Şimdi şayet «İngiltere’nin tarihteki en ünlü kralı kimdir?» diye soracak olsam, kimileri hemen «Arthur.» diyebilir. Oysa Kral Arthur, İngiltere’nin değil, Britonların kralıdır yani Britanya’nın güneyine yerleşmiş olan Keltlerin... Zaten “Britanya” adı da oradan gelir.
Sözünü ettiğim dönem, 6. yüzyılın ilk yarısıdır. O tarihte henüz “İngiltere” diye bir ülke yoktu.
Kral Arthur, Britanya’yı İngiltere yapmak isteyenlerle savaşmıştır. Ancak tarihte gerçekten de böyle bir kral olup olmadığı ayrı konu... O bir efsanedir.
Zaten Britanya’nın o dönemine ilişkin tarihsel bilgiler efsanelerle iç içedir. Tarihçiler, Kral Arthur hakkında yazdıklarını somut veriler üzerine kuramamış, efsaneleri inceleyip, olayların olabilirliğini düşünerek oluşturdukları yorumları ortaya koymak zorunda kalmışlardır. Birinin anlattığı bir diğerininkini tutmaz.
Tarihçiler, efsane ile gerçek arasındaki ayırımı sağlamak ister. Britanya’nın 8. yüzyıl öncesindeki tarihi söz konusu olunca, bunun samanlıkta iğne aramak gibi bir şey olduğundan yakınırlar.
Avrupa’da Merovenjlerin 2. Dagobert adlı bir kralının tarihten silinip atıldığına, bunun yüzyıllar boyunca öyle kaldığına değinmiştim. Demek ki, bir kişinin tarihte “var” olup olmaması doğrudan gerçeğe bağlı değildir. Tarihin o dönemine her kim egemen ise, onun istemine ve yeğlemesine bağlıdır. Sadece halk arasında fısıltı yayınlarına engel olunamaz, o kadar.
Gerçi Britanya’daki durum biraz farklıdır ama sonuç olarak yarattığı kaygı aynıdır. Arthur adlı bir kralın tarihte mutlaka var olması istenmiştir. Gerçekten olsa da olmasa da...
İngiltere’de sonraki hanedanların soy ağacının gövdesini Kral Arthur’a dayandırmaları pek önemsenmiştir. Soy ağacının gövdesine Kral Arthur’un yerleşmesi demek, “kutsal kan”a yani Sangreal olgusuna sahip olmak demektir.
12. yüzyıl sonu ile 13. yüzyıl başlarında, o dönemde hayli tanınan Fransız tarihçi ve şair Chrétien de Troyes, Britonların bu efsanevi kralı Arthur hakkında birbiri ardınca beş ayrı romantik öykü yazmıştır.
Şimdi düşünelim ve anlamaya çalışalım: Bir Fransız şair, yüzyıllar önceki bir Britanyalı kral üzerinde niçin bu kadar çok durur?
Chrétien de Troyes, hemen hemen tüm öykülerinde mutlaka şu ya da bu şekilde “Kutsal Kâse” konusuna değinmiştir. Kral Arthur hakkında anlatılmış olan çeşitli öyküler de bununla yakından bağlantılıdır.
Bu öyküler, aradan geçen yüzyıllar boyunca epeyce değişime uğramıştır. Değişimler, bunların temelindeki tarihsel gerçek bakımından da kuşku yaratır çünkü aralarında önemli farklar, hatta çelişkiler vardır. Hiçbirinin baştan sona gerçek olmadığı bellidir ama hangisinin gerçeğe daha yakın olduğu belirsizdir.
Kral Arthur ile ilgili öykülerin farklı kültürlere göre yapılmış uyarlamaları, İskandinavya’dan İspanya’ya kadar birçok ülkede anlatılmıştır. Bunun da iki nedeni vardır. Biri, elbette gene Kutsal Kâse ile ilgili konudur. Diğeri ise, bu öykülerde üzerinde özenle durulan “şövalyelik” kavramıdır.
Avrupa’da Orta Çağın ilk birkaç yüzyılında şövalyelik, kimilerine göre bir altın dönem sergilemişti; asıl o sıralardaki şövalyeliğe “şövalyelik” denebilirdi. Bu kurum sonradan hem yozlaştırıldı hem de anlamını yitirdi. Kılıç taşıyan ve zırh giyen her atlı askere şövalye denir oldu. Daha sonraları ise ilgisiz kişilere bile sırf bir unvan vermiş olmak amacıyla şövalye niteliği yaraşır görüldü.
