Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN BİLİMİ - 6  (Okunma sayısı 2433 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mayıs 14, 2010, 11:40:50 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay





TANRI OLMADAN DA İYİ OLABİLİR MİYİZ?:BİLİM, DİN VE AHLÂK

Ahlâk büyük oranda sabit ve ebedidir ve inanç iflas ettiğinde de ayakta kalacaktır.
(Bernard de Mandeville, Ahlâkî Erdemin Kökeni Konusunda Bir İnceleme, 1723)

Ahlâka aykırı davranışın yanlışlarını düzeltmek için Tanrı’ya inanmak mı gerekiyor? 103. Canterbury başpiskoposuna göre (Aziz Augustinus, 597’de ilk başpiskopostu) evet. 70 milyondan fazla Anglikan’ın ruhani lideri, 24 Mayıs 1996 Cuma günü Los Angeles Biltmore Oteli’nde sivil toplum, iş dünyası ve din alanından 425 lidere, Batı’nın ahlâkî sıkıntılarından çoğunun nedeninin “laiklik” olduğunu söyledi.
Tanrı olmadan da iyi olabilir miyiz?
Bu sorun Tanrı’nın varlığı, yapıtın adıysa Karamazov Kardeşler’di. Dostoyevski bu kitapta ele aldığı pek çok derin konu arasında, şu soruyu da inceliyordu: Tanrı yoksa her şey mubah mıdır? “İnsan için hiçbir şey vicdan özgürlüğünden daha baştan çıkarıcı değildir, ama hiçbir şey de daha çok acıya neden olmaz.”
Evrim, bedenin ve zihnin tutkularını zapt etme gereğinden ötürü ahlâk ilkelerini yarattı ve kültür de bunları biledi. Ve kültür temelde örgütlü din aracılığıyla, bu ilkeleri ahlâk kurallarına dönüştürerek sistemleştirdi.
Öyleyse bundan sonra sorulması gereken ikinci mantıklı soru şudur: Var olabilecek ya da olmayabilecek aşkın bir varlığa başvurmadan ahlâklı yaşamlar sürebilir miyiz? Din olmadan bir etik sistemi inşa edebilir miyiz? Çoğu inananın ve tanrıcının bu sorulara yanıtı “hayır”dır. Örneğin Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncusu, ahlâkın daha yüce bir kaynağına duyulan bu gereksinimin, dinin temelini oluşturduğunu öne sürer: “İnsanoğlu özgür kaldığı sürece başka hiçbir şey için, tapınılacak birisini bulmak için olduğu kadar sürekli ve acı içinde çabalamaz.”
Schlessinger’ın savı, yazı işleri sorumluluğunu benim üstlendiğim bilimsel bir yayın olan Skeptic dergisinin yayın kurulundan birkaç ay önce istifa ederken bana özel olarak açıkladığı sava çok benziyordu.
“Skeptic dergisinin her sayısında yayımlanan Yayın Kurulu listesinden adımı hemen çıkarın lütfen. Bilim yalnızca neyin ne olduğunu tanımlayabilir; nedeni tahmin edebilir; ama nihai anlamı sunamaz. İnsanın sınırlı zekası Tanrı’yı analiz etme yeteneği varmış gibi davranma küstahlığını göstermeye başladığında, benim o trenden inme zamanım gelmiştir.” Sonraki konuşmamız, Tanrı’nın varlığı konusunun Schlessinger için bilimin yasak bölgesi olduğunu benim açımdan kesinleştirdi. Tanrı vardır. Nokta. Ve ardından ahlâk gelir.
9 Eylül 1997’de Calgary Sun’da yayımlanan bir makalesinde yazdığı gibi: “Tanrı ya da din olmadan ahlâklı olunabileceğini söyleyenler var. Bence yanılıyorlar.” Schlessinger’a göre işin özü, insanların doğal olarak düzenbaz, doğuştan günahkar ve yaratılışları gereği kötü olduklarıdır. “İyi olmak doğal bir durum değildir. İyi olmak için kendi çıkarlarınızı aşmanız gerekir.” Kısacası, bir şeyden yakayı sıyıracağımızı düşünüyorsak, o şeyi yaparız. Elbette, yasalarımız ve geleneklerimiz olduğu için her şeyden yakayı sıyıramayız, dolayısıyla kurtulabileceğimiz şeylerden yakayı sıyırmaya çalışır, yakalanmayacağımızı umarız. “Yakalanmak” çoğu insanın ulaşabileceği bir ahlâk düzeyidir, ama Tanrı’ya duyulan inanç ahlâkı daha yüksek bir düzeye çıkarır, diyordu Schlessinger.
Lâik ve bilimsel bir toplumun sözde nihilizmine karşı panzehir olarak dine dayalı bir ahlâka mı ihtiyacımız var? Pek çok tanrıbilimci ve dindar bu sorulara olumlu yanıt veriyor, çoğunlukla da, bilime ve laikliğe kucak açmanın ne anlama geldiğine dair kendi algılarına karşılık vermiş oluyorlar. Toplumsal yorumcular ve ahlâk felsefecileri için, lâik ahlâkın doğurduğu sonucun mükemmel örneği Yahudi Soykırımı’dır. Nazi rejiminin, milyonlarca insanın acımasızca öldürülmesini haklı gösteren görelikçi bir ahlâka doğrudan ve kaçınılmaz olarak yol açan tanrısız, ateist bir rejim olduğu söyleniyor bize.
Bu örnekteki sorun şu ki, Hitler de, Naziler de ateist değildi. Hitler Kavgam’da, “inanç çoğu zaman ahlâkî tutumun yegane temelidir” ve “onun yerine konulan çeşitli şeyler sonuçları açısından pek de başarılı olmadığından, önceki dinî inançların yararlı bir ikame yolu olarak görülemezler,” der.
Hitler bu konudaki en ünlü yorumlarından birini 1938 tarihli Reichstag konuşmasında yapmıştır: “Bugün Yüce Yaratıcı’nın yolunda hareket ettiğime inanıyorum. Yahudileri savuşturarak Tanrı’nın eseri adına savaşıyorum.”

