Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Bir Kayıkta Üç Kaçık - 6  (Okunma sayısı 2351 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 05, 2010, 05:41:14 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Ahi’nin dikte ettirişiyle başladık listemizi hazırlamaya.

Önce gelişigüzel yapıyorduk listeyi. Bir süre sonra Ahi «Bu böyle olmaz.» dedi, «Her şey karmakarışık oldu. Yeniden başlamalıyız. İki ayrı liste yapmalıyız. Birinde yiyecek içecekler, ötekinde diğer ihtiyaçlarımız.»

Emir büyük yerden. Başladık önceki listeyi ikiye ayırarak kopyalamaya.

Kopyalamakta sorun çıkmadı ama sanmayın ki bu iş öyle bir kerede yapılıp bitirildi. Her iki listeye de yazdıklarımızın birçoğunu bilmem kaç kez silip, yerine yenisini yazdık. Kimi zaman, az önce silip çıkarmış olduğumuz bir şeyi yeni baştan ekledik. İstediğin kadar yumuşak silgi kullan!... Öyle ki, sonunda siline yazıla kağıtların hepsinin fışırı çıktı.

«Bunları temize çekmeliyiz.» dedi Ahi, «Sen birkaç yeni ve temiz kağıt getirsen.»

Tam kağıt getirmek üzere odadan çıkmıştım ki yine seslendi arkamdan, «Bu kalemlerin de ucu körlendi. Bir de kalemtıraş getirmelisin.»

Sanki kendisi yazıyor da!

Dedikleri yapıldı çaresiz.

Temize çektik. Tam üç sayfa doldu. İkisi ihtiyaçlar, biri yiyecekler. Bunların belki birkaçı Ahi ile benim evlerimizden sağlayabileceğimiz şeylerdi ama çoğu için esaslı bir alış veriş yapmak gerekiyordu.

Alış veriş listemize elbette bir çadır ve iki şişme yatak katmıştım. Cemal yatakların sayısını üçe çıkardı. Nedenini sorunca bana göz kırparak, «Olur a, bakarsın biri patlar. Bir yedeğimiz de bulunmalı.» dedi. İşin aslı ise Ahi’nin de ister istemez gece çadırda yatmaya razı olabileceğiydi; belli.

Ahi ise yiyecek-içecek listesine öyle şeyler eklenmesini istedi ki, sanki tatile çıkmıyoruz da lokanta işleteceğiz.

«Olsun!» dedi, «Tedbirli davranmakta yarar var. Belki oralarda bulduğumuz yiyecekleri beğenmeyiz.»

«Doğru… Şayet sen her gittiğin yerde bir Urfa mutfağı arayacak olursan, aç kalırsın.»

Bu lâfıma içerledi ama bozuntuya da vermedi.

«Bak benim listede olmasını istediklerime.» dedi, «Bunların içinde hiç bozulacak, çürüyecek, kokacak bir şey yok. Çoğu konserve. Kullanmazsak geri getiririz.»

«O bakımdan haklısın da, geri getirdiklerimizi ne zaman nerede kullanacağız?»

Buna yanıt bulamayınca, yiyeceklerden birkaçının silinmesine zar zor razı oldu.

«Ancak, madem bunları çıkardık, şunu da çıkaralım o zaman.» dedi.

«Nedir o çıkaralım dediğin?»

Parmağını üzerine bastırmıştı. Baktım, “peynir.”

«İyi ama peynirsiz sabah kahvaltısı olur mu?» dedim.

«Olur, olur. Peynir çok sakıncalı.»

«Neymiş sakıncası? Sağlığa gayet iyi gelir.»

«Ben sağlıktan söz etmiyorum şu anda. Teknede buzdolabı var mı, yok mu? Sen bana onu söyle.

Bu o tekneyi ne sanıyor? Tam donanımlı bir yat mı? Üstelik o tarihlerde herkesin evinde bile bulunmazdı buzdolabı.

Ancak bu sorulası bir soru değildi. Durumu idare etmeliydim; hiç olmazsa şimdilik.

«Bilmiyorum. Olmayabilir.» dedim.

«İyi ya.» diye devam etti Ahi, «Diyelim ki buzdolabı yok. İşte o zaman teknenin her yanı peynir kokar. Öyle bir kokar ki, üstümüze başımıza da siner. Bu riski alamayız.»

Bu kez Cemal itiraz etti.

«Sabahları omlet yapacağız da.»

«Omlet?»

«Evet da! Beğenemedun mi?»

«Ben sabahları omlet yemem.»

«Sen yeme. Biz yeriz, değil mi la Yenal?»

«Evet, sabahları omlet yemek şahane fikir.» diye yanıtladım ben de. Oralarda taze köy yumurtası da buluruz, şöyle sıcak sıcak. Ummm!»

«İyi, yiyin omletinizi. Fakat peynirsiz.»

«Neden bu kadar karşısın şu peynire anlayamıyorum.»

«Düşünsenize… Bir doğu rüzgarı esiyor sabahları, peynir kokuyor. Akşam bir imbat çıkıyor, peynir kokulu.»

«Rüzgar esmezse?»

Ters bir şekilde baktı bana Ahi. Sevmemişti bu espriyi.