Özgün olarak, “şövalye” denilen kişi, bilgi ve becerilerini denemek, öz güven duygusu edinmek üzere serüven peşinde koşan bir savaşçıydı. Üstelik sadece bir savaşçı da sayılmazdı. Onurlu, dürüst, toplum içindeki ilişkilerinde düzeyli, yardımsever, herkesin saygı ve beğenisini kazanan bir kişiydi. Hem bileği hem yüreği güçlüydü.
Bu nedenle prensler, hatta krallar bile şövalye olmak isterdi. Ancak bunun için, bir şövalyenin yanında çömezliğe başlamak, yıllarca süren birçok evreden geçerek yetişmek, sonra çömezliğini ettiği şövalyenin silahtarlığını yürütmek, savaşma tekniğini öğrenmenin yanı sıra başkalarınca gıpta edilen sosyal bir kişi olarak kendini geliştirmek gerekirdi.
Yanındaki silahtarın şövalye olabileceğine, ancak o şövalye karar verirdi. Bunu diğer şövalyelere önerir, niteliklerini anlatarak onu savunur, onaylanırsa görkemli bir törenle şövalyeliğe getirilirdi.
Bir şövalyenin nitelikleri böyle belirtilince, bunun tarihsel bakımdan aşağı yukarı aynı dönemde Orta Asya’daki Türk boylarında çok önem ve değer verilen “yiğit” kavramıyla pek benzeştiği görülür.
Pendragon
5. yüzyılın ikinci yarısında, Britanya’da Uther Pendragon olarak da anılan bir Kelt kralı vardır. Asıl adı Aidan (Aediàn) olan bu kralın soyu, İsa’yı çarmıhtan indirmiş ve sonra Magdalena ile birlikte Languedoc’a göçmüş, İsa’nın oğullarını Britanya’ya Druidlerin yanına götürmüş olan Arimatealı Yusuf’a bağlanır. Rahiplik düzeni üzerine yerleşmiş ilk Britanya monarşisini kurmuş olan kişidir.
Aidan, 574 yılında Kelt Kilisesi’nin başındaki Saint Columba’nın eliyle taç giyerek tahta çıkmıştı. Bunun üzerine Katolik Kilisesi kızılca kıyameti koparmış, herhangi bir krala taç giydirme hakkının bir tek papa ya da onun yetkilendireceği bir kişi tarafından kullanılabileceğini ileri sürmüştü. Buradaki asıl sorun, Kelt Kilisesi’nin, öteden beri papanın otoritesini tanımayışıydı.
Saint Columba, çok güçlüydü. Papa, ona diş geçiremiyordu. Ancak o da bir insandı ve bir gün ölecekti. Katolik Kilisesi sabırla bekledi.
Gerçi Saint Columba, o tarihlerdeki ortalama insan ömrüne oranla hayli uzun yaşadı; bu arada üç papa değişti ama Katolik Kilisesi niyetini unutmadı. Britanya’ya Saint Augustine adlı bir piskopos gönderildi. Kendisini Canterbury başpiskoposu olarak ilan eden Saint Augustine’nin asal görevi, Katolik Kilisesi’nin öngördüğü Hıristiyan ilkelerini benimsetmekten önce, Kelt Kilisesi’ni yıpratıp dağıtmaktı.
Ancak Saint Augustine, sadece Britanya’nın güneydoğu bölgesinde, üstelik pek sınırlı düzeyde başarı elde edebildi. Adanın güneybatısı ile Galler, kuzey bölgeleri, İrlanda ve İskoçya, Arimatealı Yusuf’un ekmiş olduğu geleneklere bağlı kalarak, Katolik Kilisesi’ne karşı direniş gösterdi. Bunda, Britanya’daki kralların bir “ülke kralı” olmaktan çok “halkın kralı” oluşunun etkisi vardı.
Şimdi Kral Aidan’a dönelim ve o tarihlerde orada olan biteni olabildiğince basitleştirerek özetlemeye çalışacağım.
Kral Aidan, Tintagel dükü ile evli olan, üstelik ondan üç kızı bulunan Ygerna (Igraine) del Acqs adlı kadına âşık olmuştu. Dendiğine göre, Ygerna’nın annesi Vivianne’ın soyu, İsa ile Magdalena’ya dayanmaktaydı. Bir diğer deyişle Vivianne, Balıkçı Kralın kızıydı. (Balıkçı Kral konusunu ayrı bir başlık altında bulacaksınız.) Kral Arthur ile ilgili bazı efsanelerde ona “Lady of the Lake” (Gölün Hanımı) denir. Hangi gölün hanımı olduğunu az sonra göreceğiz.
