Öncesi “Vaftize Davet” başlıklı bölümde
Dikkat: Aslında çok daha uzun olan bu bölümü hayli kısalttım.
Tapınakçıların Büyük Üstadı Jacques de Molay, Ekim ayı başında Paris’e gitti. Yanına 60 kadar da şövalye almıştı.
Varır varmaz, ayağının tozuyla kralı ziyaret etti. Torununun doğumu üzerine isteksizce de olsa getirdiği armağanları verdi.
Birbirlerine gülümsüyor, pek nazik davranıyorlardı. İkisi de bu buluşmadan ötürü ne kadar memnun olduğunu dile getirdi. Yapmacıklığın daniskasını oynadılar.
İçten pazarlıklı birinin böyle bir tutum sergilemesi doğaldı. Jacques de Molay’ın ise, kendince ona asıl söylenmesi uygun düşecek sözleri yüzüne karşı bir türlü söyleyemeyişinden ötürü içi içini yiyordu. Bu kepazeliğe daha fazla dayanamayacaktı. Artık karargâha gitmesinin gerektiğini belirterek izin isteyip ayrıldı.
Karargâha gidip, Paris ile yakın çevresinden sorumlu olan Pierre d’Aumont ile görüşünce; bu işten sıyrılmanın sandığı kadar kolay olmayabileceğini anladı. Pierre, Fransa kralı ile papanın aralarında gizlice anlaşmaya varmış olabileceğinden söz etti. Almış olduğu duyum doğruysa, papa, Tapınak Şövalyelerinin tutuklanmasına ses çıkarmayacak, hatta göz yumacaktı.
Geoffroy da papaya güvenmemek gerektiğini söylemişti. Aslında Jacques ondan çok kardinallere güveniyordu.
Pierre aynı görüşte değildi. «O kadar emin olmamak gerekir. Seslerini çıkarmayabilirler de.» dedi.
O ana kadar bir şey söylemeyip, sadece ikisini dinlemekle yetinmiş olan Geoffroy söze karıştı. «Öyle ama bizi bir süre için etkisiz bırakması yetmez. Yok etmek zorundadır. Aksi takdirde hazineye sahip çıkamaz. O da bunu biliyor ve öyle yapmaya çalışacak. Bunun için, papayı da kardinalleri de susturabilmeli.»
Jacques, «Bunu yapamaz. Kiminle oyun oynamaya kalkışıyor? Papanın askerleriyle. Yeryüzünün en güçlü örgütüyle. Karşımıza tüm ordusuyla bile çıksa, onu perişan ederiz. Bu gibi sözlere kulak asıp boşuna kuruntu etmeyin.» diye yanıtladı.
Pierre, «Aslında tüm bunları düzenleyen de kendisi değil, bir başkası.» diyerek araya girdi.
«Kim?»
«Şu Guillaume de Nogaret adlı lanet herif var ya... İşte o.»
Jacques, Guillaume de Nogaret ile hiç görüşmemişti ama kim olduğunu biliyordu. Birtakım karanlık işler çevirdiğini de biliyordu. Önceki papaları birer birer devre dışı bırakıp, şimdiki papanın seçilmesini onun tezgâhlamış olduğunu duymuştu.
Pierre sözüne «Her şey, işte o düzenbazın başının altından çıkıyor.» diye devam etti. «Ortaya öyle sağlam ve kesin bir kanıt serecekmiş ki, papanın gözleri fal taşı gibi açılacak, gıkı bile çıkamayacakmış.»
«Neymiş bu sözüm ona kanıt?»
«Ne yazık ki o kadarını öğrenemedik. Sadece eski şövalye kardeşlerimizden birini satın almış olduğunu öğrendik. Ondan, kullanabileceği belgeler sağlamış.»
Jacques, Geoffroy gibi Pierre’e de çok güvenirdi. Hatta onu daha çok beğenirdi. Çünkü Geoffroy kadar uzun boylu düşünüp kararsız kalmaz, hızlı fakat sağduyulu davranırdı. Bu yüzden ona gıpta ettiği bile olurdu. Kuruntu etmemesini söylemişti ama sağlam bir dayanağı olmasa, böyle endişelere kapılmazdı. Buna karşın, dediğine bir türlü inanası da gelmiyordu. «Ne elde etmiş olabilir ki?... Hiçbir şövalye kardeşimiz tarikatımızın sırlarını açığa vurmaz. Onurumuzu bir yana bırak, üstelik bir de yeminle bağlıyız.» dedi.
«Kuşkusuz ama herhangi bir şövalye kardeşimizden değil, tarikattan kovmuş olduğumuz için bize kin bağlamış, öç almak isteyebilecek birinden söz ediliyor.»
