ın, ismi ve izniyle,

       

 Hadis-i Şerif: “BEN KULUMUN ZANNI ÜZEREYİM. BENİ NASIL ZANNEDERSE ÖYLE BULUR”

 

        Aslında önce Tanrı var mıdır diye sormak mı lazım? İnsan mı Tanrı’yı yarattı, Tanrı mı insanı? Tek Tanrılı dinlerdeki Tanrı mı aslolan, çok tanrılı panteonların en büyük Tanrıları mı? Yoksa aslında her şey kendi kendine mi yaratıldı ve gelişti? Bu yazıyı okuyanların Tanrı nedir sorusunun yanıtını aradıklarını varsayıp, “Tanrı var mıdır?” sorusunu arayanların başka yazıyı okumaları gerektiğini düşündüğümden, bu sorular burada gereksiz.

        Ama şu soru sorulabilir: Tanrı inancını paylaşanların hepsi aynı Tanrı’ya mı inanıyor? Doğru bir Tanrı tarifi var mı? Ona atfettiğimiz değerler, verdiğimiz isimler, ona karşı duyduğumuz hisler bu kadar çeşitliyken, inananların hepsinin, aynı Tanrı’ya inandığını iddia edebilir miyiz?

        Tek Tanrı’lı dinlerin kabulleriyle, bir büyük yaratıcıya inanmakla birlikte, ona yardımcı tanrı ya da görevliler de olduğunu varsayanlar çok farklı inançlara mı sahipler? Tek Tanrı’lı dinlerin kendi aralarındaki farklılıkları ayrı bir sorun tabii. Bütün bu belirsizlikler hepimizin kafasını karıştırıyor.   

Oysa Tanrı fikri ve inancı çok derinlerinde insanın. En küçük parçası neyse insanın, taa orada. Etrafındaki olaylar, kendi arzularının dışında gelişince, doğaya, ölüme, daha güçlü insanlara yenilince, insan, kendisininkinden daha büyük bir irade aramış.

        Hani meşhur bir hikaye var: “Adam kahveye girmiş. Herkese meydan okuyan bir tavırla “var mı bana yan bakan?” diye sormuş. Arkalardan bir yerden, ilk adamın iki katı boyunda bir adam ayağa kalkmış ve “var” demiş. Bunun üzerine derhal uyum sağlamış birinci adam. “Var mı ağabeyimle ikimize yan bakan?” üslubuna geçmiş.”

        Tanrı’ya bu yönelimle inanan çok insan var. Ne yazık ki var. “Benden daha güçlü bir iradeyi yanıma almalıyım. Birer birer insanlarla ve toplumla ilişkilerimde bana güç verecek bir ağabeyim olsun. Bana bende olmayanları hediye etsin. Sadece beni sevsin, diğer kardeşlerimi değil. İstemediğim her şeyi benden uzak tutsun. Tek işi/meşgalesi ben olayım.” “Rabenna, hep bana”.

        Tanrı’ya o gerçekten var olduğu için değil, ondan beklentileri olduğu için inanıyorlar. Tanrı’ya inanmak işlerine geldiği için. İçten, gerçek ve sevgi dolu bir inanç değil bu. Riyakar, sahte, ve korku dolu bir inanç.

        Bu daha önce defalarca düşünülmüş ve yazılmış bir konu. Tanrı’dan korkmalı mıyız, yoksa onu sevmeli miyiz?

        Esas sorun Tanrı’yı bir baba – ya da ağabey- figürü olarak algılamamız. Bizden ayrı, farklı, güçlü, saygın, otoriter ama sevgi dolu bir baba. Bizim için bazı düşünceleri ve bizden bazı istekleri var. Onlara uyarsak bizi daha çok sevecek. Uymazsak, o zaman sevgiyle cezalandıracak bizi.

        Tıpkı ebeveynlerimizin sevgisini elde edebilmek için nasıl uğraşıyorsak, onların sevgisine layık olmak için, bize verdiklerine şükran ve minnetimizi göstermek için uğraşıyorsak, Tanrı’yla ilişkimizde de öyle olmalı sanıyoruz. Onu seviyoruz. Bizi sevdiğini de umuyoruz. Ama o sevgiyi kaybetmek çok korkunç bir olasılık. Yani hem bize ceza vermesinden korkuyoruz, hem de sevgisini kaybetmekten.

        Bu yüzden acıklı bir yaranma çabası içindeyiz. İçimizden gelerek ve gönüllü yapmıyoruz bizden istediklerini. Aklımıza yatmasa da, hatta düpedüz muhalif de olsak, hem ceza görme, hem de sevgisini kaybetme korkuları yüzünden onun istediklerini yapıyoruz. Bazen de yapmıyoruz, ama vicdanımız hiç de rahat olmadan, günahkârlıktan korkarak.

        Pekiyi, böyle mi olmalı? Asla samimi ve makul olmayan bir teslim oluş, bir rıza hali mi bizden istediği? Buyrukları niye öyle değil o zaman? Niye sürekli düşünmemizi, araştırmamızı, sorgulamamızı istiyor? Neden aklımızı kullanıp ibret almamız için bir çok hikâye anlatıyor?

        Çünkü onun istediği şey gönüllü ve içten bir inanç. Aklın kalbe itirazının kalmamasını istiyor. Riyakâr ve sahtekâr bir evlat istemiyor, onun istediklerini kendi kişisel süzgeçlerinden geçirmiş, olgun, kendi kararlarının sorumluluğunu üstlenen ve canı istediği için babasını dinleyen bir evlat istiyor.

        Genel tanrı inancı ve kabulünde en temel çelişki, onunla kurduğumuz ilişki. Babamıza yaranmak için, kardeşlerimize kötü davranabildiğimiz, sevgi yerine korku bazlı, ve ne yazık ki, bizi de, babamızı da tam mutlu etmeyen bir ilişki.

        Bir diğer önemli konu Tanrı’nın bizden kopuk ve uzak bir mükemmellik merkezi olup olmadığı sorusu. Birçok ruhsal öğretiye göre öyle. “Orada bir tanrı var uzakta. Gitmesek de, görmesek de o tanrı bizim tanrımızdır. Bütün iyilerin kaynağı, güzelliklerin, aklın ve var oluşun merkezidir. Kâinatta hangi koordinatlarda olduğunu bilmesek de, onun somut bir merkezde yer aldığına eminiz.”

