Baktım ki Özer Baysaling’in FANTASTİK adlı kitabının “Dergâh” başlıklı bölümü hayli ilgi çekti; bu kitaptan birkaç bölüm daha aktarayım dedim. Ancak “Hermes” başlıklı bu bölüm korkarım kısmen forum kurallarına aykırı düşer/düşebilir çünkü doğrudan masonik ritüellerden söz etmeler var. Onun için, biraz kırpma yaptım; ne şiş yansın ne kebap diye.. Ancak yapmış olduğum o kırpma bu bölümün güzelliğini bozmaz. Bunu forumun bu bölümüne koyuşumun nedeni de, ezoterizm ile ilgilenenler için daha çekici olabileceğini düşünmemden ileri geliyor.
………….
M.Ö. 15. yüzyılda, Mısır’da Nil kıyısında, Firavun Tutmosis’in Karnak’taki tapınağındaydım.
Tapınak, kıyısında çiftçilerin tarım yaptığı, develerin dolaştığı, yemyeşil, zümrüt gibi akan bereketli Nil’in boylu boyunca oluşmuş ovanın az ilerisindeki tepede, palmiyeler ve çiçeklerle bezenmiş geniş bir bahçenin ortasındaydı. Tapınağa görkemli sütunlar arasından geçen uzun taş basamaklarla çıkılıyordu.
Ailemin asıl kökeni oradaydı. Sonradan Anadolu’nun güneybatısındaki Myndos bölgesine göç etmiştik.
Karnak’ta gizli inisyasyonlar ve gizemli ritüeller uygulanıyordu. Örgütün adı “Büyük Beyaz Kardeşlik” idi. Bilimsel nitelikli bilgileri öğrenip bilgelik edinerek, bunları belli ölçüler çerçevesinde dünyaya yaymaya çalışıyorduk. Musa, Homer, Pisagor, Platon gibi birçok ünlü filozof ve din adamı bilgilerini bizden alacaktı.
Gizliliğin simgesi “gül” idi. Sırlarımızı simgeler kullanarak anlatıyorduk. Akıl, sezgi ve doğaçlama ile bilgiye ulaşılıyordu.
Bu arada başka boyutlara da gidip geliyordum. Araya girenlerden birçoğu Hermetizm’den söz ediyordu.
Eski Mısır’da doğup birçok kültürü etkilemiş, Ortadoğu’ya yayıldıktan sonra Batı Anadolu’ya da geçmiş olan Hermetizm, şu an üzerinde bulunduğumuz bölgede de etkili olmuştu.
Benimle iletişim kuran ruhlardan biri hayli kısık bir sesle ve boğuk bir derinlikle bir şeyler anlatıp, anlamlı mesajlar veriyordu. Kim olduğunu pekiyi anlayamamıştım ama büyük olasılıkla ilâhi kelamın efendisi, sırların sahibi, ermişlerin ermişi Hermes’ti; Yunanlıların dediği üzere Trismegistus yani Üç Kez Güçlü.
Çın!
O ses de neydi öyle?... Orkestraların, ara sıra -yapıt gerektiriyorsa- kullandığı üçgen biçimindeki zilin sesi gibi…
Yafes Bey’den gelen bir düşünce kırpıntısı…
Anlamalıydım. Masonlukta bir simge olarak eş kenar üçgene çok önem veriliyormuş.
Şöyle dedi:
«Masonluğa girişimden üç veya dört sene sonraydı. Artık ben de ilerlemiş ve üstad olmuştum. Her derecenin kendine göre bir tedrisatı ve çok güzel mesajları vardı.
Bir gün locamızın üstad-ı muhteremi bana Masonlukta daha ileriye gitmek isteyip istemediğimi sormuştu. Şaşırmıştım. Daha ilerisi derken yüksek dereceleri mi kastediyordu?
Localarımızın çalıştığı, sırasıyla çırak, kalfa ve üstad derecelerine sembolik dereceler diyorduk. Bundan sonra ise, isteyenler felsefi seviyede çalışmalar yapılan daha yüksek derecelere de devam ediyordu. Fakat istemek yeterli değildi; seni orada yapılan felsefi çalışmaları takip edebilecek seviyede görmeleri ve teklif etmeleri icap ediyordu.