Jacques önce, «Öyle biri mi var? Olamaz.» diyecek oldu ama hemen ardından dişlerinin arasından, «Esquein de Florian.» diye söylendi. «O, değil mi?»
Birkaç yıl önce, şövalye Esquein de Florian, çocuk yaştaki genç erkeklere tecavüz ettiği için yargılanmıştı. Üstelik suçunu inkâr edip, böyle bir şey yapmadığını, kendisine iftira edildiğini ileri sürmüştü. Çocuklarla yüzleştirilip yalanı ortaya çıktığında yalvarmaya başlamış, kendisini bir şövalyeye hiç yakışmayacak tarzda daha da alçaltmıştı. Tarikattan kovulmasına karar verilip yüzüne karşı bildirildiğinde ise, «Sanki siz doğru dürüst adamlar mısınız? Ben hepinizin ne mal olduğunu çok iyi biliyorum. İntikamım acı olacak.» diye bağırdıktan sonra çekip gitmişti.
Pierre, «Dediğim gibi aslında kim olduğu belli değil. Hatta böyle birisi olduğu da kesin değil. Bu sadece aldığım bir duyum üzerine yaptığım yorum.» dedi.
Geoffroy hayli sinirli bir tarzda ama kendini kontrol etmeye çalışarak, «Şayet güvendikleri kaynak o ahlaksız ise, aklına geleni uydurmuştur.» diye ekledi.
Jacques, «İyi ya işte! Sakin ol.» dedi. «Yüz kızartıcı bir suç nedeniyle tarikattan kovulmuş biri. Belli ki aşağılığın teki. Ona kim inanır? Yalanı kolayca ortaya çıkar.»
«Yalan dolan olduğu anlaşılana kadar bakmışsın ki çoktan iş işten geçmiş.»
Jacques de Molay’ı sıkıntı basmıştı. «Offf!» diye içine çekti. «Doğuda boğuştuğumuz Memlûklar, bu soydaşlarımızdan da din kardeşlerimizin çoğundan da çok daha iyiydi. Savaşıyorduk ama hiç olmazsa açık davranan mert insanlardı.»
Bu aşamaya gelindikten sonra yapılabilecek bir şey yoktu. Tutum değiştirmek için artık çok geç olmuştu. Birkaç gün içinde Fransa’nın çeşitli yerlerindeki yüzlerce şövalyenin hangi birine nasıl ulaşacaksın da önceki talimatın geçersiz olduğunu, şimdi ise şöyle yapılmasına karar verildiğini ileteceksin?
Jacques, daha önce belki bilmem kaç kez düşünmüş olduğu bir şeyi, kafasında bir kez daha evirip çevirdi.
«Kralın Tapınak Şövalyeleri ile kişisel bir sorunu olamaz. Bir ara örgüte girmek istemiş, kabul edilmemişti ama o başka... Ona, önce tüm mal varlığını tarikata bağışlaması, üstelik karısı ve çocuklarını terk etmesinin gerekeceği söylenmişti. Olmamıştı. Olamazdı. Zaten o zamanlar niyeti başkaydı. Bize borcu vardı; kurtulmanın çaresini arıyordu. Kaldı ki, tarikatın kurallarına uymak zaten hiçbir kralın işine gelmez. Kral, tarikatın kendi kurallarına uymasını bekler. O da olmaz. Philippe bunun için Tapınak Şövalyelerine kin bağlamış olabilir mi?
Şövalyelere kini olup olmadığını bir yana bırakalım. Şimdi amacının hazineyi, böylece örgütümüzün gücünü ele geçirmek olduğu belli... Belki Pierre’in dediği gibi şövalyeleri birtakım yalanlara dayanarak suçlayacak. Böylece, Hıristiyanlığa hizmet ediyormuş gibi görünüp, papanın desteğini almaya kalkışacak. Yeterli gücü olsa, bu gibi dalavereler çevireceğine dosdoğru “Bakın, işte hepiniz elimin altındasınız. Hazineyi bana verin; canınızı kurtarın.” der. Bilmez ki hiçbir şövalye canını kurmak pahasına hazineyi teslim etmez. Onun tıynetindeki bir adam bunu anlayamaz.
Demek ki sorun, şövalyelerin korunması ya da kurtarılması değil... Zaten bunu önceden de düşünmüş ve bu yüzden direniş göstermemeye karar vermiştik. Şimdi karşımıza bir de suçlama konusu çıkıyor ama nasıl bir şey olduğunu bilmediğimize göre, ne yapılması gerektiğini de zamanı geldiğinde düşünmeliyiz.
Yapılması gereken iş, kralı hazineden uzak tutmanın yolunu bulmak olmalı... Hazinenin üzerine bir kez oturursa, onu oradan kaldırmak için çok uğraşırız.