       

Pekiyi eğer o bir merkezse, nasıl aynı zamanda hem her şey, hem her yer, hem de hepimiz olabilir ki? Eğer bütün üstün vasıflara sahip ve terk edilmesi gereken zaaflardan korunmuşsa, nasıl katiller, hırsızlar, ya da “kötü” sandığımız herkes onun çocukları ya da bir parçası olabilir?

        Tek tanrılı dinlerin bugünkü yorumları bu konuda çok net değil. Tanrı’yı kendi yardımcılarından biri olan Şeytan’ın seviyesine indirmişler. Tanrı iyi ve Şeytan kötü. İslam’da en büyük günah olan, ve diğer dinlerde de hiç hoş karşılanmayan “şirk”e daha iyi bir örnek yok. Şeytan Tanrı’ya eş koşuluyor. Onu dengeleyebilecek bir zıt kutup olarak sunuluyor. Oysa Şeytan’ın düzeyindekiler diğer melekler olmamalı mı? Kötülüğün temsilcisi olsa bile, hiç Şeytan Tanrı’ya eş-eşit olabilir mi?

        Tanrı her şeye kadir ve her şeyin sahibiyse eğer, o zaman Şeytan da, Şeytan’ın temsilcisi olduğu bütün kötülükler de ona ait değil mi? O zaman, Tanrı sadece “iyi” değil, aynı zamanda “kötü” mü? Tanrı’nın İslam’daki isimlerine bakınca, bazılarının Tanrı’nın celal yüzünü, bazılarının cemal yüzünü işaret ettikleri zaten bilinir. Madem öyle, neden bana her zaman sadece iyiyi, ışığı ve sevgiyi seçmemi söylüyor?

       

İşte burada ilk devrimsel noktaya geliyoruz. Buraya kadar anlatılanlar tarih boyunca kim bilir kaç kez sorgulanmıştır? Ama bundan sonra Tanrı’yla ilgili ve tamamen bana ait,  yeni bir kuram başlıyor.

        Eğer ben Tanrı’nın bir parçasıysam, ben değiştikçe, tekâmül ettikçe, o da değişiyor. O büyük bir sonsuzluk içinde, ben yok sayılabilecek kadar küçüğüm. Ama varım. Ve kendimi değiştirebilmek için, daha “iyi” olabilmek için bu kadar uğraşıyorum. Parçası olduğum bütün değişmeyecek mi o zaman? Tümü değişmese bile, bir bölümü, bir parçası, hatta sadece bir tek “noktası” değişse bile, o artık eski bütün müdür?

        Benim küçük ve cüzi irademle aldığım ve uyguladığım kararlar, külli iradeyi ve “küll”ü, yani bütünü etkilemiyor mu? O zaman düşüncelerim, iradem ve eylemlerimle, Tanrı’yı etkiliyor muyum? Onu değiştiriyor muyum?

        Her dinden ve inançtan muhafazakârlar buna elbette direnecekler. Ama gerçek bu. Her parça bütünün temsilcisidir. Tıpkı Hermes’in öğrettiği gibi, yukarıda ne varsa aşağıda da o var. Ve parça bütüne ait olduğu müddetçe ki bizim durumumuzda aksi pek mümkün görünmüyor, parçadaki değişim, bütünü de değiştirir. Ceza veren baba figürüne uymuyor. Ama mantıklı.

        Her dinden ve inançtan ılımlılar da, “zaten böyle olmalı”, ya da “bu da bir olasılık” diyecekler. Çünkü Tanrı’yla ilgili çok az şey biliyoruz. Bildiklerimizin çoğu, bilgi düzeyi bugünkü uygarlık düzeyimizden çok daha aşağıdaki toplumlara verilen, bu yüzden, dil ve içerik olarak bize bazen tam hitap edemeyen bilgiler. Tevrat ve İncil’in daha sonra bazı din görevlileri tarafından müdahale gördüğü, Kuran’da ise iç içe geçmiş yedi kat bilginin saklı olduğu düşünülürse, aslında tek Tanrı’lı dinlerin bize Tanrı hakkında anlattıkları çok açık değil.

        Pekiyi o zaman nedir Tanrı? Kimdir, nerededir, neden, nasıl, ne zaman?

       

 

        Satranç oyunu aslında her şeyi özetler.

        Büyük bir tahta, tahta üzerinde eşit sayıda siyah ve beyaz kareler, o karelerin üzerinde farklı yolculuklar yapabilen farklı taşlar.

        Tahtada ikilik ve zıtlığın evrende dengede olduğunu, bütün piyonların zaman zaman siyah ya da beyaz karelere basmak zorunda olduğunu görürüz. Tıpkı bazı mabetlerin zeminleri gibi. Beyaz taşlar ve siyah taşlar, ışık ve karanlık gibi birbirlerini yenmeye çalışırlar. Her taş aynı şekilde hareket edemez, özel hareket kabiliyetleri vardır. Bazıları çok kısıtlı ve tek yönlü hareketler yapabilirken, bazıları uzun ve çok yönlü bir şekilde ilerleyebilirler. Amaç karşı tarafın şahını almaktır, oyun ancak öyle son bulur. Herhangi bir taş, yolculuğu bitirip, karşı tarafa kadar gidebilirse, vezirin kapasitesine yükselebilir, ama hiçbir zaman şah olamaz.

        Bizler taşlarız. Her birimizin hayata başladığı pozisyon ve beyazların siyahlara karşı yapacağı mücadelede yapabileceklerimiz farklı. Alabileceğimiz mesafeler farklı. Ama her birimiz vezir olabiliriz. Bu hayatta, bu var oluşumuzda,  beyazların kazanması için mücadele ediyoruz.

        Ama Tanrı beyaz taşların şahı değil.

        O tahta ve piyonların toplamı. Hatta oyunun oynandığı mekân, hatta oyunun oynandığı sonsuzluk.

        Biz Tanrı’yı, sadece aydınlık ve sevginin merkezine koymak gibi bir hata yapıyoruz. Siyah taşlar ve siyah taşların şahını Şeytan, beyazların şahını Tanrı zannediyoruz.

        Bu mümkün mü?

        Her şeyin sahibi olan bir Tanrı, sadece bir tarafa, bizim tarafımıza ait olabilir mi?