«Yahu anlamıyor musunuz?» diye diretti. «İkiniz de koskoca üniversite öğrencisi olacaksınız. Peynirin kokusu diğer yiyeceklerin tümüne girer. Sonra her ne yesen sanki peynir yiyormuşsun gibi gelir.»

Bu peynir tantanası çok uzun süreceği benziyordu.

Aslına bakarsanız, Ahi pek haksız da sayılmazdı. O an, başımdan geçmiş keyifsiz bir peynir macerası geldi aklıma. Gözlerimin önünden bir film şeridi gibi akıverdi.

      

Liseden mezun olduktan sonra ama üniversiteye giriş sınavından önce birkaç gün kafamı dinlemek niyetiyle İstanbul’a, orada oturan akrabalarımızın yanına gitmiştim. Aylarca durmak dinlenmek bilmeden har hur ders çalışmıştım. Ardından bitirme sınavlarına girmiştim. Şunu da eklemeli: O tarihlerde her bir dersten liseyi bitirme sınavına girilirdi. Çoğu yazılı, birkaçı sözlü. Bir ay içine yayarlardı bu sınavları; ortalama gün aşırı bir sınav. Ardından da üniversite sınavları gelirdi.

Yine o tarihlerde şimdilerde olduğu gibi öyle ortak üniversite sınavı yoktu. Her birinin kendi programı, kendi sınavı vardı. Hangisine gitmek istiyorsan onun kendi sınavına girerdin. Günleri tutuyorsa, birkaç ayrı sınava girebilirdin. Elbette İzmir’in olanakları bu bakımdan pek sınırlıydı. Ben akademiye girecektim.

Bir aile dostumuz, sınavdan önce bir iki gün dinlenmenin, bir değişiklik yapmanın başarı oranını çok artıracağını söylemişti. Babam olur demişti; benim de işime gelmişti.

Sınav tarihinden bir gün önce İstanbul’dan sabah erkenden kalkan Bandırma vapuruna binmiştim. Oradan İzmir’e bir otobüs bulurdum nasıl olsa.

Bandırma’ya indim. Otobüs yoktu. O tarihlerde öyle şimdilerde olduğu gibi her istediğiniz yere her istediğiniz saatte otobüs bulamazdınız. Ben Bandırma vapurunu karşılayan bir İzmir otobüsünün mutlaka olacağını sanmıştım. Yokmuş. Akşamaymış. Ohooo!... Gecenin bir vakti olur. Bizimkiler de benim akşama kadar dönüşümü bekledikleri için dokuz doğurur.

Tek bir şansım vardı; hemen bir otobüs kalkıyordu Balıkesir’e. Oradan daha kolay bulacağımı söylemişlerdi.

Peki, ne yapalım. Ver elini Balıkesir. Yarı yol sayılır.

Otobüs yol üzerinde Susurluk’ta durak yapmıştı.

Aaaa!... Yılmaz! Sınıf arkadaşım. Ne arıyor ki burada?

Meğerse o da İstanbul’a gidiyormuş. Oradaki üniversitelerin sınavlarına girecek, kazanırsa İstanbul’da okuyacakmış. Benim gelmiş olduğum vapurun dönüşüne yetişecekmiş.

«Sorma, yolda çok yağmur vardı.» demişti. «Otobüs ağır gelince bayağı korktum vapuru kaçırırım diye ama neyse daha vaktim var.»

«Ben de Balıkesir’den bineceğim İzmir otobüsüne. Bandırma’da yokmuş akşama kadar. Dönerken haberin olsun.»

«Yahu bak, ne iyi tesadüf… Seni Allah gönderdi, inan. Burada çok güzel peynir var. Şuradan iki kilo alsam da, bir zahmet bizimkilere götürüversen. Pek sevinirler. Sen de al istersen sizinkiler için. Buradaki gibi peynir bulunmaz İzmir’de.»

Otobüslerimiz kalkana kadar Yılmaz iki kilo peynir aldı. Bir kilo da ben alıverdim oldu olacak. Paketleri ayağımın altına yerleştirdim.

Balıkesire’e kadar bir sorun çıkmamıştı. Bizim peynirler uslu uslu oturmuştu ayaklarımın yanı sıra paketlerinin içinde.

Balıkesir’de otobüs garajına indiğimde, beni tatsız bir sürpriz bekliyordu. Hani Yılmaz’ın sözünü ettiği şu yağmur olayı vardı ya İzmir’den gelirken… İşte onun etkisiyle yolda bir heyelan olmuş. Onun için İzmir otobüsleri bekleyecekmiş.

Ne zamana kadar?

Heyelan temizlenip yol açılana kadar.

Ne kadar sürermiş bu?

Belli olmazmış. Belki birkaç saat, belki yarına kadar.

Hey, hooop! Yarın benim sınavım var ya!

Karnıma ağrı girmişti. Ne yapacaktım ben şimdi? Hay Allah!... Neden annenin sözünü dinlemezsin ki? Kadıncağız demedi mi ki sana, «Evladım, bir gün önce dön. Ne olur ne olmaz?» diye. İşte oldu olanlar.

Otobüs garajında ne yapacağımı bilmez halde, ona buna sorup oradan oraya koşarken, bir bey amca halime acımıştı.