Tanrı Olmasaydı Ne Yapardınız?

Tanrı olmasaydı siz ne yapardınız? Hırsızlık, tecavüz ya da cinayet gibi suçlar mı işlerdiniz, yoksa iyi ve ahlâklı bir insan olmayı sürdürür müydünüz? Öyle ya da böyle tartışmaya son verecek bir sorudur bu. Yanıtınız hırsızlığa, tecavüze ya da cinayete yöneleceğiniz şeklindeyse, karakterinize karşı ahlâkî bir suçlamadır bu, güvenilir biri olmadığınızı gösterir; çünkü herhangi bir nedenden ötürü Tanrı’ya inanmaktan vazgeçerseniz (ki çoğu insan yaşamının bir noktasında vazgeçer), gerçek ahlâksız doğanız ortaya çıkacaktır ve bu durumda en iyisi sizden uzak durmaktır. Ama yanıtınız iyi ve ahlâklı olmayı sürdüreceğiniz şeklindeyse, Tanrı olmadan da iyi olabilirsiniz demektir. Tartışma bitmiştir.
Belli bir yaşam deneyimi ya da tarih anlayışı olan herkesin bildiği gibi, dindar insanlar günah ya da suç işleyebilir ve dindar olmayan insanlar da ahlâklı, güvenilir vatandaş ve dost olabilirler. (Dindar insanların daha ahlâksız olduklarını savunmuyorum, sâdece dine inanmayanlardan daha ahlâklı olmadıklarını söylüyorum.) Çocuk tacizcisi rahipleri, dolandırıcı televizyon vaizlerini ya da imanla şifa dağıtan üçkağıtçıları düşünün. Bir de, dindar olmadığını bildiğiniz, ama her gün iyilik ya da cömertlik yapan insanları düşünün.
Dinî tümüyle başımızdan atsak ne olur? Toplum ahlâksızlık içinde kaosa mı sürüklenir?
Hayır, sürüklenmez. Kiliseyle devletin birbirinden ayrıldığı iki yüzyıllık deneyim bunun kanıtıdır. İnsanlar yaşamayı, özgürlüğü ve mutluluğu Tanrı öyle söylediği için değil, insan oldukları için hak ederler. Bu hak ve değerler biz var olduğunu söylediğimiz için vardır ve bu kadarı yeterlidir.