        Eğer onu böyle algılıyorsak, adaletsizliğine kızıp ona sitemler ediyoruz. Neden “kötülüklere” izin verdiğini sorguluyor, Şeytan’ı yenemediği için şaşırıyoruz.  Oysa o beyaz değil. Beyaz biziz. O aynı zamanda siyah taşların da Tanrı’sı. Ve herkes ve her şeyin ait olduğu, bir ve bütün olan, eksiksiz ve tamam olan. Ondan ayrı, ondan kopuk bir şey olamaz.

        Ama bize böyle söylenmiyor.

        Doğumdan itibaren ve bazı inançlara göre bıngıldak kapandıktan sonra, Tanrı’dan kopuk olduğumuzu, bizi terk ettiğini ve ona ulaşmak için çok çabalamamız gerektiğini hissediyoruz. Ona ulaşmak için, iyi ve kötü, doğru ve yanlış arasında seçimler yapıp, hep sevginin ve ışığın tarafında olmamız söyleniyor. Onun bizden uzak ve ayrı olduğunu sanıyoruz. Ama değil.

        O hep içimizde ve dışımızdaki her şeyin de ait olduğu bir sonsuzluk. Kötülüğün de, savaşın da, yanlışın da, Şeytan’ında içinde olduğu bir bütünlük. Sadece iyi değil. Sadece ışık değil. Sadece doğru değil.

        Bize bu hayatlarımızda verdiği görev, beyaz olmak. Uğraşacağız. Daha beyaz olmak için. Daha iyi insanlar olmaya doğru yolculuk yapacağız. Önce kendimizi değiştirebilme gücümüzü arttıracağız. Ve dönüşeceğiz. Sonra diğer taşların gücünü arttıracağız ve dönüştüreceğiz.

        Ama siyah taşların da onun ve deneysel oyunun parçaları olduğunu unutmayacağız.

       

 

                 

        Yin ve Yang sembolü bir başka güzel açılım sunuyor bize. Burada da siyah ve beyaz birbirinden düz olmasa da keskin çizgilerle ayrılmış durumda.

        Ama siyahın içinde beyaz ve beyazın içinde siyah noktalar var. Sembol bize diyor ki, ne saf bir siyah var, ne de saf bir beyaz. Hatta siyahın içindeki beyaz noktanın içinde siyah, beyazın içindeki siyah noktanın içinde de beyaz var. Sonsuz bir iç içelik söz konusu.

        Siyahın içindeki beyaz nokta çok önemli. Çünkü zıddımızın içinde de bizden bir parça olduğunu gösteriyor.

        Ama beyazın içindeki siyah nokta çok daha önemli. Eğer bizler satranç tahtasındaki beyaz taşlarsak ve beyazların kazanması için çabalıyorsak, kendi içimizdeki siyahlıklardan da kurtulmalıyız. Kendimizi saflaştırmalıyız.

        İçimizde karanlığa, korkuya, kötülüğe dair ne varsa onlardan arınmalıyız. Bunun için hangi yoldan gidersek gidelim, o yolda hangi hızla ilerlersek ilerleyelim, uygun. Yeter ki gözümüzü hedeften ayırmayalım.



        Şimdi yazının başına dönelim. Eğer ben daha beyaz olmayı başarırsam, benim taşım daha beyaz olursa, beyazlar takımı aynı takım olur mu? Yoksa artık toplamda daha beyaz, beyazların kazanması için daha güçlü bir takım mı olur? Tahta aynı olsa da, siyah ve beyaz taşların toplam beyazlığı aynı kalır mı? Satranç takımı da, oyunun oynandığı mekan da, ve sonsuzluk da değişmez mi?

        En küçük parçadaki değişim bütünü değiştirir. Ve ben değişebilirsem, bütün de değişir.

        Aslında çok ağır bir sorumluluk bu. Bütünün değişimi benim minik piyonumun beyazlığına bağlı. Şimdi bunu fiziksel olarak inceleyelim.

       

        Lise mezunları hemen hatırlayacaklar. Fizikte ve ileri matematikte öğrendiğimiz bir konu vardı. Vektörler.

        Vektör sabit bir uzunluğu, doğrultusu ve yönü olan doğru parçasına verilen isim. Bir ok düşünelim. O okun farklı boyda olanları var. O oku farklı yönlere de çevirebiliriz. Ve en önemlisi o okları ucuca ekleyebiliriz.

        Herkesin bir vektörü var. Hepimizinki farklı boylarda. Kimimizin vektörü çok uzun, yani fiziksel terimle şiddeti ya da gücü fazla. Kimimizin vektörü daha kısa. Herkesin vektörleri farklı yönleri gösteriyor. Ama aynı yönü gösterdiği de oluyor. Burada kullanacağımız vektörlerin boyunun bizim kendimizi değiştirebilme gücümüzü, nefsimize hakimiyetimizi simgelediğini farz edelim. Yani kendime sözüm ne kadar geçiyorsa, nefsime ne kadar hakimsem, vektörüm de o kadar uzun.

        Ve benim vektörümle başlayalım. Benim vektörümün boyu 6 olsun. Ve doğuyu göstersin. Yani benim seçimim doğu olsun. Aslında vektörlerin üç boyutlu yönleri var. Ama burada kâğıt –ya da ekran- üstünde ve iki boyut üzerinde açıklamak daha doğru.

       

 

 

        Benim kendimi değiştirebilme gücüm 6.

        Ama Ali’nin kendisini değiştirme gücü 8. Onun vektörü kuzeyi gösteriyor. Yani Ali’nin seçimi kuzey yönü.

       

 

 

        Şimdi ikimizin iradelerini, seçimlerini gösteren vektörlerimizi birleştirelim. Korkut’un doğuyu seçen 6 gücündeki vektörü, Ali’nin kuzeyi seçen 8 gücündeki vektörünün ucuna eklensin. Vektörleri toplamanın kuralı bu, ucuca eklediğimizde güçleri ve yönleri birleşiyor.

 

 

                                                                     

        Korkut’la Ali’nin vektörleri birleştiğinde, Korkut’la Ali’nin seçimleri ve güçleri birleştiğinde, ortaya yeni bir vektör çıkıyor. Boyu daha uzun. 10 gücünde. Ama yönü Korkut’un yönünden de, Ali’nin yönünden de farklı. Tam kuzeydoğu da değil, çünkü Ali’nin gücü Korkut’tan fazla. İkimizin ortak seçimlerinde, Ali’nin istediğine daha yakın bir sonuç çıkıyor.