«Oğlum, sen iyisi mi tren garına git.» diye salık verdi, «İzmir’e trenle de gidebilirsin.»

«Tren ne zaman vardır peki?»

«Bak onu bilemem. Fakat burada boşuna oyalanacağına atla, git, sor. Nasıl olsa otobüs kalkmıyor.»

Yapılacak en akıllıca iş oydu. Peki, nasıl gidecektim tren istasyonuna? Yakın mıydı bari?

Pek yürüme mesafesinde sayılmazmış. Hani yürüyerek gidilmez de değilmiş ama…

Bir taksiye binilecek anlaşılan. Pahalı mıdır? Olsun. Şimdi sıra onu düşünecek sıra değil.

Taksi?... Taksi falan yok.

Yahu otobüs garajı değil mi burası? Şayet burada taksi bulunmazsa nerede bulunacak?

Varmış olmasına da, birkaç taneymiş Balıkesir’de. Pek taksi kullanılmazmış buralarda.

Şimdilerde artık öyle değildir kuşkusuz ama ben burada elli küsur yıl önceden söz ediyorum.

Fayton varmış.

Tamam canım, o da olur.

Atladım faytona. Sürücüye «Kaça götürürsün?»falan diye sormadım hiç. Artık kaçaysa kaça! Yeter ki tren olsun.

Olay faytonda başladı. Daha binerken önceleri sümsük sümsük duran atlardan biri canlanarak, şöyle benden yana bir dönüp derin bir kişneme attı. Garajdan çıkıp da köşeyi döndüğümüzde, peynirlerin kokusu havaya pek bir yayılmış olsa gerek ki, her iki at birden âdeta şaha kalkıp koşturmaya başladı. Faytoncu da pek şaşırmıştı bu işe. Dizginleri çekip, «Bırrıs, bırrıs!» diye ya da ona benzer bir lâfla sesleniyordu ama hayvanların dinleyesi yoktu.

Az sonra, tırısa kalkınca peynirin dışarıya vuran kokusunu yitirmiş olsalar gerek ki, yola düzüldüler. Fakat tren istasyonuna gelip, ben faytondan indiğim zamanki halleri görülmeye değerdi doğrusu. Bulmuşlardı peynir kokusunun nereden geldiğini. Faytoncu bıraksa, arkalarındaki araba ile birlikte üzerime çıkacaktı her ikisi de.

İşin garip yanı, bunu şimdi böyle anlatıyorum ya, o sırada hâlâ olup biteni anlayamamıştım. Bu dediklerim sonradan dank etti kafama.

İstasyona girer girmez, bir elimde valizim, diğerinde peynir paketleri, gişeye koştum.

«İzmir’e ne zaman tren var acaba?»

Gişe memuru bir başka türlü baktı suratıma, başını sağa sola sallayarak.

«İki saat sonra.» dedi, pek sert bir sesle.

«Peki, bir gidiş lütfen. Öğrenci.»

Kimliğimi cebimden çıkarıp gösterdim.

Verdiğim paraya bir baktı. Kokladı. Yüzünü buruşturdu. Paranın üstü ile bileti gişenin deliğinden fırlatır gibi attı.

Ne ters herif!... Trene bindiğim pek yoktur benim. Tüm TCDD memurları bunun gibi suratsız mı acaba?

İki saat!... Ne yapacağım ben şimdi burada?

Aklıma gelen bir başka şey daha vardı ama o aksi tavrı nedeniyle soramamıştım gişe memuruna. “Tren İzmir’e ne zaman varır?” Sınavım var yahu yarın.

Bu istasyonlarda tarife çizelgesi bulunurdu herhalde.

Tamam, işte orada.

Çizelgeyi taradım. Kalkış varış saatleri gösterilmişti. Benim tren, gece yarısı varacaktı İzmir’e.

Oh!... Geç sayılır ama buna da şükür.

Ya gecikirse?... Bu trenler de hep gecikirdi bildiğimce.

Olsun! Ne kadar gecikirdi ki ötesi? Altı saat gecikse bile fark etmez. Ha gece yarısı varmış, ha ertesi sabah. Zaten bu gece uyuyacak değiliz.

Bizimkileri bir telefonla arasam da durumu bildirsem. Merak ederler şimdi.

Telefon jetonu gerek. O zamanlar öyleydi. Böyle bir yanında iki ötekinde tek kanalı olan telefon jetonları vardı. Şimdilerdeki gibi öyle kart falan değil. Aslında aynı şey… Tek farkla ki, art arda birkaç jeton birden atmak gerekirdi uzun ya da şehirlerarası konuşmalarda.

Jeton nerede bulunur ki acaba?

O sırada biri geldi. Bana şöyle ters ters bir baktı, yukarıdan aşağıya süzerek. Birine bir telefon açıp konuştu.

Konuşmasını bitirir bitirmez, yakaladım.

«Af edersiniz, jeton nerede bulunur acaba?»

Bir şey demedi. Suratıma ters ters bakarak dışarıyı işaret etti. Bir yandan da burnunu tutuyordu.

Dışarıya çıktım. Orada bir büfe vardı.

«Jeton bulunur mu acaba?»

«Küçük mü büyük mü?»

«Şey… Bilmiyorum. İzmir’i arayacağım da…»

«Büyük o zaman. Kaç tane?»