İsterdim tabi… Nitekim birkaç ay sonra beni yüksek derecelerin ilki olan Ketum Üstad derecesine aldılar.
Ben oradaki vaziyetin çok farklı olacağını zannetmiştim. Farklar vardı ama teferruat sayılır. Ancak bir fark vardı ki işte o çok önemliydi: Tekemmül mahfili olarak anılan o yerin başkanının adı artık üstad-ı muhterem değil, üç kere muktedir üstad idi. Bu da Hermes’i temsil ettiği manasına gelmeliydi. Halbuki orada, ritüel icabınca Kral Süleyman’ı temsil ettiği söyleniyordu.
Müsait bir günde sohbet esnasında bu düşündüğümü söyleyince şaşırdılar. Meğer daha önce hiç kimse tekemmül mahfilinin başkanına niçin üç kere muktedir dendiğini pek mütalâa etmemiş. Sonradan onu üç kez güçlü biçiminde değiştirdiler; o ayrı ama fark etmez.»
Yasef Bey ile kurduğumuz bu iletişim çok uzun sürmedi. Sadece araya girmiş bir parantez açma ya da bir yazının dipnotu gibi bir şey olmuştu.
Ben yine Karnak’a, Hermetizme döndüm.
Bir inisyasyon töreni yapılıyordu. Tapınağın başrahibi yani Antik Yunan’da hiyerofant denmiş kişi, inisiye olana şöyle diyordu:
«Işık ruhtur ve aydınlık ruhtadır. Yeryüzündeki yaşam, ruhun madde ile savaşımından oluşan bir sınav evresidir. Ruh, maddeye yenilerek bu sınavı kazanamayacak olursa, karanlığa tutsak düşerek varlığını yitirir.»
Oysa insanlar maddi evrenin bir parçası olan bir beden ile bir ruhtan oluşuyordu. Ruh ölümsüzdü; öyle olmalıydı. Yoksa onlar Hermetizm’de “ruh” derken bunu başka bir anlamda mı alıyorlardı?
Tanrı’ya ezoterik yolla gizemli öğretiler ve sır saklayarak da ulaşılabilirdi. Aslında göksel bir varlık olan insan, bir dünyadan diğerine, bir yaşamdan ötekine geçerek Tanrı’ya doğru yol alabilirdi. İnsanlar gerçek durumlarını bilmedikleri, bilgisizlik içinde kaldıkları sürece tutsak olmayı sürdürecekti.
Ancak evrimlerin ötesinden gelen iletiler, kimi özellikli kişilere ulaşabiliyordu. O kişiler tutsaklıklarının farkına vararak bu bilgileri başkalarına aktarıyor, böylece ruhları tutsaklıktan kurtarıyorlardı.
Gizem en güçlü mıknatıstı. Ona bağlı kalınmalı, gerçek araştırılmalıydı... Bunun için de yedi bağımsız bilimden yararlanılmalıydı. Gerçi günümüzdeki bilimler açısından bakıldığında bunlar sanki pek basit gibi kalır; hele gramer, mantık ve hitabet birer bilim dalı bile sayılmayabilir. Fakat bu bağlamda dikkat edilmesi gereken, yedi bağımsız bilim olarak anılan bu şeylerin bugünkü tanım çerçevesinde birer bilim olup olmadığı değil, gerçeklerin araştırılması yolundaki işlevsel yer ve değerleridir.
Düşünce ancak dil ile birlikte vardır. Dil düşünceyi oluşturur; düşünce dili geliştirir. Akıl kullanılarak kurulan mantık olmazsa, üretilen herhangi bir düşünce boşlukta kalır ve hiçbir işe yaramaz.
Düşüncenin başkasına aktarılması ise ancak hitabet ile olanaklıdır. Hitabet günümüzde bile çok önemli ama bir de bunun önemini yazının henüz olmadığı dönemde düşünün… Aktarılmayan, bireysel boyutta bırakılan düşünce “sır” bile sayılmaz; o hiçbir şeydir.
Aritmetik sayıların, geometri biçimlerin bilimidir; müzik onlara ritmi verir.