        Bir de İdris var. İdris’in vektörü de 8 gücünde, ama yönü, yani seçimi güney.                 

 

 

       

        Üçünün vektörlerini topladığımızda ortaya ilginç bir resim çıkıyor.

 

 

 

        Aslında Ali de, İdris de Korkut’tan daha uzun yani güçlü vektörlere sahipken, vektörleri birleştiğinde birbirlerinin etkisini sıfırlıyor. Ve üç vektörün toplamı Korkut’un vektörünün aynısı oluyor. Doğu yönünde ve 6 gücünde.

        Üç farklı insanın seçimleri birleştiğinde, tabii ki çok farklı yönlerde ve hiçbirinin seçimi olmayacak, ve çok farklı güçte bir başka seçim de ortaya çıkabilir. 

        Daha da ilginç bir resme bakalım.

        Altı vektör, yani kendini değiştirebilme güçleri ve seçimleri farklı 6 farklı kişinin seçimlerinin toplamına bakalım.

 

 

 

        Ve şimdi de onları birleştirelim.

       

 

       

        A’nın ucuna sırasıyla B, C, D E ve F’yi eklediğimizde, sıfır noktasına geri dönüyoruz. Yani altı farklı insan, farklı güçlerde ve farklı seçimleri olan altı insan, iradelerini ve seçimlerini birleştirdiklerinde, hiçbir şey olmuyor.

        Hiçbir şey değişmiyor.

        Düşünelim ki, yedi milyar farklı insan, güçlerini ve seçimlerini birleştiriyorlar. Ya da kâinattaki sonsuz sayıda varlık, güçlerini ve seçimlerini birleştiriyorlar. İşte Tanrı’nın külli iradesi böyle oluşuyor.

       

        Tıpkı Tanrı’nın hepimizin ve her şeyin toplamından oluştuğu gibi, Tanrı’nın iradesi de, kararları da bizimkilerin toplamı.

        Verdiğimiz kararlar, yaptığımız seçimler, sadece bizi, ve yakınlarımızı değil, bütünü de etkiliyor.

        Hangi tarafta yer alacağımız, ne kadar beyaz olacağımız, kendimizi değiştirme gücümüzle ilgili çalışmalarımız, elbette hayatımızda etkili. Ama bütün için de çok önemli.

        Yedi milyar vektörün birleştiği anda, eğer bir sıfır noktasına gelirsek, sizin yedi milyar birinci vektörünüz, bütün kararı belirleyecek olan vektör.

        Bu sorumluluğun farkında mıyız?

       

        Sevgili Arkadaşlar,

        Vektörlerimizin boyunu kendimizi değiştirebilme gücümüz belirliyor. Kendimizi değiştirme konusunda attığımız her adım vektörümüzün boyunu, yani bir toplamdaki gücümüzü arttırıyor.

        Ama her aşama bizi bir öncekiyle aynı oranda güçlendirmiyor. Daha da fazla güçlendiriyor.

        Gizemli öğretilerle, ve kutsal geometriyle uğraşanların çok sevdiği Fibonacci sayıları burada da geçerli.

        Fibonacci  sayı dizisi çok ilginç. Dizideki her sayı kendisinden önceki 2 sayının toplamıyla oluşuyor.


 
 

        1 den başlanıyor. Sonra bir 1 daha. 1+1= 2. 1+2= 3. 2+3= 5. 3+5= 8. 5+8= 13. Tam dizi şöyle oluyor:

 

        Diziyle ilgili en ilginç nokta eğer bir sayıyı kendisinden öncekine bölerseniz 1,618034 civarında bir rakama ulaşmanız. Başlangıçtaki rakamlar tam aynı sonucu vermese de, sayılar büyüdükçe bu rakam neredeyse sabitleniyor. Bu orana Phi oranı ya da altın oran deniyor.

        Birçok insan bu oranın doğanın şifresi olduğunu düşünüyor. Çünkü bir çiçeğin yapraklarının oranından, estetik bulunan yüz ve vücut ölçülerine, çam kozalaklarının dizilişinden, ananas ya da ayçiçeğine kadar birçok yerde bu oranı görüyoruz.

        Elbette insanlar tarafından yaratılan eserlerde de, kimin yaptığı belli olmayan Büyük Piramit’te de bu oran kullanılmış. Leonardo Da Vinci’nin resimlerinden, büyük mimari eserlere kadar, ideal geometrik oranlardan, beş köşeli yıldıza kadar, her yerde karşımıza bu oran çıkıyor.

        Bizim bu sayı dizisiyle ilgimiz şurada.

        Kendimizi değiştirebilmek yolunda attığımız her adım, bizi, tıpkı Fibonacci serisinde olduğu gibi, önceki iki adımda aldığımız mesafenin toplamı kadar güçlendiriyor.

        Bu yüzden ilerledikçe daha hızlı yol alıyoruz. Yıllarını kendisini değiştirebilmek için harcamış insanlar, bu yüzden yeni başlayanlara göre hızlı ilerliyor görünüyorlar. Aslında herkes birer basamak yükseliyor. Ama aldıkları mesafeler, kazandıkları yeni güçler gittikçe büyüyor.

        Kendisini değiştirme gücü en yüksek olanlar, en uzun vektöre sahip olanlar. Ve onların toplamı, yani Tanrı’sal iradeyi etkileme güçleri de diğerlerinden daha fazla.

        Bu yüzden bazılarının nefesi daha kuvvetli. Duaları daha makbul. Çünkü onlarınki boyunda bir vektör hangi yönü gösterirse, büyük vektörü o yönde etkiliyor. Ve arzu edilen sonuç gerçekleşiyor.

        Bu yüzden, kendisini değiştirme, nefsine hakim olma konusunda başarısız olanlarımız, Tanrı’nın seslerini duymadığını düşünüyorlar.

        Arzu ettiğimiz gerçekliği yaratmak için yapmamız gereken vektörlerimizi uzatmak. Bunun için de, kendimizi değiştirme gücümüze, nefsimize hâkimiyetimize sahip çıkmak.