NASIL AHLÂKLI OLUYORUZ:MUTLAK, GÖRELİ VE KOŞULLU ETİK

Mutlak Ahlâk

Ahlâk, sosyal bir grubun kuralları bağlamında doğru ve yanlış düşünce ve davranışlarla ilgilidir; etik de sosyal bir grubun kuralları bağlamında ahlâkî düşünce ve davranışlar hakkındaki bilimsel inceleme ve kuramlardır. Öyleyse mutlak ahlâkı, doğru ve yanlış düşünce ve davranış için sosyal bir grubun etik kurallarına dayanılarak türetilmiş değişmez kurallar kümesi olarak tanımlayabiliriz. Bu kuralların ardında olduğu iddia edilen kaynak Tanrı, Kutsal Kitap, Kuran, devlet, doğa, bir ideoloji ya da bir felsefe olabilir.
Mutlak ahlâk sistemlerinin çoğu dine dayanır, ama hepsi değil.
Kant, bir eylemin doğruluğunu ya da yanlışlığını değerlendirmek istiyorsan, “Aynı zamanda evrensel bir yasa da olmasını isteyebileceğin o ilkeye göre hareket et mutlaka,” der. Yalancılığı, hırsızlığı ya da zinayı evrenselleştirmek ister miyiz? İstemeyiz elbette. Sözleşmelerin, mülkün ve evliliğin sonu olur bu.
Ama insanlar arada bir yalan söyler, hırsızlık ve zina yaparlar ve çoğu kez bunları yapmalarının ardında tam anlamıyla akılcı nedenler vardır.
Çoğu etik sistemi mutlaktır, çoğu mutlak sistem dinî kaynaklardan türemiştir ve ahlâkî kurallarla etik varsayımlarının en popüler kaynağı açık farkla dindir (bu da İlahi Buyruk Kuramı’nı tüm etik sistemleri arasında en yaygın olanlardan biri haline getirir). Örneğin 2001 World Christian Encyclopedia [Dünya Hıristiyanlık Ansiklopedisi]ne göre, dünyada yaşayan 6,1 milyar insandan 5,1 milyarı, yâni %84’ü bir tür örgütlü dine inandığını belirtiyor. Hıristiyanlar 2 milyara yakın inançlıyla önde gidiyorlar (bunların yarısını Katolikler oluşturuyor), Müslüman sayısı 1,1 milyar, Hindu sayısı 811 milyon, Budist sayısı 359 milyon ve geriye kalan 265 milyonun büyük bölümünü de etnik dinlere inananlar oluşturuyor. Ama bu genel sayılar fazla birşey söylemiyor bize. On genel türden 10.000 farklı din var aslında ve bunların her biri kendi içlerinde bölünüp sınıflandırılabiliyor. Örneğin Hıristiyanlar 33.820 gibi şaşırtıcı sayıda ayrı mezhebe dağılıyorlar.

Göreli Ahlâk

Göreli ahlâk deyimi, doğru ve yanlış düşünce ve davranışlar konusunda, durumun sosyal grup tarafından nasıl tanımlandığına dayanılarak türetilmiş esnek bir kurallar kümesi anlamında kullanılır. Etik kuramında görecilik olarak bilinen göreli ahlâkın sorunu, kendini feda etmekten insan kurban etmeye dek tüm ahlâkî eylemlerin eşit olduğunu ima ederek, neredeyse her davranışı haklı çıkarmayı mümkün kılmasıdır. Kuramsal ve bilimsel düzeyde kesinlikle doğru değildir bu. Uygulama düzeyinde kimse buna inanmaz.
Göreciliğin aşırı bir biçimi olan öznelcilik, ahlâkî değerlerin yalnızca bireyin öznel durumu açısından göreli olduğunu, hâttâ daha geniş toplumsal ya da kültürel bağlamda değerlendirilemeyeceğini öne sürer.