Bunlar yüzyıllarca önce dile getirilmiş!.. Yüzyıllarca sonra ise tek tük anlayan çıkabiliyor. Örneğin Goethe «Bütün doğa, içinde derin bir ahengi saklayan bir melodidir.» demiş. Ancak onu kim, kaç kişi anlamış, sormaya değer.
Astronomi’den söz ediliyor, evrensel doğa bilgilerinin ilk ışıkları veriliyordu. O bilgiler olmasaydı, bugün uzaya çıkılabilir miydi acaba?
Karnak’taki başrahibin inisiyeye öğütlerini izlemeye devam ediyordum.
«On iki kötülük vardır.» diyor, bunları bilgisizlik, keder, aşırılık, şehvet, haksızlık, aç gözlülük, hile, kıskançlık, sahtekârlık, hiddet, acelecilik ve kötü niyet olarak sıralıyordu. «Sessizlik ise her erdemin üstündedir.» diyor, bilmeyi ve susmayı öneriyordu. «Sonsuz olan hiçbir şey, zaman gibi kısa bir ölçü ile ölçülemez.» diyordu.
Zaman da ölümlü insan zihninin tam çözemeyeceği felsefi bir konuydu. Bu bağlamda yanılgıya düşmemek gerekirdi. Zaman tüm var oluşların birbirlerinin yerini alarak zincirlendiği sonsuz süreydi. Bu yüzden zamanı çok geniş açıdan ele alarak değerlendirmemiz gerekiyordu.
Ekliyordu: «İlâhi kudret gizli bir nur olarak her insanda vardır.»
İnisiyeye yönelik sözlerini şöyle bitirdi:
«Ben anlatarak, sen dinleyerek yeteri kadar düşündük. Şimdi gerçeği bulmak için gerçeğin kendisi, sen kendin ol... Yükseklerde ve enginlerde bütün dünyayı araştır. Yalnız iki şey bulacaksın. Yaratan ve yaratılan!... Ne var idiyse olacak odur ve ne yapıldı ise, yapılacak olan odur. Güneş altında yeni bir şey yoktur!»
Bunlar, bilmediğim, duymadığım şeyler değildi. Hermetizm ile bağlantılı kitaplarda okumuştum. Bir kez daha tanık oldum söylenişine. Böylesi daha etkileyici ve düşündürücüydü.
Tanık olmasaydım, hatırlamayabilirdim. İyi olmuştu hatırladığım.
Bilge Ruh ile buluşmaya, beni alıp o mağaraya götürmesine alışmış gibiydim. Hatta tiryakisi olmuş ve beklentisi içindeydim. Ayrıca ona, yetersiz kaldığım düşünce harmanlarında çok gereksinme duyuyordum.
Bu yolculuklarımdan birinde, sunağın çevresine bir koro yerleşmişti. İlâhi diyebileceğim bir tarzda bir şarkı okuyorlardı. O müziği betimleyemem. Öyle değişik, öyle farklı bir ahengi olan bir sesti ki…
Ancak şarkının sözlerini anımsıyorum ve aktarabilirim:
“Perişan etti aklımı
O hikmete ermiş kâhin.
İnanmak elimde değil,
Yalanlamak da, doğrusu.
Şaşırdım diyeceğimi;
Bocalamaktayım artık,
Kuşkuların rüzgârında...
.....
Ah yardım etseler de tanrılar,
Bütün sözlerim, hareketlerim
Kavuşsa kutsal berraklığına
O yüksek kanunların!
Ölümlü kafalarda değil!”
Burada bir şey dikkatimi çekmişti: Neden tekil olarak “Tanrı” değil, çoğul olarak “tanrılar” geçiyordu bu şarkıda?
Sonra anladım… Tek bir Tanrı vardı ama herkes için değil… Halka daha kolay gelen, onların daha iyi anlayacağı birçok tanrı olmasıydı.
Nitekim onlar şarkıyı bitirdikten sonra, bu kez orada bulunan bir başka saygın ruh şunları söyledi:
«Düşüncelerimizden hiç biri Tanrı’yı betimleyemez. O hiçbir dil ile tanımlanamaz. Nesnel olmayan, görünmeyen, şekilsiz bir şey duygularımızla kavranamaz. Sonsuz olan bir şey, zaman gibi kısa bir ölçüyle ölçülemez. Tanrı nitelendirilemez. Nedenlerin nedeni hep örtülüdür.»