        Attığımız her adım, bizi bir adım değil, bundan önceki adımlarımız kadar güçlendiriyor.

        O yüzden durmayalım.

        Daha çok Tanrı olabilmek, ona yaklaşabilmek için kendimizi ve toplumu değiştirme gücümüzü arttıralım.

        Bu arada, kimse kendi vektörü kısa diye, güçsüz diye üzülmesin.

        Solara adında çok sevdiğim bir arkadaşım var. Bir örnekle aslında her şeyi özetliyor. Puzzle örneği. Dünya insanlığı yedi milyar parçalı bir puzzle. Büyük parçalar var, küçükleri var. Altın renkli olanlar var, toprak ve gökyüzü rengi olanları var. En ortadaki büyük ve altın renkli bir parçayla, puzzle’ın en üstünde ya da altında, mavi ya da toprak rengi parçanın önemi aynı. Bir parça eksikse puzzle eksik kalır.

        Yedi milyar vektör birleştiğinde, bazen o en küçük vektör, bütünü belirler.

        Bu sorumluluğa sahip çıkalım.

 

        Tanrıyla ilgili en büyük kafa karışıklığı yaratıcı güç olmasıyla ilgili. Kendini de o mu yarattı? Yarattıktan sonra yönetimle ilgileniyor mu ve bütün kararları o mu alıyor? Yoksa yarattı ve bitti mi? Yarattı ve bittiyse, o zaman kurallara uymamız gerekmiyor mu? Yarattı ve yönetiyorsa, yaratım faaliyeti bitmedi mi? O zaman onun gücü nasıl mutlak oluyor? Hepimizin günlük hayatını nasıl yönetiyor?




Yaratılışın nasıl başladığına dair birçok teori var.

        Tanrı’nın zaten başlangıçsız ve sonsuz olduğuna inananlar için, bir gün Tanrı karar veriyor ve her şeyi yaratıyor. Tasavvuf adem aynasından bahsediyor.

        Maharishi’nin açıklamasına göre her şey Tanrı’nın bildiğini fark etmesiyle başlıyor. Yokluk, ya da kavram olarak ondan çok farklı olan hiçlikteyken, bir bilinç, bazı şeyleri bildiğini fark ediyor. Bilen, bildiğini de biliyor. Sonra bilen bildiğini bildiğini de biliyor. Ve yaratılış böyle başlıyor.

        Kendisini iyi tanıdığım, ve Türkçe’de de yayınlanmış kitapları da olan Steve Rother ise farklı bir resim öneriyor bize.

        Ona göre aslında bir ve bütün olan bir sonsuzluk vardı.

 

 


        Bu sonsuzluk, kendi etrafında sürekli olarak dönen bir çember, ya da onun alanı olan daire, ya da küre olarak sembolize ediliyor. Bu yüzden matematik ve tarihte hep, sıfır, çember, hatta alyanslar sonsuz bir dönüşü simgelemiş, ve hep sonsuzluk sembolü olmuş. Ezoterizmde kendi kuyruğunu yutan yılan var. Gezegenler, yıldızlar, galaksiler ve Mevleviler hep dönüyorlar. Çünkü hepsi Tanrı gibi, sonsuz bir dönüşü simgeliyorlar. Ama kapalılar. Hakikati aradığımız alan da bir daire değil mi zaten?

        Bir ve bütün olan sonsuzluk, kendisini tanımak istiyor. Ama sonsuzken, kapalıyken kendisini tanıyamıyor. Her şey ondayken, kendisini nasıl bilecek, kime soracak, nasıl görecek?

        Bunun üzerine, kendisini ve kendisini değiştirebilme gücünü tanımak için sonlu bir şekle giriyor.

 

 

        Yine dönmeye devam ederken, bu kez ortada, dairenin tam ortasında, kendisiyle karşılaşmaya başlıyor. Ve her karşılaşmasında kendisini daha iyi tanıyor. Parçaları olan sonlu şekiller, yani bizler aracılığıyla, kendisiyle yüzleşiyor.

        Bu yüzden “Tanrı insanı suretinden yarattı ve ruhundan üfledi” deniyor.

        Bizler onun kendisini tanıyabilmesi için yarattığı parçalarız.

        Ama o yukarıda, bizden bağımsız, ayrı bir mükemmellik noktası değil. O her şey. İki ayrı bölümün, yani evrende mevcut olan zıtlıkların hepsinin toplamı.

        Biz de onun gibi, kendimizi tanıyabilmek için sonlu hale gelmiş sonsuz varlıklarız aslında. Tıpkı onun gibi, kendimizi, ve kendimizi değiştirebilme gücümüzü keşfetmek için buradayız.

 

        İşte evrende zıtlıklar bu yüzden var. Tanrı kendini tanımak istediği için. Buna düalite deniyor, zıtlıklar bazlı düşünceye de düalizm deniyor.

        İkilik ve zıtlık hayatımızda hep var.

        Kadın ve erkek, iyimser ve karamsarız. Kaba ve zarif, mutlu ve mutsuzuz. Neşeli ve hüzünlü, savaşçı ve barışçıyız.

        Yin ve yang sembolünde olduğu gibi, kadının içinde erkek, erkeğin içinde de kadın var. Mutsuzken mutlu olabilmek için sebeplerimiz, savaşçıyken barış için umudumuz var.

        Her şey içimizde.

        Tıpkı Tanrı’nın içinde olduğu gibi.

        Bütün zıtlıklarımızla beraber bizler onun suretleriyiz.

        Biz de, bizim aracılığımızla Tanrı’da kendimizi tanıyoruz. O elbette bizden daha çok biliyor, çünkü sonsuz sayıda parçasının deneyimlerini gözlemliyor. Biz sadece kendimizi, biraz da başkalarını bilebilirken, o her şeyi biliyor. Ama her deneyim, her birimizin deneyimi onun için önemli. Ben ve siz onun için önemliyiz. Çünkü bizim deneyimimiz onun da deneyimi. O yüzden her şeyi gören gözü hep üstümüzde. Bismillahirrahmanirrahim derken, koruyan ve gözeten sıfatlarını anmamız tesadüf değil. Orada Ulu Yaratan’ı göz sembolüyle tanımlıyoruz. Bize bakıyor. Hem adımlarımıza dikkat etmemiz için bizi uyarıyor, hem de derslerimizi öğrenirken bize yardımcı oluyor.