Koşullu Etik

Doğru ve yanlış ahlâkî davranış hakkında çok sayıda etik kuramı vardır; bu nedenle de neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda hem etik kuramlarıyla ahlâk sistemlerinin arasında hem de kendi içlerinde çatışma yaşanmaktadır; hem ahlâklı hem de ahlâksızca davranırız; insanlar doğruyla yanlışın belirlenmesine yol gösterecek bir dizi ahlâk kuralına ihtiyaç duyarlar; çoğu etik kuramının ve ahlâk sisteminin doğru ve yanlış olarak kabul ettiği ahlâk ilkeleri vardır. Ahlâka dair geçerli bir etik kuramının bu gözlemlere açıklama getirmesi gerekir. Çoğu bunu yapmaz.
Koşullu etik sisteminde ahlâkî seçimlerin, koşullu olarak doğru ya da koşullu olarak yanlış, koşullu olarak ahlâklı ya da koşullu olarak ahlâksız olmaları açısından bilimsel gerçeklere benzediği düşünülebilir:
Koşullu etikte ahlâklı ya da ahlâksız, koşullu onay vermenin makul görüneceği derecede doğrulanmış anlamına gelir.
“Şarta bağlı, doğrulama ya da onay bekleyen” anlamında koşullu, uygun bir terimdir burada. Koşullu etikte, eylemle ilgili delil ve gerekçeler baskın geliyorsa, bir eylemin ahlâklı ya da ahlâksız olduğu yönünde şartlı onayımızı vermek makul olacaktır. Koşullu kalmasının nedeni, bilimde de olduğu gibi, delillerin ve gerekçelerin değişebilmesidir. Ve elbette bâzı ahlâk ilkeleri, ardındaki delil ya da gerekçeler diğerlerine göre daha az olduğu için daha koşullu ve kişiseldir.
Koşullu etik, mutlak ve göreli ahlâk sistemleri arasında makul bir orta yol oluşturur. Burada söylemek istediğim, bir etik kuramı oluşturmak için kullanabileceğimiz ahlâk ilkelerinin olduğudur. Bu ilkeler ne mutlak (istisnasız), ne de görelidir (her yol mubah). Koşullu, yâni çoğu insan için çoğu şartta çoğu zaman geçerlidirler.