Yeter diye düşünüp, iki jeton aldım.

Aklımdan uçup gitmişti şehirlerarası telefon konuşmasının ne zor olduğu. Şimdi buna gülüp geçeriz belki ama o tarihlerde çok zahmetliydi iki dakikalık bir telefon görüşmesi bile.

Jetonlar işe yaramadı. Yuttu makine.

İki tane daha aldım. Onları da yuttu. Bir de bu dert vardı işte.

Gözüme istasyonun bitişiğindeki PTT ilişti. Tamam, oradan arayabilirdim.

PTT memuru da garip garip baktı suratıma. Burnunu tutuyordu. Ne oluyor bu Balıkesirlilere ya!... Burada âdet mi bu? Neye burunlarını tutup duruyorlar konuşurken?

Yarım saat bekledim bağlanana kadar. İyi sayılır. Bir şehirlerarası telefon için birkaç saat beklemek bile olağandı. Bu işi jetonlar nasıl becerecektim? O hiç aklıma gelmemişti.

Anneme telefonla durumu bildirdikten sonra dosdoğru istasyonun tuvaletine attım kendimi. Kirliydi. Leş gibi idrar kokuyordu. Lavabonun üzerinde çatlak bir ayna vardı. Kendimi şöyle bir gözden geçirdim. Ne var yani? Öyle Alain Delon kadar falan olmasa da, yakışıklı sayılabilecek bir delikanlı işte. Hem üstü başı da düzgün ve temiz.

Çıktım. Acıkmış olduğumun farkına varmıştım.

Yine o büfeye gidip, bir paket bisküvi ile bir şişe gazoz aldım. Şişeyi açtırdım. Çünkü o tarihlerde gazoz şişesi, ancak gazoz açacağı ile açılabilirdi. Kimileri dişiyle açardı. Hatta bir ara bana «Var mısın yarışa?» demişlerdi de, ben hemen yok olduğumu söyleyivermiştim. Neme gerek! Diş kırılması riski bir yana dursun, namımı mı kirletecektim bir gazoz şişesini öyle dişle açma yarışmasına girerek?

Bir elimde valiz, ötekinde peynir paketleriyle bisküvi paketi ve açılmış gazoz şişesiyle, şişeyi düşürmemek ya da içindekini dökmemek için olasıya özen göstererek istasyona dönüp, bekleme salonundaki banklardan birine oturdum.

Bisküvi paketini açtım. Gazozumu ona eşlik ettirerek, afiyetle yiyip, açlığımı gidermeye giriştim.

Tam karşımdaki bankta bir yaşlıca çift oturuyordu. Bir bana, bir birbirlerine baktılar. İkisi de burunlarını tutarak kalkıp çıktılar bekleme salonundan.

Hoppala!... Yine aynı şey.

Bisküvi ile gazozumu bitirdim. Şimdi çevrede kimse olmadığı için bir güzel de geğirdim, üstünüze afiyet.

Şimdi bu şişeyi büfeye geri götürmek gerekiyordu. Adama söz vermiştim getireceğim diye; o da bana güvenip şişe depozitosu almamıştı.

Kalktım. Valizimi burada bırakamazdım. Bir dakika sürmezdi büfeye gidip gelmek ama olsun. Gidip gelmiş ve bir de bakmışsın ki, valizin yerinde yeller esiyor. Çok dinlemiştim böyle acıklı öyküleri.

Valizimi almış ama peynir paketlerini orada unutmuştum.

Yine çıktım istasyondan. Şişeyi geri verdim. Şöyle bir tur attım istasyonun önünde; ne de olsa daha bir buçuk saat vardı trenin gelmesine. Biraz vakit öldürebilirdim.

Neden sonra birdenbire peynirler aklıma geldi. Hay Allah! Nerede bıraktım ben bunları ya? Tamam, bekleme salonunda.

Telâşla koşturdum oraya.

Tam girecektim ki, kapının ağzında sarsılıverdim.

Burası ne biçim bir kokuyordu böyle ya! Dayanılamaz. Tuvalet daha iyi.

Peki ama ben biraz önce burada oturmamış mıydım?... Yoksa bir başka bekleme salonu daha vardı da, yanlış bir yere mi gelmiştim?

Etrafıma bakındım. Evet, öteki yanda da vardı ama ben o yana hiç gitmemiştim ki!..

Burasıydı işte. Aklımı kaçıracağım.

Ağır ağır girdim bekleme salonuna. İşte orada, az önce oturduğum yerde duruyordu peynir paketleri. Kesif koku o yandan doğru saçılıyordu.

İşte şimdi anlaşılmıştı mesele; herkesin niçin burnunu tutup bana ters ters baktığı.

Yapılacak tek şey vardı: Peyniri açık havaya çıkarmak.

Bir atılışla paketleri yakaladığım gibi istasyonun dışına koşmuştum; bir elimde de bir türlü bırakamadığım valiz.

Neyse, dışarıya çıkınca peynirlerin kokusu kesilmiyorsa da azalıyordu. Hafif de rüzgar vardı. Esinti arkandan gelirse sorun yok; karşıdan gelirse yıkılabilirsin.