        Onun vektörü sonsuz güçte. Çünkü bütün vektörlerin toplam gücüne sahip. Ve herhangi bir yöne yönlendiğinde, tartışmasız olduruyor. Ama her birimizin o vektörde payları da var. O yüzden, kendimizi değiştirme gücümüze sahip çıkar ve kendimizi bilirsek, kendi tanrılarımız olmayı başarırsak, ona büyük bir hizmette bulunuyoruz. Ama daha keyiflisi, artık o sonsuz vektörün içindeki payımızı büyüttüğümüz için, arzularımızı daha kolay gerçekleştiriyoruz.

        İçimizdeki zıtlıkları törpüleyip, dengelenmemiz gerekiyor. Bir tek tarafa ait olmak yerine, Tanrı gibi, her şey olmak gerek.

        Tanrı kadar seçimsiz olmak gerek.




        Doğuda olgunlaşmak, daha doğru tabirle tekâmül, hiçleşmek olarak algılanmış. Madem yokluk aynasındaki görüntüsüyüz Tanrı’nın, o zaman biz de aynadaki görüntüyü yok edelim demişler.

        Seçimsiz olmamız, nereden ve kimden gelirse gelsin, karşımıza çıkan her şeyin Tanrı’dan geldiğini kabul etmemiz istenmiş. Bir tür tam teslimiyet.

        Buraya kadar bir sorun yok. Elbette sonunda gerçekleşen büyük irade. Büyük vektörün yönü. Ve bizler buna sadece kendi gücümüz kadar katkıda bulunuyoruz. Eğer bir şey oluyorsa, bu büyük vektöre rağmen olamaz.

        Tam teslimiyetle ilgili temel sorun, bizim kendi Tanrı olma çabamızı yok sayması.

        “Seçim yapma, ve gelene razı ol” düşüncesi, Hint fakirleri gibi, bir edilgenlik anlayışına, Gandhi’nin pasifizmine götürüyor bizi.  Tarih boyunca her zaman yumuşaklık sertliği yenmiştir. Çünkü sertliğin belli bir dayanma gücü varken, yumuşaklık çok daha yüksek bir toleransa sahiptir. Ve zaman yumuşaklığın lehine çalışır.

        Ama büyük vektöre teslim olmak Tanrı’nın istediği şey olsaydı, o zaman bu deneyimlere ne gerek vardı? Tanrı zaten büyük vektörü biliyor. Onunla tam uyuma girmek, ne ona, ne de bize, kendimizi ve kendimizi değiştirme gücümüzü tanımak konusunda bir katkı sağlamaz.

        Biz kendi vektörümüze sahip çıkacağız ki, Tanrı’ya katkımız olsun. Bu teslimiyetle mümkün değil.

        O zaman tekâmülde bahsedilen seçimsizlik hiç olmak, aynadaki görüntüyü silmek değil.

        Oradaki seçimsizlik   “hep” olmak. Hepsi olmak. Her şey olmak. Herkes olmak demek.

        Evet her şey ondan gelip, ona dönüyor.  Biz de her şeyin ondan geldiğini bilmeliyiz. Ama her geleni kabul etmek, değiştirmeye çalışmadan rıza göstermek değil bizden beklediği.

        Kendimizi değiştirme gücümüzü arttırmak, vektörümüzü güçlendirmek, ve olan her şeye kendi seçimimiz doğrultusunda katkıda bulunmak.

        Önce kendimizi, sonra başkalarını, toplamda da ortalamayı yükseltmek. Sağlığımızın, huzurumuzun, mutluluğumuzun sorumluluğunu almak. Hayatımızı değiştirmek için çabalamak.

        Ancak o zaman Tanrı’nın bizden istediklerini layıkıyla yapabiliyor oluruz. O ancak bu sayede bizim deneyimimizden faydalanabilir.

        Ona teslim olup hiçleşmekle değil, ona benzemeye çalışıp, hepleşmekle.

        Zıtlıklarımızla barışıp, zaten doğal olanın zıtlık olduğunu anlayıp, kendi içimizdeki kutuplaşmaları dengelemekle.

 

        Zıtlıklar Tanrı’nın kendisini tanıyabilmesi için var. Ve tabii, insanın kendini tanıyabilmesi için.

        Aydınlıkla karanlık, korkuyla sevgi savaşırlarken, siyah taşlar ve beyaz taşlar, siyah-beyaz kareli zeminde mücadele ederlerken, bize düşen görev beyaz taşlar, ışık ve sevgi olmak.

        Tanrı’nın dünyada bize verdiği görev bu.

 

        Dünyadan evreni tanımaya çalışırken, damladan okyanusu tanımaya çalışırken, kendimize çok güvendiğimizi gören Tanrı büyük olasılıkla gülüyordur.

        Oysa ya dünya evrenin geri kalanından başka kurallara tabiyse? Evrendeki özel bir noktaysa?

        Burada Tanrı kendisini tanıma konusunda özel bir deney yapıyorsa?

        Eğer kutsal kitapları biraz incelersek, insanın yaratılışıyla ilgili çok ilginç ortak noktalara ulaşıyoruz.

        Elbette, ifadelerin üstü kapalı. Bir gün inşallah kutsal kitaplarda yazılanları tam anlayacağız. Ama şimdilik anlayabildiklerimizden hareket edelim.

        Tanrı insanı yaratıyor. Çok önemli, kendi suretinden yaratıyor. Ve daha da önemli, kendi ruhundan üflüyor. Meleklere insana saygı göstermelerini söylüyor, Şeytan hariç melekler bunu yapıyor. O insana saygı göstermiyor, ve Tanrı’ya yarattığı insanın zayıf olduğunu, kolaylıkla yoldan çıkabileceğini söylüyor.

        Burada duralım.

        Tanrı’nın insana bahşettiği en büyük hediyenin akıl olduğunu düşünüyoruz. Acaba öyle mi? Yoksa, kendi suretinden yaratıp, ruhundan üflemesi başka bir anlama mı geliyor?

        Tanrı’nın insana verdiği hediye neden özgür seçim hakkı olmasın? Ya, tıpkı Tanrı gibi, özgür seçim hakkına sahip tek varlık insansa? Bugün karanlık ve yarın ışığa yönelebilmeyi, korkudan sevgiye geçebilmeyi tıpkı Tanrı gibi başarabiliyorsa? Ve evrende, melekler de dâhil, hiçbir varlık bunu yapamıyorsa?