O sırada şunu düşündüm: “Bu ruh, Hermetizmin Eski Mısır’daki uygulanış döneminde yaşamış olmalı. Hermetik öğretilerden söz ediyor.”
Bilge Ruh beni uyardı: «O düşündüğün doğru olabileceği gibi olmayabilir de… Sen doğru olmayabileceğini de düşün. Çünkü senin hermetik olarak nitelendirdiğin ilkeleri yansıtanların çokluğunu sayamazsın. Az önce aklından geçirdiğin gibi, hem tek tanrı vardır hem tanrılar.»
Haklıydı. Tüm bu yöre, hatta daha uzakları bile yüzyıllardır bu kültürden öylesine etkilenmişti ki...
Bir an dinlerde bile bunun etkili olduğunu düşündüm. Bu yoldaki öğretiler, yorumlar, hadisler, dinsel içerikli usul ve öyküler hep insandan insana, devirden devire değişmişti günümüze ulaşana dek. Hepsi birbiri içine karışmış olamaz mıydı? Herkes kendi anlayışına ve kendi düşünce dünyasına göre değiştirmiş ve bu günlere öyle gelmiş olamaz mıydı? Nitekim mitlerin, efsanelerin, mucizelerin farklı kültürlerde sanki başkalaşım geçirmiş gibi anlatıldığını görmüyor muyduk?
Bir başka ruh, yüzyıllar öncesinde geçirdiği inisyasyondan bir kesit verdi; bana göre yine hermetik:
«Beni yıldırmak istediler. Yılmadım. O kapıdan içeriye girersem bir daha çıkamayacağımı, geri dönemeyeceğimi söylediler. Ben kabul edip girdim. Dar labirentlerde, karanlık kuyularda gezindim. Ateşli yollardan geçtim. Bataklıkları aştım. Tehlikeler atlattım. Toprağa gömülüp çıktım. Hepsini başardım.
Hatta önüme çok güzel bir kız getirdiler. İnanılmaz bir güzelliğe sahipti. Beni onunla yatmaya özendirdiler. Ona karşı da direndim.
Sınavların tümünü başarıyla bitirdim ve içeriye kabul edildim; ölümsüzlük ışığına yükselebileceğim yere. Fakat bunun için çok çalışmam gerekliydi; gece gündüz demeden, zaman ölçüsü olmadan… Öyle ki, geçirmiş olduğum o sınavlar şimdi yapmam gereken çalışmalara oranla hiç sayılırdı.
Yine yılmadım. Çalıştım… Çalıştım… Çok öğrendim. Bilgilendim. Erdemler edindim. Bilge oldum. Fakat bitiremedim. Varamadım.»
Demek o devirlerde bile bilgelik arayışı vardı. Ancak o zaman bile onun sonu olmadığı da biliniyordu. Her yeni uğraşı, daha fazla yeni uğraşılara yol açarak sonsuzluğa kadar gidecekti.
Bir diğer ruh onu doğruladı. Anlaşılan o da aynı sınavlardan geçmiş, aynı deneyimi demek yaşamıştı.
«Kötülerin öldürdüğü önderimiz Osiris, iyilerin çabalarıyla canlandı ve ölümsüzlüğe kavuşturuldu. Biz de onun yoluna girdik. Sütunlu geçitlerden geçtik. Sonunda tapınağın kapısında elinde kitapla oturan İsis’in önüne geldik. Yüzünü bir peçe ile örtmüştü. Hiç konuşmuyordu da… Önüne, yüzündeki o örtüyü hiçbir ölümlünün kaldıramayacağını bildiren bir levha asılmıştı. Biz onu kaldıramazdık; çünkü ölümlüydük.»
Bir başkası devreye girdi: «Yemini bozmanın cezası ağırdır... İlâhi kudret, gizli bir nur olarak her insanda vardır. İlâhi hayat sana hakikatin hayaletleri şeklinde görünmüş. Hermes, sana görünmeyen göğü, Osiris’in nurunu, evrenin gözlerinden gizlenmiş ilâhını bildirmiş ki, işte o ilâh milyonlarca ruh ile soluk almaktadır; evrenin gezegenlerine ve bütün etkin cisimlerine yaşam veren de odur. Yolunu ona göre seç.»