Bir an peynirleri çöpe atmak geldi içimden. Benimkisi neyse ne ama arkadaşımınkini de atamazdım ya!

Valizimde bir naylon torba vardı. Kirli çamaşırlarımı koymuştum içine. Kirli çamaşırlar açıkta dursa da olurdu valizde. Torbaya ihtiyacım vardı benim şimdi. O tarihlerde öyle istediğiniz yerde hemen bir naylon torba bulamazdınız.

Valizi yere yatırdım. Tam açacaktım ki, «Ya peynirlerin kokusu bir de valizin içine girerse?» diye endişelendim. Belki aptalca bir düşünce ama paniklemiştim bir kere.

Peynir poşetini götürüp az ileriye bıraktım; rüzgarın esinti yönünü göz önünde tutarak. Sonra valizi açtım; kirli çamaşırları naylon torbadan kurtarıp serdikten sonra kapattım.

Peynir paketlerini torbanın içine sokuştururken o kadar istemiştim ki o anda bir gaz maskemin olmasını… Bereket torba yeterince büyüktü. Ağzını burup, sıkıca düğümledim. Peynir kokusu azalmıştı. Hiç yok değildi ama azalmıştı.

Ellerimi kokladım. Pöfff! Paketleri tutmak bile yetmişti anlaşılan.

Yine o leş gibi idrar kokan tuvaletin yolunu tuttum çaresiz. Çeşmede su vardı da, sabun?

Ha ha ha! Anadolu’da bir tren istasyonunun leş gibi idrar kokan tuvaletinde sabun arıyor salak!

Sırf su ile yıkadım ellerimi. I-ıh! Yararsız.

Valizi açacağız yine. Orada benim tıraş sabunum var. Tıraş sabunu, mıraş sabunu. Sabun sabundur. Biliyorum, altta olacak; çıkarmalıyım.

Peki ama yerler de leş gibi burada. Yatıramam valizimi bu pis yere.

Peynir torbasını tuvalette bırakıp çıktım. Valizimi temiz bir yere yatırıp açtım.

İşte şimdi asıl sorun başlıyordu. Ellerimi giysilerime falan dokundurmadan nasıl ulaşacağım o tıraş sabununa?

Şimdi birisini çağıramam ya, lütfen bana şu valizin dibindeki tıraş sabununu çıkarıp versin diye.

Ne yapmalı?

“Amaaan be!” diye geçirdim içimden. “Ötesi bunların hepsi kokarsa yıkanır ya da kuru temizlemeciye gider.”

Sağ elimi valizin içine, dibine daldırıp, tıraş sabununu bularak çıkarmam bir oldu. Hemen kapattım valizi.

Haydi, yine o leş gibi idrar kokan tuvalete.

Ellerimi yıkadım. Pek âlâ oluyormuş işte. Üstelik bir de hoş koku yayıldı ortalığa.

“Yüzümü gözümü de yıkasam mı?” diye düşündüm. İyi olurdu ama neyle kurulanacaktım ki? Hele bir de cebimdeki mendil çekerse peynir kokusunu?... Kalsın!... Ben farkında değilim ama kokuyorsam kokuyorum zaten.

Tuvaletten çıkarken, tıraş sabununu orada bırakmıştım. Hem başkasının da işine yarar hem oradaki idrar kokusunu biraz giderir diye.

Şu istasyondan bir an önce kurtulmak istiyordum. Sanki her bir yanı peynir kokuyor gibi geliyordu bana. Neyse ki az sonra İzmir treni girmişti gara.

Yerim numaralıydı. Kolayca buldum kompartımanı.

Pencerenin yanında iki kişi oturuyordu karşılıklı. Belki ben yaşta, belki biraz daha büyük. Neredeyse sıfır numara saç kesimliydiler. Benim ise saçlarım uzundu; o sırada pek modaydı. Sonradan öğrendiğime göre asker arkadaşıymış bunlar; İzmir’de Narlıdere’de yapıyorlarmış askerliklerini. İzinden dönüyorlarmış.

Selam verdim; «Aleykümselam.» diye aldılar.

Babamdan öğrenmiştim bunu… Öyle Mevlûdun yazarı Süleyman Çelebi’nin ta bilmem ne tarihinde önerdiği gibi hemen “Merhaba!” yokmuş. Anadolu’da, hele halk arasında sökmezmiş bu. Hemen yadırgarlarmış seni. Önce paşa paşa “Selamınaleyküm!” diyecekmişsin; onlar da sana “Aleykümselam!” diye karşılık verecekmiş. Merhabalaşma faslı sonraymış. Önce onlar sana “Merhaba!” diyecekmiş ama her biri ayrı ayrı. Sen de her birine ayrı ayrı cevap verecekmişsin “Merhaba!” diye… Böyleymiş bizim insanımızın geleneği. Bunu değiştirmeye kalkışmanın da âlemi yokmuş.

İyi ki hatırlamıştım babamın bu öğüdünü. Tam da onun dediği gibi oldu kompartımanda.

İlk selâmlaşma faslından sonra, üstteki rafa yerleştirdim valizimi; elbette o peynir torbasını da. Üstüm başım kokuyor muydu bilmiyorum ama bu ikisi herhangi bir tepki göstermemişti. Kim bilir, belki asker olduklarındandı. O tarihlerde bir de “asker kokusu” diye bir şey vardı. Ne yapsındı Mehmetçik? Askeri birliklerde öyle kısıtlıydı ki yıkanma olanağı.