Ahlâkî Sezgi ve Kaptan Kirk İlkesi

İnsanın-özellikle de ahlâkî kararlar dâhil olmak üzere-karar verme sürecinde sezgi çok önemli bir rol oynuyor ve yeni araştırmalar sezginin hem gücünü hem de tehlikelerini ortaya çıkarıyor.
Sezgi aldatıcıdır. Örneğin kumarbazların sezgilerinin son derece güvenilmez olduğu bilinir (kumarhane sahiplerinin karını artıran bir durumdur bu). Rulet oynuyorsunuz ve arka arkaya beş kez kırmızıyı tutturdunuz. “Şansınız yaver gittiği” için kırmızıda mı kalmalısınız yoksa “zamanı geldiği” için siyaha mı geçmelisiniz? Fark etmez, çünkü ruletin belleği yoktur; ama fiş yığını gözlerinin önünde giderek büyüyen mutlu kumarbza söyleyin bunu bir de.
Bir oyuncunun ilk basketten sonra ikinci kez basket atma olasılığının, tesadüfler ve o oyuncunun ortalama atış yüzdesi ötesinde artmadığını keşfettiler. Bulguları insanı rahatsız edecek derecede sezgilere aykırıydı: isâbetli atış dizisinin, yâni arka arkaya atılan basketlerin sayısı, istatistiksel yazı-tura modelinin öngörülerini aşmıyordu.
Bunlar dünya hakkındaki sezgilerimizin bizi yoldan çıkardığı sayısız örnekten yalnızca birkaçıdır: geçmişimizi şu andaki inançlarımıza ve ruh halimize uyacak şekilde yeniden yazarız, duygularımızın kaynağını ve anlamını yanlış yorumlarız, olaydan sonra en başından itibaren bildiğimizi zannetmemize yol açan geçmişe bakarak görme önyargısına maruz kalırız, aslında olduğumuzdan çok daha önemli olduğumuzu sandığımız kendine hizmet etme önyargısına kapılırız, var olmayan hayali bağıntılar görürüz (batıl inançlar) ve zâten inandığımız şeyi doğrulayan delilleri arayıp bulduğumuz doğrulama önyargısına düşeriz. Sezgilerimiz yanlış şeylerden korkmaya da yönlendirir bizi.
Dinler bu dünyanın eza ve cefasını abartıp öteki dünyayı daha çekici göstererek korkularımızla oynuyorlar.
“1990’ların sonlarında uyuşturucu kullananların sayısı, on yıl öncesine kıyasla yarı yarıya azalmıştı,” diye açıklıyor Glassner, ama “yetişkinlerin çoğu uyuşturucu kullanımını Amerikan gençliğinin maruz kaldığı en büyük tehlike olarak görüyor.” Ekonomi için de aynı durum geçerli; “çeyrek yüzyıldır ilk kez işsizlik oranı %5’in altına indi. Yine de uzmanlar yakında meydana
Nasıl olabilir bu? Yanıtı Benjamin Disraeli vermişti: Yalanlar, kahrolası yalanlar ve istatistikler. Öykü anlatmakta iyi olabiliriz, ama berbat istatistikçileriz. Örneğin Glassner, kırklarındaki kadınların meme kanserinden ölme olasılıklarının onda bir olduğuna inandıklarını gösteriyor, oysa gerçek olasılık 250’de 1 düzeyinde.
Korkularımızı besleyen tüm kurumlar arasında medya, sansasyonellikte başı çekiyor (“kan varsa manşete çıkar”). Emory Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, medyanın erkeklerde başlıca ölüm nedeni olan kalp hastalıklarına, on birinci sıradaki etkenle-cinayet-aynı oranda yer verdiğini ortaya çıkardı.
Ama sezgisel içgüdülerimizin bu dikkate değer kusurları bir yana bırakılırsa, sezginin özellikle de ahlâk alanında göz ardı edilemeyecek, oldukça güçlendirici bir yönü de var. Aslında sezgi insan ruhuna öylesine yerleşmiş ki, zekadan ayrılması mümkün değil.
Ben bu dengeye Kaptan Kirk İlkesi adını veriyorum: zekayı sezgi yönlendirir, sezgiyi zekâ yönetir.
Çoğu bilim adamına göre, sezgi akılcı yaşamın felaketi, öfkeli bir Volkanlıdan daha hızlı ışınlanıp kaçılması gereken içimizdeki düşmandır.
Fiziksel sezginin bir atletin yetenekler repertuarında yer aldığı gayet iyi bilinir ve kabul edilir elbette; burada hemen Michael Jordan ve Tiger Woods geliyor akla. Ama akılcı düşüncenin ürünü olarak görülemeyecek kadar hızlı ve incelikli bir düzeyde işleyen sosyal, psikolojik ve ahlâkî sezgiler de vardır. Örneğin Harvard’dan Nalini Ambady’yle Robert Rosenthal, öğretmenlerinin yalnızca otuz iki saniyelik görüntülerini izlemiş olan öğrencilerin onlar hakkındaki değerlendirmelerinin, dersin tamamını izlemiş olan öğrencilerin değerlendirmelerine çok benzediğini görmüşlerdi.
Sezgi özellikle diğer insanları tanımakta önemli bir rol oynar. Bir psikoterapistin size yararlı olup olmayacağının en iyi belirtisi, ilk seansın ilk beş dakikasında gösterdiğiniz ilk tepkidir. Bunun nedeni, araştırmaların da gösterdiği gibi, psikoterapide (konuşma terapisi) hiçbir yöntem ya da tarzın ötekilerden daha iyi olmamasıdır. Terapistin ne tür bir terapist olduğu, ya da kaç diploma aldığı, hangi okula gittiği ya da kim tarafından eğitildiği önemli değildir. En önemlisi, terapistin size ne derece uygun olduğudur ve buna ancak siz karar verebilirsiniz; zekadan çok sezgiyle verilecek bir karardır bu. Aynı şekilde, flört konusunda deneyimli olanlar, ilk kez çıktıkları kişiyi bir daha görmek isteyip istemeyeceklerini birkaç dakika içinde anlarlar.