        Ve Şeytan bunun için isyan ettiyse? İnsan gibi, kısa ömürlü, çok akıllı olmayan, yeteneklerinin üstü bir perdeyle örtülü bir varlığa, sadece Tanrı’nın özgür seçim hakkına sahip olduğu için saygı göstermek istemediyse?

        Düşünelim şimdi. Acaba melekler, bir gün akıllarına estiğinde, “ben artık kötü olacağım”, ya da “bir defa bile olsa, birini öldüreceğim” diyebiliyorlar mıdır? Ya da Şeytan “bugün çok keyifliyim, hadi bir iyilik yapayım” diyor mudur ara sıra?

        Demiyorlardır. Çünkü böyle bir hakları yok. Ama bizim var.

        Biz bir gün bir uçta, diğer gün diğer uçta olabiliyoruz. Buna hakkımız var. Özgürce ne tarafta olabileceğimizi seçebiliyoruz. Vektörlerimizi istediğimiz tarafa yönlendirebiliyoruz.  Büyük vektörde özgürce oy kullanabiliyoruz.

        Evrenin her yeri böyle değil. Ve Dünya bu hak, ve bu hakka sahip olan insan nedeniyle çok özel bir yer.




        Dünya çok önemli bir laboratuar olmalı. Tanrı için özel bir deney ve deneyim alanı. 

        Eğer üzerindeki varlıklar tamamen özgür seçim hakkına sahip olurlarsa, ne olacağını belirleyecek olan büyük bir deneyin yapıldığı, istisnai bir değere sahip, benzeri ya çok az olan, ya da olmayan çok özel bir yer.

        Bu yüzden insanlar biraz indirgenmişler. Yani maksimum güçlerine ulaşabilmeleri, uzun ve sağlıklı ömürler yaşayabilmeleri, metafizik ve ruhsal yeteneklerini fark edebilmeleri, deneyin bir gereği olarak engellenmiş. İnsan sınırlarını fark etmek için bu yüzden çok uğraşmak zorunda. Ya da sınırsızlığını fark etmek için.

        Eğer Tanrı’nın bize bahşettiği bütün yetenekleri fark edersek, Tanrı’nın bir parçası olduğumuzu bilirsek, deneyin bir anlamı olmayacak.  Bu yüzden bıngıldağımızın kapanmasıyla beraber, biz de sınırlanıyoruz. Aslında sonlu olmayı deneyen, sonsuz varlıklarız.

        Ama Tanrı bizim bunu bilmemizi, ya da hiç öğrenmeye çalışmadan, çabalamadan bilmemizi, istemiyor. İstiyor ki, biz kendimizi tanımaya çalışalım. Mabetlere yazıldığı gibi, kendimizi bilelim. Sonra kendimizi değiştirmek için uğraşalım. O da bu sırada bizlerin deneyimlerini izlesin. Ve kendisini tanısın.

        Bütün evrenden farkımız şurada. Biz özgür seçimlerde bulunabiliyoruz.

        Bu yüzden buradaki deney, diğerlerinden çok farklı.

        Eğer hiçbir müdahalede bulunulmazsa, herkes özgür seçimleriyle derslerini öğrenmeye çalışırsa, ortaya çıkacak birleşik vektör nereyi gösterecek? Aydınlığı mı karanlığı mı, savaşı mı, barışı mı, korkuyu mu, sevgiyi mi?

        Kobayları değil, bizatihi laborantları olduğumuz bu deney, Tanrı için çok anlamlı. Çünkü bütün evreni ilgilendiren çok özel bir sonuç çıkacak buradan. Eğer biz başarılı olursak, yani hepimizin ortak vektörü beyazların yenmesini sağlayacak şekilde güçlenirse, o zaman evren için bu çok önemli bir sonuç verecek. Belki de yaratılışın bundan sonraki gidişini etkileyecek büyük bir sonuç

        Bu yüzden vektörlerimizin hangi tarafı gösterdiği çok önemli. Daha güçlü vektörleri olanların vektörleri toplam vektörü daha çok etkiliyor. Ama her birimizin vektöründe asıl önemli olan yön. Vektör resmine bir kez daha bakalım.

 

 

 

        Vektörler birleştiğinde büyük vektörümüz hangi yönü gösterecek?Yedi milyar vektör birleştiğinde, toplamı hangi yönü gösterecek?

        Bizim  bireysel vektörümüz hangi yönü gösteriyor? Yedi milyar vektör birleştiğinde, eğer bir sıfır noktasına gelinecekse, bizim yedi milyar birinci vektörümüz, büyük vektörün kendisi olacak.

        Bütün mesele bu. Hasat günü, din günü, ya da mahşerde her birimiz bireysel vektörlerimizin sorumluluğu alacağız.

        Daha önce bu deneyin birkaç kez başarısızlıkla sonuçlandığı kutsal kitaplar ve mitolojide yazıyor.

        Bu kez nasıl sonuçlanacak?

        Sıra bizde…

 

        Parçası olduğumuz Tanrı’ya layık olabilmek için, onun bizden istedikleri yapabilmeliyiz.

        İstediği kendimizi bilmemiz. Kendimizi değiştirebilme gücümüzü ve nefsimize hâkimiyetimizi arttırmamız. Diğerlerinin de kendilerini değiştirme gücünü arttırmamız. Sonra kendimizi beyaz yönde değiştirip, sonra başkalarını da beyaz yönde değiştirip, ortalamadaki beyaz oranının, siyah oranını geçmesini sağlamamız. Ortak vektörümüzün sorumluluğunu hissetmemiz, ve almamız.

        Tanrı’ya yaklaşıp, onun gibi olmamız.


        Bugün yepyeni bir açılım yapsak da, kapanışımız yeni değil. Ama bugün anladık ki, Enel Hakk demek, diyebilmek, bir mertebe değil. Bir hak. Aradığımız hakikatin en önemli parçası.

Pekiyi Enel Hakk’ın ötesi de var mı? Var. Aslında Enel Hakk yetmez. Sonuna kadar doğrudur, ama mesajı aktarmakta zorlana bir ifadedir. Arapça bilenler anlayacaklar. Ente Hakk. Siz de Hakk’sınız.
 