Salak!... Şövalyeleri tutuklayınca, hazineye ulaşabilmesi için önünde hiçbir engel kalmayacağını sanıyor. Oysa sadece kasa dairesinin kapısına kadar gidebilir. Orada çakılıp kalır. İçeri giremeyeceğini bilmiyor.
Paris’teki şövalyelerin tutuklanması işlemi sona erdiğinde, dosdoğru buraya gelecek. Kasa dairesine inecek. Yanındakilere kapıyı açmalarını söyleyecek.
Önce adamları uğraşıp didinecek. Karşılarında daha önce hiç görmemiş oldukları bir kilit var... Açamayacaklar. Onlara kapıyı kırmalarını, söküp atmalarını söyleyecek. Kralın dediğini yapıp, deneyecek ama başaramayacaklar.
Adamlarına bar bar bağıracak. Demedik laf bırakmayacak. Hemen bir çilingir bulup getirmelerini söyleyecek.
Çilingir gelecek. Biraz zor olsa da ne yapıp edip kapıya bir maymuncuk uydurmayı becerecek. Kapı açılacak açılmasına ama şaşkına dönecekler. Önlerinde bir kapı daha var.
Philippe, çilingire bunu da açmasını söyleyecek.
İşte şimdi çilingirin başı dertte. Bu kapıya maymuncuk falan uydurulamaz çünkü kilit deliği falan yok. Açabilmek için başka bir yöntem olmalı... Oysa çilingir, hiç böyle kapı görmemiş. Yapabileceği bir şey yok. Açamayacağını söyleyecek.
Zavallı çilingir... O anda kafası uçacak.
Bir şey fark etmez. Açmayı başarsaydı da öldürülecekti.
Philippe ne yapacak?... Kasa dairesinin sorumluları olan şövalyeleri aratacak. Buldurup oraya getirtecek.
Sonra?
Hiçbir şey değişmeyecek. Çünkü kapıyı açmayacaklar.
Büyük üstadı getirmelerini söyleyecek.
Beni apar topar alıp, sürükleyerek oraya götürecekler.
Değişen bir şey yok... O kapının nasıl açılabileceğini onlara göstermeyeceğiz.
İşkence faslı başlayacak.
Önce direneceğiz. Bize öyle acılar çektirecekler ki, sonunda içimizden biri dayanamayıp söyleyecek. Belki de önce ben.»
Jacques, düşüncelerinin bu aşamasında durakladı. Pierre ile Geoffroy’a baktı. Ne düşündüğünü onlara da anlattı. «Bizi öyle Hıristiyanlığa ihanet etmekle, sapkınlık falan gibi şeyler ileri sürerek suçlayamaz.» dedi. «Çünkü şayet öyle bir iddiası varsa, hepimizi dosdoğru Engizisyon’a teslim etmesi gerekir. Onu da yapamaz. Çünkü o zaman hazineye ulaşma olanağını başından yitirir. Bakın, göreceksiniz. Öyle bir şey yapmayacak. Kendi işini kendisi görmeye çalışacak.»
Düşündüğü bir bakıma doğru sayılırdı ama bir bakımdan da yanılıyordu. Fransa kralının ne denli aç gözlü olduğunu gayet iyi bilmesine karşın, bunun ötesinde kendisini nasıl bir büyüklük kompleksine kaptırmış olduğunu, papayı dinsel bakımdan da alt etmek üzere hazırlandığını bilmiyordu. Bunu kavradığında, çok geç kalmış olacaktı. Önceden akıl edemezdi. Çünkü havsalasına sığmazdı. Şayet o tarihlerde bir gizli dinleme cihazı olsaydı da Philippe ile Guillaume de Nogaret arasında geçmiş konuşmaları dinleseydi bile inanamazdı. O bir şövalye idi; onlar gibi gizli kapaklı işler çevirerek bireysel çıkarları peşinde koşan entrika uzmanı değil. Dövüşmek gerekirse rakibi ile yüz yüze gelerek kılıcını kullanır, hiç kimseyi sırtından hançerlemezdi.
Jacques anlatmaya devam edecekti ama Geoffroy pek ender olarak yaptığı bir işi yaptı. Büyük üstadın sözünü kesti. Oysa hiç kimse büyük üstadın sözünü kesemezdi. Haddine mi düşmüş! «Çünkü...» diye başladı. Fakat sonunu getirmeyerek durdu.
«Evet! Çünkü ne?»
«Aklından neler geçtiğini doğru tahmin edip etmediğimi bilemiyorum ama bir deneme yapayım.» dedi. «Çünkü biz çok daha önce hazineyi bir başka yere taşımış olacağız. İçerisini tam takır kuru bakır bulacak.»