Oturdum.

Tam da babamın dediği gibi; merhabalaştık.

Çok geçmeden hareket etti tren. Saatime baktım. Eh, on dakika gecikme, gecikmeden sayılmaz.

Az sonra bizim iki asker arkadaş bir azık çıkardı ortaya. İki somun ekmek, biraz da zeytin.

«Buyur arkadaşım, yemek yiyelim.» dedi biri. «Artık Allah ne verdiyse.»

Yani şimdi böyle konmak olur mu hiç katkısız.

«Bende peynir var. Hem halis Susurluk.» diye atıldım. Kalkıp raftan peynir paketlerinin bulunduğu torbayı indirdim.

Biraz kokuyordu ama çok sayılmaz. Üstelik yiyecektik peyniri şimdi, koklamayacaktık.

Onlar da sevinmişti. «Sağol arkadaş.» dedi biri.

Torbayı pencerenin önünde masa niyetine kullanılan konsolun üzerine koymuştum. Atmış olduğum düğümü çözmeye çalıştım. O kadar sıkıştırmışım ki meğer, çözmeyi beceremedim bir türlü.

«Sence sakıncası yoksa keselim.» dedi biri.

«Olur.»

Çakısını çıkardı. Tam torbayı kesmek üzereydi ki, aklım başıma geliverdi. Peki ama torba kesilince bir daha nasıl kapatacaktım ki?... Ona düğümün altından kesmesini söyleyecektim; sonra bir ip falan bulur bağlardık.

Geç kalmıştım.

Cırt diye yarıverdi torbayı bizim asker.

Sıra içindeki paketlerden sadece benim olanı çıkarmaya gelmişti; ötekini Yılmaz’ın ailesine götürecektim çünkü.

Bir saniye geçti.

İki saniye geçti.

Üçüncü saniyede üçümüz birden öğürerek kendimizi kompartımandan dışarı attık. Hangimizin aklına geldiyse ardımızdaki kapıyı da çekip kapatmıştı.

Şaşkınlık içindeydi iki asker.

«Ne vardı onun içinde?» diye sorabildi biri zorlukla, bir yandan da öksürerek.

“Peynir.” diyeceğim, olmayacak. “Öğürtme bombası” desem alay ediyorum sanacaklar.

Hani şu nümayişlerde falan su sıkıyor ya da gaz bombası atıyor ya polisler insanların üzerine onları dağıtmak için… Oysa işte bakın, kokmuş Susurluk peyniri bu işi çok daha etkili bir tarzda gerçekleştirirdi. Şimdi bunları yazarken daha yakın tarihlerdeki şu ünlü kokuşmuş “Susurluk Olayı”nı da anımsadım ister istemez.

Bu işin sorumluluğu bana aitti.

«Arkadaşlar. Kusura bakmayın. Galiba peynir kokmuş. Siz o işi bana bırakın lütfen.» dedim.

“Kokmuş” lâfı pek hafif kaçmıştı ama ne denir?

Mendilimi çıkarıp, yüzüme sardım. Kompartımanın kapısını açıp içeriye girmemle kapatmam bir oldu. Doğru pencereye yüklendim. Bereket kilitli değildi de açılıverdi. Peynirlerin kokusu, dışarıdan içeriye dolan temiz havadan bile tınmıyordu.

Torbayı kaldırdığım gibi pencereden fırlatıp attım.

Oh!.. Kurtulmuştuk.

Fakat kondüktör biletleri kontrol etmeye geldiğinde, yüzünde pek buruşuk bir ifade oluşmuştu.

      

«Peki, peyniri çıkarıyoruz.» dedim; tartışma bitti.

Bitti de, arkasından bir diğeri daha geldi.

«Şimdi oradan bir kalem daha sileceğiz. Daha doğrusu iki kalem.» dedi Ahi.

«Onlar neymiş?»

«Tereyağı ile zeytinyağı.»

Birincisini anlamak kolaydı. Teknenin özelliklerini hiç bilmediği halde haklıydı. Eriyip ortalığı rezil ederdi.

Fakat zeytinyağı konusunda Cemal dehşetli bir direniş gösterdi. O da haklıydı. Zeytinyağı olmayınca tavada ne kullanacaktık?

Sonunda Ahi bunun kesinlikle tenekede değil, şişede olup, tapasının da çok sıkı kapatılması koşuluyla razı oldu.

Cemal, «Bir de piknik tüpü almayı unutmayalım.» dedi.

«O ne olacak?»

«Çay yapacağız da!»

«Demek bir de çaydanlık ile demlik gerek o zaman.»

«Elbet.»

«Sadece çay için mi alacağız tüpü?»

«Yemek de pişiririz icabında. Zeytinyağı onun için.»

«O zaman bir de tencere alalım mı?»

«İyi olur. Hatta bir de tava.»

Bu iş biraz fazlaya kaçmaya başlamıştı.

Ahi söylendi. «Bunlara hiç gerek yok. Hadi Cemal’in çayını kabullenelim. Fakat ötekiler fuzulî. Dedik ya, hazır yemek alacağız diye.»