 --ALINTIDIR--
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ağustos 15, 2009, 12:33:51 ös
Yanıtla #1
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


"Net"te karşılaşmama izin verilen bu ilgiç makalenin barındırdığı çarpıcı,ama bizlerin aşina olduğu yorumu sizlerle paylaşmak istedim.Umarım ihtiyacı olan hakettiği kadarını alır....


Saygılarımla
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ağustos 15, 2009, 09:02:06 ös
Yanıtla #2

Gerçekten çok güzel mesajlar veren okunduğunda biraz ağır gibi gözüken ama anlaşılmasında pek zorluk çektirmeyen bir yazı.

Dünya gezegenini bir tür Labaratuar olarak düşündüğümüzde aynı zamanda bizlerin de birer denek olduğumuz anlaşılıyor. Özgür iradeyle ne yapabileceklerimiz öğrenilmek isteniliyor. O halde bu, gerçekten kötü ve negative eğilimleri içeren kişiler için korkunçvari bir durum teşkil etmiyor mu? Gerçi Evrim için Dünyamızın diğer galaksilere nazaran daha önemli olduğunu biliyordum ama..

Yukardaki yazıda birçok şeyi özellikle de biraz önce diğer konuda sormuş olduğum Evrimle ilgili sorumun cevaplarını rahatlıkla alabildim, Teşekkürler Sevgili Ceycet :)

 
« Son Düzenleme: Ağustos 15, 2009, 09:06:36 ös Gönderen: Isabell »
הדבר היחיד לשמור על אנשים בחיים הוא אהבה וכבוד

Aimer et être aimé c’est sentir le soleil des deux cotés.

«Ոսկե Տարիքը - Փոթորիկները, չի կարող կանխել մարդիկ սիրում են ծովը.


Ağustos 15, 2009, 09:05:52 ös
Yanıtla #3
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


İlginizi çektiğine ve katkı sağladını düşündüğünüze sevindim;sevgili Sevil.....


Saygılarımla
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ağustos 16, 2009, 01:36:23 ös
Yanıtla #4
  • Seyirci
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 300
  • Cinsiyet: Bay

ilk önce bildirmek isterim ki bu konu yalnış yazılmış bir yazıdır.

Konu başlığında Tanrı nedir sorusu soruluyorsa demek ki bu konu içinde inanç seçimi olmıcak ve herhangi bir inançtan söz etmeksizin konu serbest şekilde devam edicek. Ama konu içinde birçok dinlerin sözleri yer alıyor. Bir Tanrı öteki tanrıyla karıştırılıyor.

Biz Tanrı nedir diye sorarsak konuda hiçbir tanrının ismini vurgulamamalıyız.

Saygılarla


Ağustos 16, 2009, 02:35:30 ös
Yanıtla #5
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay

ilk önce bildirmek isterim ki bu konu yalnış yazılmış bir yazıdır.

Konu başlığında Tanrı nedir sorusu soruluyorsa demek ki bu konu içinde inanç seçimi olmıcak ve herhangi bir inançtan söz etmeksizin konu serbest şekilde devam edicek. Ama konu içinde birçok dinlerin sözleri yer alıyor. Bir Tanrı öteki tanrıyla karıştırılıyor.

Biz Tanrı nedir diye sorarsak konuda hiçbir tanrının ismini vurgulamamalıyız.


Sayın Neo;

Sizce mevcut dinlerin Tanrı'ları farklımıdır;yoksa "o"dinlerinmensuplarının,Tanrı'ya verdikleri isimlermi farklıdır.Tanrı'ya yüklenen mana anlamında birşeyden bahsetmeye çalışıyorsanız da,bu her insan için görecelik oluşturabilir.Açıkçası anlamakta zorlandığım mesajınızı biraz açmanızı bekliyorum.


Saygılarımla

Saygılarla
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ağustos 16, 2009, 02:48:02 ös
Yanıtla #6
  • Seyirci
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 300
  • Cinsiyet: Bay

Açtığınız konuda Şaytan ve tanrıyı ayrı ayrı varlıklar olarak yazmışsın. Nerden biliyorsun belki yazıyı okuyan bir insanın tanrısı ya şaytansa ? o zaman sen tanrı nedir sorusuna kendin cevap vermiyormusun ?

kötü damgasını vurduğun Şaytana tapan bir insan senin yazdığın yazıya ne yazıcak ?


Ağustos 16, 2009, 02:59:33 ös
Yanıtla #7
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


Sayın Neo;

Burada bahsedilen Tanrı,tevhid inancını benimsemiş vahiy dinlerinin Tanrı'sıdır.Magazinsel bir Tanrı kavramından bahsetmiyoruz.Şeytana tapanlara yönelik yazılmış bir yazı değildir.Mesajın altında yazılan ikinci mesajıda okumuş olsaydınız,bu durumdakilere yönelik olmadığını anlardınız.
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ağustos 16, 2009, 03:27:10 ös
Yanıtla #8
  • Seyirci
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 300
  • Cinsiyet: Bay

Ben sadece özellikle isim kullanılmamasını demek istedim size Sayın Ceycet...


Ağustos 17, 2009, 10:15:41 öö
Yanıtla #9

Sayın Ceycet teşekkürler.
"Bu sır ancak bilinir söylenemez."


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
4475 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 24, 2008, 11:37:19 öö
Gönderen: Isis
2 Yanıt
5176 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 21, 2010, 02:59:47 ös
Gönderen: Maledictum
0 Yanıt
3214 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 14, 2009, 07:07:29 ös
Gönderen: Teknik Öğretmen
2 Yanıt
7938 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 03, 2009, 11:22:19 ös
Gönderen: hewal73
26 Yanıt
21846 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 20, 2013, 12:35:15 ös
Gönderen: GOASISG
9 Yanıt
21400 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 16, 2011, 11:16:33 ös
Gönderen: AMON RA
6 Yanıt
7353 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 06, 2009, 06:17:33 ös
Gönderen: baris
5 Yanıt
5208 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 19, 2012, 02:02:30 ös
Gönderen: NOSAM33
4 Yanıt
4921 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 10, 2009, 03:49:57 ös
Gönderen: Itzhak
3 Yanıt
4422 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 21, 2009, 10:22:26 ös
Gönderen: ozak1977