Jacques birdenbire keyiflenivermişti. «İstersen kralımızı pek üzmemek için birkaç parça bırakırız.» diye bir espri yaptı.
Geoffroy buna gülmedi. «Bana bir dakika izin verirsen biraz düşünmek istiyorum.» dedi.
«Peki, sen düşün... Pierre, sen ne diyorsun.»
«Katılıyorum. Hazineyi buradan uzaklaştırmakta yarar var. Philippe’in yüzünün o anda ne hal alacağını görmek isterdim.»
Onun yüzünü hiç görmemek daha iyi değil mi?»
«Allak bullak olmuş halini görmeye değer.»
Jacques bunu sevmişti. «Bence de.» dedi. Orada olup gizlice izlemeyi isterdi. «Peki, hazine dairesinde hiçbir şey olmadığını görünce ne yapacak dersin?»
Pierre tam ağzını açmak üzereydi ki, Geoffroy, «Onu ben söyleyeyim.» diye araya girdi. «Hazine ha burada olmuş ha bir başka yerde. Sonuç değişmeyecek. Bu kez de hazineyi nereye götürmüş olduğumuzu öğrenmek için işkenceye devam edecek. Hem bir başka yerde, buradaki gibi sağlam ve açılamaz bir kasa var mı ki? Bir başka yerde nasıl korunacak? Tamam, götürmek çok iyi fikir ama götürüleceği yerde önlem almak da gerekir.»
Pierre ise, «Kasanın sağlam ve açılamaz olması, kral için önemli bir değişiklik yaratmaz.» dedi. «Hatta açamamış, bizi söyletememiş olsalar bile, karargâhı yerle bir edip tüm kasa dairesini havaya uçurabilirler.»
Jacques, «Şu halde ne yapmak gerek?» diye sordu. Sanki bir şey düşünüyordu, kararını vermişti de bunun ne olduğunu onlara söyletmek ister gibiydi. Eğleniyordu.
Pierre, «Bence kasa dairesinin sağlam ve açılamaz olması değil, hazineye ulaşılamaz olması daha önemli.» dedi. «Burada şöyle ya da böyle ulaşılır. Fakat götürülürse umut olabilir.»
Jacques, «Diyelim alıp götürdük. Ulaşılamaz olmasını nasıl sağlıyorsun?» diye sordu. «Hazineyi nereye taşımış olduğumuzu söylemeyeceğimizi garanti edebilir misin?»
Pierre buna yanıt veremedi. Daha doğrusu bir şey söylemek istemedi. Kendisine çok güvenen, işkenceye dayanabileceğini, ağzından tek sözcük bile çıkmayacağını böbürlenerek iddia eden birçok kimsenin dişleri delinip, tırnakları sökülmeye başlanınca nasıl bülbül gibi öttüğünü çok görmüştü.
Geoffroy ise, «Aslında yapılabilir.» dedi. Durdu. Bir an yine düşündü. «Yapılabilir ama tek bir koşulla.»
«Neymiş?»
«Hazinenin nereye götürüldüğünü hiç kimse bilmeyecek.»
«Biz biliyoruz ya!»
«Biz de bilmeyeceğiz. Belki sadece kimin alıp götürdüğünü bileceğiz, o kadar. Nereye götürdüğünü değil.»
Jacques anlayamamıştı. «Şöyle mi demek istiyorsun?» dedi. «İçimizden biri, diyelim ki Pierre, hazineyi alıp götürecek. Nereye götüreceğine de kendisi karar verecek ve bunu hiç ama hiç kimseye söylemeyecek. Bana bile... Bize işkence edecek, söyletmeye çalışacaklar. Belki çok acı çekeceğiz ama hazinenin yerini söyleyemeyiz. Çünkü zaten bilmiyoruz. Öyle mi?»
«Evet!» dedi Geoffroy, «Aynen öyle.»
Jacques, Pierre’in yüzüne anlamlı bir şekilde baktı.
Pierre, «Ben mi?... Hayır!... Ben bu sorumluluğu alamam. Bunu haznedarlar yapmalı.» dedi.
Ne demek istiyordu şimdi? Bu ne biçim laftı? Büyük üstat kendisini görevlendirecek, o ise buna karşı mı çıkacaktı? Böyle bir şeyin görülmüşlüğü mü vardı?
Jacques, «Şimdi benim yerimde bir başkası büyük üstat olsaydı, yanmıştın. İyi ki ben senin aslında ne demek istediğini anlıyorum.» diye düşündü. Sesini çıkarmadı. Dediğini kabul etmiş gibi göründü.
Sonrası “Oyun İçinde Oyun” başlıklı bölümde.