Cemal «O zaman tuttuğumuz balıkları biz ikimiz yeriz taze taze. Sen de konserveye yatarsın.» deyince, Ahi bir an düşünüp Cemal’in listeye eklenmesini istediği kap kacağın alınmasına razı oldu. Ancak bir noktada itirazı vardı: «Bakın, bunların hepsini siz taşırsınız. Ben karışmam. Ona göre.» diye tavır koydu.

İş taşımaya kalsındı. Eksiğimiz olmasındı da…

İhtiyaç listesinde neyin eksik olduğuna bakmaya sıra gelince, Ahi her zaman olduğu gibi yine bilgiçlik taslamaya girişti. «İkinizin de aklına gelmemiş olan bir şey var. Hatırlatayım… Ya yağmur yağarsa?»

«Bunu daha önce de söylemiştin.»

«Evet ama o siz çadırda iken yağacak yağmur içindi. Teknede, sonra kıyıda otururken falan yağmur yağarsa?»

Bu adamı da hiçbir zaman mutlu edemezdiniz. Bir şeyi kendisi yaparsa her bakımdan tamam olurdu da, başkasının yaptığı bir şeyde mutlaka bir noksanlık bulunurdu.

Ancak haksız sayılmazdı. Hadi diyelim ki denizdeyiz ve ıslansak bir sorun olmaz. Ne kadar yağmur yağarsa yağsın bu mevsimde geceleri bile sıcaklık çok düşmez. Eh, isteyen çantasına bir kazak ya da yağmurluk gibi bir şey atabilir. Kıyıda yağmur yağarsa, çadıra girersin, olur biter. Ancak, Ahi’nin o felaket senaryosunu bir yana bıraksak bile, çadır ıslanınca ne olur; onu düşünmeli. Demek ki, yağmurda su geçirmeyen bir çadır almalı; varsa... Zaten o zaman Ahi’nin çizdiği varsayımsal karikatür bile çöker.

Bu sorun da öyle çözümlendi. Ahi isterse bir de şemsiye taşıyabilirdi. Kendi bileceği iş. Cemal ile bana sorarsanız, yağmur bize dokunmazdı. Soylubey’e göre de hava hoş.

Cemal, «Şu listeye bir bakayım da!» diyerek eline aldı. Sonra, «Biliyor musunuz, biz çok yanlış bir iş ettik.» dedi.

«Ne gibi yanlış?»

«Biz buraya neye ihtiyacımız olabileceğini düşündükse onu yazıp listeledik.»

«Ya ne yapacaktık?»

«Önce olmazsa olmazları düşünecektik.»

«Ne fark eder?»

«Farkı şu ki, liste boşu boşuna şişti.»

Ahi ile ben birbirimize baktık.

«Cemal haklı.» dedi Ahi, «Her iki listeyi de ikiye ayıralım. Birisi mecburi, diğeri ihtiyari olsun.»

«İtiyari ne demek?» diye sordu Cemal. «İt, Soylubey.»

Adının geçtiğini duydu ya... Kulaklarını dikti bizimki.

Ahi Cemal’in yüzüne dikkatle baktı; ciddi mi soruyor, yoksa dalga mı geçiyor diye. Cemal’in yüzünde kıpırtı yoktu. Ciddiydi. Bu kelimeyi ilk kez duyuyordu belli ki.

«Bir kere itiyari değil, ihtiyarî.»

«İhtiyarlarla mı ilgili yani?»

«Hayır. Alâkası yok. Mecburî değil de isteğe bağlı olana ihtiyari denir.» diye açıkladı Ahi. Meselâ bir otobüs ya da troleybüs durağı vardır. O mecburî duraktır. Mutlaka durulacaktır. Bir diğerinde sadece yolcu varsa durulur; işte o ihtiyarî duraktır. Hiç görmedin mi şehirde?»

«Öyle desene.» diye yakındı Cemal.

«Yahu mecburiyi anlıyorsun da ihtiyariyi niye anlamıyorsun. Ben de bunu anlamıyorum. Her kelimenin bir zıt anlamlısı vardır.»

«Ha ben köy çocuğuyum da.» diye kendini savundu Cemal. «Duymamışım daha önce. Dikkat de etmemişim duraklara. Ayıp midur?»

«Okulda da duymadın mı?»

«Mühendislikte öyle iytiyari falan geçmez. Bir şey ya vardır ya yoktur.»

«Bak yine yanlış söyledin kelimeyi.»

«Eeee!»

Kızmıştı Cemal. İkisinin arasına girme gereği duydum. «Atışmayı kesin. Ayıp falan değil bu. İşte şimdi öğrendin. Senin bildiğin birçok şeyi de Ahi bilmiyor olabilir.»

«Hah, şöyle. Yola gel.»

Rahatlamıştı Cemal.

Cemal rahatlamıştı da, rahatsızlık sırası Ahi’deydi.

«Ne dedin, ne dedin bakayım sen öyle? Bir daha söyle. Ben neyi bilmiyormuşum?»

Şimdi de bunun damarına basmıştık. Hemen çark edip, bir dönüş yolu bulmak gerekiyordu.