Bu ruh çok dolu gibiydi. Başka sözler de ekledi:
«Eşyanın dışı içi gibidir. Küçük de büyük gibidir. Hakikati akılların derecesine göre ölçmek, bilgisizlere ve kötü niyetlilere karşı bir perde ile örtmek gerekir. Çünkü sen de gayet iyi bilirsin ki, ancak bazı parçalarını kavrayabildikleri için onları yanlış ya da kötü yolda kullanırlar... Bilgi kuvvetin, iman kılıcın, sükûnet delinmez zırhın olsun.»
Burada her şey pek düzenliydi ama neden bilmem bundan sonra âdeta bir karmaşa baş gösterdi. Gerçi ruhlar hep bir ağızdan değil, teker teker konuşuyor, hiçbiri diğerinin sözünü kesmiyordu ama birinin dediğiyle ötekinin söylediği arasında bir bağlantı yoktu. Kopuk kopuk sözler ve mesajlardı.
«Zümrüt Tablet’i oku bak ne diyor: İlâhi doğalı olan ruh gökyüzünden yeryüzüne inerek maddi bedenle birleşti; varlık haline dönüştü... Bu varlığın iyi güçleri ile bedendeki nefis güçleri arasında geçen savaşım insan yaşamını oluşturdu. Bu nedenle yaşam bir sınamadır. Ruh galip gelirse sonsuz yaşama döner.»
…..
«Ben bir Diyonisos işçisiyim... Bizim adımız şarap tanrısından gelir. Tapınak inşa eder, trajedi sahneleyerek ayinler yaparız... Ezilen üzüm neşe veren şarap olunca, Diyonisos yeniden dirildi»
.....
«Ben Pisagorcuyum. Ustamız bize şunu öğretti: Evrenin gerçeklerini anlayabilmek için erdemli bir ruha sahip olmak gerekir. Beden öldükten sonra ruh canlılığını sürdürüp bir başka bedene geçer. İşte şimdi bedenli bir ruhum ve beden değiştirmeye hazırlanıyorum... Bu matematiksel bir şekilde ve müzikle gerçekleşecek. Çünkü her şey sayılarla oluşur ve matematikseldir. Müzik de onun evrene somut yansımasıdır.»
.....
«Ben Kelt öğrencisiyim. Biz biliriz ki ruhlar gökyüzünde oturur ve bir rüzgâr tekrar bedene girecek olan ruhlara yol göstericilik yapar. Onun için zamanın gelmesini, o rüzgârın çıkmasını bekliyorum.»
.....
«Ben Gül-Haç’ın eski ve gizemci tarikatındanım. Biz, her insanın benliğinde uyuşuk kalmış güçler bulunduğunu biliriz. İnsanın çok şey yapabilecek güçte olduğunu da… Ancak bunun için disiplin, inanç, bilim ve sabır gereklidir.»
.....
«Ben bir Adonis inisiyesiyim. Adonis’i bir yaban domuzu öldürdü... Afrodit rica etti; Tanrıların Tanrısı Zeus onu yine diriltti... İyilik ve sevgi sonsuzdur.»
.....
«Ana tanrıça Kibele Attis’e âşık. Onu kıskanıyor. Onun Kral Midas’ın kızıyla evlenmesine engel olmak için hadım ettirdi ve ölümüne neden oldu. Attis’ten akan kan, yerden bitkiler fışkırttı. Kibele Attis’in ölümüne üzüldü... Zeus’tan onu diriltmesini rica etti, Zeus da onun dileğini yerine getirdi. Ölümden sonra yaşam yeniden başladı; Attis’in menekşeleri olarak.»
.....
«Ben Üç Boğumlu Alaca Değnek altından geçenlerdenim. Bozoklar ve Üçoklardanım. Anayasam elime, belime, dilime sahip olmaktır.»
.....
Bunların sonu gelmeyecek gibiydi.
Bilge Ruh bana «Bu kadar yeter. Haydi, sen dön artık.» dedi.
Döndüm.