Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: VARLIK-SUKUT  (Okunma sayısı 3020 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 11, 2010, 09:46:30 öö
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay

Gördüğümüz âlem dendiğinde, duyularımızla tanık olduğumuz bir âlemden söz etmiş oluruz. Eş deyişle duyumsadığımız âlemden. Bilindiği gibi, dalgalar beş duyumuz aracılığı ile beynimize ulaşır. Yâni, gelen uyarılar duyularımız tarafından biçimlenerek beynimize gelirler. Biz çevremizi görüyor, duyuyor ve dokunuyor dediğimiz zaman, duyularımızla biçimlenmiş çevreyi görüyor ve duyuyoruz demiş oluyoruz.


Bu durum bizi şaşırtıcı bir gerçekliğe götürür: “Doğada renk yoktur, yalnızca nesnelerden yansıyan ışık dalgaları vardır.” Bu dalgalar, gözümüzün görme yetisiyle biçimlenerek beynimizde renk olarak algılanır. Buna benzer olarak, “doğada ses de yoktur, yalnızca ses dalgaları vardır” ve bu dalgalar kulağımızla buluşunca ve beynimizce algılanınca ses hâline gelirler. Bu diğer duyularımız için de geçerlidir!..


Bunun anlamı şudur: İnsan, çevresini görüp duymakta hem duyularına borçludur, hem de onlar tarafından sınırlanmakta, koşullanmaktadır. Örneğin, eğer gözümüz X-ışınlarını doğrudan algılayabilseydi, insanları iskelet olarak görecektik. Ya da, eğer Gama-ışınları ile baksaydık, doğada yalnızca kurşun kütleler görecektik.İlim mâlûma tâbîdir denir.Bilirsiniz...Âlem de, bilinen-evren ya da daha doğru deyişle, bilgi-dünyamız anlamına gelir.Peki, bu âlem’in tanığı nedir?Duyularımız değil mi?


Tasavvûf terminolojisi ile söyleyecek olursak, bu, şahadetin ayn el yakîn hâlidir.Biliyorsunuz, bir de duyu yanılsamaları var. Birçok kez duyularımızın bizi yanılttığına tanık olmuşuzdur. Bu nedenle, duyu verilerine dayalı bilgilerimiz ne denli güvenilir bilgilerdir?


İlginç bir şey daha var, o da, duyularımıza çarpan uyarıların duyu organlarımızda elektrik-akımları’na dönüşerek beynimize ulaşmasıdır. Fotonlar gözümüzün iris tabakası üzerine çarparak elektrik akımı oluşturur. Aynı biçimde, kulak zarımıza gelen titreşimler de elektrik akımlarına dönüşerek beynimize ulaşır. Koku, tad ve dokunma da böyledir. Başka bir deyişle, farklı duyularımıza gelen ayrı ayrı uyarılar, aynı-ortam’a (elektro-manyetik ortam), iletişim-birimleri olarak yüklenirler ve sinirler aracılığıyla beynimize ulaşırlar.


Beyin ortamı ise saltık-karanlık ve saltık-sessizlik ortamıdır. Yâni, beynin içinde ışık ve ses bulunmaz; ama, görme ve işitme bu ortamda gerçekleşir.


Bütün bunlardan şu sonuca ulaşırız: Duyumsadığımız çevre, beynimizin algılama ve biçimlendirmesiyle bilinir. Eş deyişle âlem’e dönüşür.


Bu nedenle, âlemin rûhu insan’dır denmiş. Çünkü, doğayı, çevreyi, evreni âlem’e çeviren ve onu anlamlı kılan, insan’dır.Anlam verme işi ise beynin değil, aklın işidir.Akıl işi başka bir âlem...


Şimdi gelelim gördüğümüz veya duyumsadığımız âlemin varlığı sorununa:Genellikle duyumsadığımız şeylerin varlığından kuşku duymayız. Çünkü duyularımız, uyarılara bağlı olarak, onu uyaran nesnelere tanıklık etmektedir. Ancak, duyularımız, şimdi ve burada olana ve uyarıldığı sürece tanıklık edebilir.Bu ise bir filmin durdurulup bir karesine bakmaya benzer.Bu kare tek başına ne anlam taşır?


Onun anlamı, ancak, filmin bütünü, hareketi ve öğelerinin bir biriyle olan ilişkisinde olanaklıdır. Aynı biçimde, doğada ve çevrede her şey bir biriyle ilişki içinde ve sürekli hareket hâlindedir. O hâlde, tek bir şeyin, şimdi ve buradaki algısının ne anlamı vardır?


Bir şeyin var olması, onun görünüşe çıkıp sonra ortadan kalkmasıyla nasıl bağdaşır?Evrende hiç bir şey kendini tekrarlamaz, sürekli olarak yeni varoluşlarla karşı karşıyayız (O her an bir şen’dedir).Peki, o zaman, var olmanın gerçekliği nedir?


Her varolan, belli bir zaman-mekân içinde ve belli ilişkiler altında vardır. Ayrıca, birbirlerine nedensellik bağlarıyla bağlıdırlar. Evren, ilişkiler bütünüdür (Rabbü’l Âlemin). Zaman, mevcûda aittir ve mevcûttaki değişimleri gösterir.


Varlık için zaman değil ân vardır.