Bir fotoğrafta görülen iki kişiden hangisinin diğerinin amiri olduğunu, bir kadın-erkek çiftinin gerçek bir romantik ilişki içinde mi olduğunu yoksa sahte bir poz mu verdiklerini anlamakta da kadınlar erkeklerden üstündür ve canı sıkkın bir kadının yüzünün gösterildiği iki saniyelik sessiz bir görüntü karşısında, söz konusu kadının birisini mi eleştirdiğini yoksa boşanmasıyla ilgili bir tartışma içinde mi olduğunu daha doğru tahmin edebilirler. “Mikro-anlık” yüz ifadelerini yorumlamakta çok becerikli olan kişiler, yalan söylendiğini anlamakta da daha başarılıdırlar.
Çoğumuzun yalanları saptamakta başarılı olamamamızın nedeni, insanların yaptıklarından çok söylediklerine güvenmemizdir. Ahlâkî bir karar verirken ne yapacağımız konusunda akıl yürütmeyiz; doğrudan karar verir, sonradan bu hızlı kararı akla uydururuz. Ahlâkî sezgilerimiz akılcı olmaktan çok duygusaldır.
Diğer bir deyişle, ahlâk (doğru ve yanlışla ilgili düşünce ve davranışlar) ve etik (ahlâkî düşünce ve davranışlarla ilgili kuramlar) arasında yaptığımız olağan ayrımı araştırmalar da doğrulamaktadır. Bu bağlamda etik, sezgilerimizin akılcı açıdan geçerli olduğuna başkalarını ikna etme amaçlı duygusal ahlâkî sezgilerin bir ifadesidir.
Ahlâkî sezgilerimizde bilişsel önyargılar da önemli bir rol oynar. Genelde kendimizi başkalarının gördüğünden daha olumlu bir gözle görmemizi gerektiren kendini kollama önyargısı, başkalarından daha ahlâklı olduğumuzu düşünmeye yöneltir. Ülke çapında yapılan araştırmalar, iş dünyasından çoğu kişinin ötekilerden daha ahlâklı olduğuna inandığını göstermektedir.
Ve hepimiz, etiğe uygun davranışlarımız için ödüllendirileceğimize inanırız. U.S. News&World Report’un bir araştırmasında, Amerikalılar cennete gitmesi en olası kişinin kim olduğu soruldu: %19’u O.J. Simpson’ı, %52’si eski Başkan Bill Clinton’ı, %60’ı Prenses Diana’yı, %65’i Michael Jordan’ı ve %79’u da beklenebileceği gibi Rahibe Teresa’yı seçti. Ama ankete katılanların cennete gitmesini en olası gördükleri kişi, %87 oranla kendileriydi!
İnsanların kendilerini “zekâ”dan çok, “ahlâkî iyilik” açısından üstün bulma eğiliminde olduklarını ve topluluk içinde yaşayanların büyük bölümünün kendilerini öteki topluluk üyelerine kıyasla çevre ve diğer toplumsal sorunlarla daha ilgili olarak gördüklerini ortaya koyan araştırmalar da bu deneylerin sonuçlarıyla uyumludur.
Bilim alanında tehlikeli olduğu için sezgiden kaçınmamıza karşın, zekayla sezginin birbirinin rakibi değil, tamamlayıcısı olduğunu söyleyen Kaptan Kirk İlkesi’ni unutmamalıyız. Zekâ olmazsa, sezgimiz kontrolsüz bir duygusal kaosa sürükleyebilir bizi. Sezgi olmazsa, tıpkı Doktor McCoy’un bir türlü karar veremeyen akılcı Kaptan Kirk’e söylediği gibi, karmaşık toplumsal dinamikleri ve ahlâkî ikilemleri çözemeyebiliriz:
“Hepimizin karanlık yanı vardır; ona ihtiyaç duyarız! Bizim yarımızdır o. Çirkin değildir aslında; insanidir. Olumsuz yanın olmadan kaptan olamayacağını sen de biliyorsun! Komuta gücün büyük oranda ondan geliyor.”

ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
43 Yanıt
18082 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 13, 2008, 09:13:51 ös
Gönderen: shemuel
1 Yanıt
4721 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 25, 2010, 06:01:21 ös
Gönderen: amerbach
1 Yanıt
3539 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 08, 2010, 07:10:55 ös
Gönderen: popperist
0 Yanıt
2685 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 08, 2010, 12:14:21 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2589 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 11, 2010, 08:50:40 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3583 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 13, 2010, 07:35:51 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2472 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 19, 2010, 05:01:29 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2849 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 20, 2010, 11:03:57 öö
Gönderen: ADAM
6 Yanıt
3765 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 09, 2013, 09:45:39 ös
Gönderen: evvah
0 Yanıt
5946 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 30, 2013, 09:19:52 ös
Gönderen: karahan