Belki ne Aidan’ı ne de şu aşık olduğu Ygerna’yı duymuşsunuzdur. Ancak herhalde dönemin ünlü kahini Merlin ile ilgili bir şeyler anımsarsınız.
Elbette... Çünkü Merlin, Kral Arthur ile ilgili efsanelerde de baş rollerden birini oynar da ondan.
Merlin, Aidan’a hemen her konuda yardım ederdi. Yapılamaz gibi görünen birçok işi başarmasını sağlardı. Bu kez de bir entrika çevirmesine yardım etti.
Aidan, Tintagel dükünü öldürtüp, dul kalan karısıyla evlendi.
İşte Arthur, bu evlilikten doğan tek erkek çocuktur. Bu nedenle de Yahuda ile Benjamin ailelerinin soyunu birleştirmiş kutsal kanı taşıyan tek kişi sayılıyordu.
Merlin’in Kral Aidan’a yaptığı iyiliğin bir karşılığı vardı. Buna göre, oğlu olursa babasının yanından alınıp bir başka yere götürülecek, orada özel olarak yetiştirilecekti. Aidan, bunu aşkı uğruna kabil etmek zorunda kalmıştı.
Nitekim bir oğlu oldu ama ölünceye dek onu hiç göremedi.
Babası öldüğünde, Arthur henüz 15 yaşındaydı. Britanya, hayli zamandan beri bir yandan İskandinav asıllı olan Yutların, diğer yandan Danimarka asıllı Angıllar ile Alman asıllı Saksonların istila tehdidi altındaydı. Kelt halkını onlara karşı koruyabilecek güçlü bir krala gereksinme vardı.
Bundan sonrasına ilişkin birbirinden yer yer farklı çok sayıda efsanesel öykü var. Aralarında en popüler olanı şöyle:
“Kral Aidan’ın Ygerna’dan doğma kızları vardı ama bir de oğlu olduğu bilinmiyordu. Ölünce Britonların başına kimin geçebileceği konusu bir sorun haline geldi. Merlin ise, ölen kralın aslında bir oğlu olduğunu ileri sürdü.
Herkes Merlin’den çok çekinir, üstelik her dediğine inanırdı. Ancak bu kez hiç kimsenin ona inanası gelmedi. Hem daha buluğ çağı bile sona ermemiş olan bir genç nasıl kral olabilirdi?
Merlin, bir kayanın içine Excalibur adını verdiği iri bir kılıcı diklemesine sapladı. Bu kılıç sihirliydi; Briton halkını koruyacak ve savunacak kılıçtı bu. Hatta iyi kullanılırsa, sahibinin dünyanın hakimi olmasını bile sağlayabilirdi. Her kim bu kılıcı oradan çekip çıkarırsa bu ülkenin kralı, gelecekteki gerçek lideri olabileceğini kanıtlardı. Bunu da sadece asıl kral ailesinden gelme olan tek bir kişi başarabilirdi. Merlin, «Hodri meydan!» demişti.
Bu işi birbiri ardınca çok deneyen oldu ama nafile!
Sıra Arthur’a geldi. Kılıcı sapından şöyle bir tuttuğunda, sanki kınından çeker gibi kayanın içinden çıkarıverdi.
Bunun üzerine Merlin, Arthur’a doğrudan kendi eliyle taç giydirip onu Britonların kralı olarak ilan etti. İtiraz edebilen çıkmadı.”
“Excalibur” diye bir adı olan bu kılıç, Arthur ile ilgili efsanesel öykülerde en az onun kadar önemlidir. Hatta Excalibur olmazsa, anlatılan efsanelerin bir anlamı kalmaz. Bu bağlamda birçok anlatım vardır. Bir diğerinin özeti şöyle:
“Bir gün Gölün Hanımı (Vivianne), Avalon Gölü’nün ortasında belirdi. Elinde koskocaman bir kılıç vardı. Kılıcı göl kıyısındaki Arthur’a uzatıp, «İşte bununla kazanacaksın, çünkü sen kralsın.» dedi.
Arthur, birçok marifeti olan, harikalar yaratan bu sihirli kılıca sahip olunca, hiç kimse onun karşısında duramadı ve Britonların kralı olmasını da engelleyemedi.”
Efsanelerde bir de şuna özellikle dikkat çekilir: Excalibur, sadece Arthur ile bir araya geldiğinde büyük bir güç olmaktadır. Bir başkasının elinde sadece kaldırılması bile pek zor olan ağır bir demir parçası gibidir.
Kral Arthur’dan söz edince elbette onun yuvarlak masa şövalyelerine değinmeden geçilemez. Ancak onu ikinci bölüme bırakıyorum.