Bir küreyi model olarak düşünürsek; kürenin merkezi ân, çeperi ise zaman’dır.Merkezde tek nokta, çeperde nokta çokluğu...Varlıkla ilgili en temel sorun varolmanın nedenselliği sorunudur. Bir başka deyişle, varolan herhangi bir şeyi varoluşa getiren nedir? sorusuna yanıt aramaktır.


Evrende ilişki’siz ve hareket’siz hiçbir nesne yoktur.Bunun anlamı, her varolanın belli bir ilişki, devinim ve süreçte varolduğudur.Bir nesnenin ilişkileri çoktur, ama onun varoluş ilişkisi en temel ilişkidir. Varoluş ilişkisini bulmak için bir nesneyi tüm ilişkilerinden soymak gerekir (tenzih). Bu ise nesneyi ortadan kaldırma girişimidir (la ilâhe). Bu olanaksız bir iştir çünkü, varoluş ilişkisine ulaştığımızda o nesne başka bir varoluşa dönüşür (illâllah).Peki ne değişir?


Biz, ancak bir nesnenin görünüşünü (belirişini) ortadan kaldırabiliriz, varlığını değil. Bütün dönüşümlerde varlık kendini sürdürür (Vahdet-i Vücûd).Bu durum, fizik biliminde enerjinin sakınımı ilkesi olarak söylenir. Elektrik, ısı, ışık, madde, potansiyel ve kinetik enerjiler birbirine dönüşürler, işte bütün bu dönüşümlerde kendini sürdüren varlıktır. Ama, biz varolanları duyumsadığımız gibi, Varlığı duyumsayamayız.


Onu ancak akılla biliriz, ama, cüz’î akılla değil, küllî akılla.Küllî akıl Hakk’tır, ancak, Hakk kendini bilir, ya da kendini bilen Hakk’tır.


Fâni Efendi :"Cümleyi bir noktada görmek dilersen şüphesizKâmile hoşça nazar kıl, gördüğün Rahmân olur." demiştir.


Varolan her şey sonludur (fânî’dir), sonlu olan her şey ise ortadan kalkacaktır (küllü men aleyha fan).Ancak, Varlık sonsuzdur ve kalıcıdır (BÂKÎ).Varolan her şeyin varoluş nedeni kendi dışındadır; o da Varlık’tır.Varlığın nedeni ise kendindedir (Samed).Nedeni kendinde olduğu için Varlık, başka bir varlıktan çıkmaz ve ondan da başka bir varlık (varoluş değil) çıkmaz (lem yelid ve lem yûled).Varlık, bütün varolanları kapsar, her şey (her beliriş) ondan, onda ve onun yoluyla vardır.

Hilmi Dede Baba:

"Her eşya bir harf olmuş,

Hem zarf, hem mazrûf olmuş,

Acep ilim sarf olmuş,

Bir nokta bin söz oldu" demiştir.


Sözü varlıktan sayarsak, sükût nedir?Evet, dinî deyimle, Kün (ol) sözüyle Varlık oluşmuştur.Söz, Varlıktandır.İnsan konuşan-varlık’tır; dili sussa bile beyni durmadan konuşur; düşünme, konuşmadan başka bir şey değildir.Bilindiği gibi, düşünme sözcüklerle olanaklıdır.Söz (kelâm; logos), bilinci oluşturur.


Yuhanna İncili’nin birinci âyetinde “Kelâm, başlangıçta var idi, Kelâm Allah nezdinde idi ve Kelâmullah idi” denmiştir.Devâmında ise:“Her şey, onunla oldu ve olmuş olanlardan hiç bir şey onsuz olmadı. Hayat onda idi ve hayat insanların nûru idi. Nûr, karanlıkta parlar ve karanlık onu bilmedi.”diye söylenmiştir.Söz, sınırlı varlıktır ve bilinç sözcükler aracılığıyla ancak mevcûdu kavrayabilir.Varlık ise, sınırsız-sonsuz’dur.Sükût, sözün bittiği, düşünme ve bilincin aşıldığı, damlanın deryâya kavuştuğu hâl’dir.


Mevlâna:"Sus söyleme, söz bakışı bulandırır.Varını yoğunu sükût diyârına çek."demiştir.


Niyâzî:Göz, "Kulak, dil kapıların, kapatalım bir zaman." demiştir.


Söz ikilikte olur, bilen bilinen ikiliğinde.Bu da mevcûda aittir. Vücûd’da ikilik yok ki söz olsun.Lâ mevcûde illallah denmiştir. Yâni, mevcûd örtüsü kalkınca, illallah’tır, ayrılık kalkar, ikilik biter, söz biter. Ondan sonrası dile gelmez.Sükût, lâ ilâhe’dir, fenâfillah’tır.Sükût’a erenler, varlık zannından kurtulur, Hakk’tan gayri bir varlığın olmadığını doğrudan deneyimler, keşfederler.Sükûnet, sekine’den gelir, o da, gönül rahatlığı demektir.Duyular düzeyinde gerçeklikten (realite) söz edilirken, akıl düzeyinde hakikâtten (truth) söz edilir.Bu nedenle, gerçek çokluğu karşısında hakikât tektir.Gerçek, belli bir varlık düzeyi ya da belirli bir varoluş olarak gerçektir.Hakikât ise, ayrı ayrı gerçeklikleri birbirine bağlayan, onları birlik ve bütünlük içinde anlamaya yarayan yasalar dizesidir.



Saygılar
Ben"O"yum,"O"ben değil...