«Yani diyorum ki, biz de bu adamın o hesaplarından falan anlamıyoruz. Yok efendim karenin kökünün bilmem kaçıncı kuvveti falan. Herkes kendi sahasında uzman.»

Ortalık yatışmıştı. Konumuza dönebildik.

«Herkes kendi şahsi eşyasını kendisi ayarlayacak.» diye bir kez daha hatırlattı Ahi.

Bunun altında bir şey vardı mutlaka.

İşi sansa bırakmamak için sordum.

«Ne demek istedin sen şimdi?»

«Yani diyorum ki, herkes kendi diş fırçasını, macununu, tarağını, tıraş malzemesini, Cemal tıraş olmasa da olur, mayoları ile yeterli sayıda havlusunu kendisi düşünmeli.»

Arada yine bir lâf sokuşturuvermişti Cemal’e.... Kendisi her gün mutlaka tıraş olduğu için, ona hep takılırdı bir karış sakalla geziyor, kızlar da zaten işte bundan ötürü ona yüz vermiyor diye...

Mayolar, tek bir mayo değil mayolar ile yeterli sayıda havlu…

Sanırdınız ki, bir hafta boyunca her gün denize girip yüzeceğiz. Biri kururken öteki kullanılacak.

«Değil mi ama?» diye kendisini savundu Ahi. «Tatile çıkmışız. Sabah erkenden, kahvaltıdan önce tertemiz, pırıl pırıl denize dalmak kadar zevkli ne olabilir?»

«Tamam, herkes gerek deniz için gerek üstüne giymek üzere ne alacağını kendisi düşünür. Fakat bazı şeylerimiz de ortak olmalı ve listeye eklemeliyiz.»

«Ne gibi?» diye itiraz eder bir tarzda sordu Ahi. Ona göre, dikte ettirdiği liste tamamdı çünkü.

«Örneğin sabun.» dedim ben de. «Diş fırçasını anlarım ama herkesin kendi sabununu da kendisinin getirmesi kadar abes bir şey olamaz bence.»

«Abarttın ama!»

«Hiç de değil. Hatta ben derim ki, bak hiç düşünüp de söylemedin bu, bir leğen ile biraz da deterjan alalım.»

«O niye?»

«Yahu, felâket senaryolarını kurup duran sen değil misin?... Diyelim ki öyle bir şey oldu ki, kirlendi üstümüzdekiler ve yıkamak zorunda kaldık.»

«Tatilde bir de çamaşır mı yıkayacağız?»

«Gerekirse yıkarız.»

«Ben çamaşır yıkamam. Her şeyimin yedeğini alırım.»

«Peki, öyle yap. Fakat sen değil miydin az önce yemek listesini düzenlerken tedbirli olalım diyen? Belki bu da gerekir. İstersen ihtiyarî listeye koyalım ama koyalım.»

Cemal atıldı, «Bak aklıma getirdiniz.» diye. «Çamaşır sonraki iş. Fakat bulaşık leğeni ile deterjanı mecburî.»

Ahî başını sağa sola salladı hoşnutsuz bir tarzda. Çünkü şu yemek pişirmek fikri onu başından beri rahatsız etmişti.

«Onlardan daha önemli bir şey var ama hadi ben onu alırım ve isterseniz size de koklatırım.» dedi Ahi.

«Neymiş?»

«Ayakkabı boyası, cilası ve fırçası.»

«Ne yani?... Sen şimdi bu tekne ile çıkacağımız tatile bir çift iskarpinle mi geleceksin?»

«Yok canım. Bir çift de yedek alırım elbette.»

Ahi’nin ilk kez böyle salaklaştığını görüyordum.

«Tekne ile gidiyoruz oğlum tekneyle. Asıl lastik ayakkabı falan gerek. Ne iskarpini?»

«Bilir misin?... Belki bir yerde piyasaya, dansa, kız tavlamaya falan çıkarız…»

«Uyyy!... Kızlar mı?» diye daldı Cemal.

Onunla uğraşacak halim yoktu şimdi. Hele Mahmut beyin ne dediğini söylesem, çıldırırdı.

Ahi’ye döndüm.

«Arif Hikmet İyibilen. Yahu bazen seni anlayamıyorum. Sen demedin mi ki, dinleneceğiz. Hem bedenimizi hem de kafamızı dinlendireceğiz?»

«Herkesin kendine göre farklı, özel bir dinlenme tarzı olabilir.» dedi Ahi, afilli bir biçimde.

Öyle ya!... O akşamları otel ya da pansiyona gidecekti. Geceleri bizden ayrı kalacaktı. Kim bilir neler kuruyordu kafasının içinde.

ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
1 Yanıt
4734 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 20, 2010, 03:04:27 ös
Gönderen: popperist
1 Yanıt
3256 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 28, 2015, 11:57:54 ös
Gönderen: Melina
0 Yanıt
2757 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 27, 2010, 03:00:04 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2983 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 28, 2010, 06:51:48 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2721 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 30, 2010, 05:08:09 ös
Gönderen: ADAM
3 Yanıt
4315 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 16, 2011, 07:25:15 ös
Gönderen: oya
0 Yanıt
2937 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 08, 2010, 09:40:42 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2381 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 16, 2010, 10:47:13 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
3960 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 12, 2016, 04:15:04 ös
Gönderen: Herakles