1907 yılında Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin bazı yüksek konseylerinin Brüksel’de yaptığı bir toplantıda, yıllar önce İstanbul’da kurulmuş ama bir gelişme gösteremeden etkinliği sona ermiş Şurayı Âliyi Osmanî’nin canlandırılmasına karar verilerek, Mısır Yüksek Konseyi’nin bunu yönlendirmesi öngörülmüştü. Mısır Yüksek Konseyi de bu anaçla o sırada Osmanlı ordusunda İstanbul’daki bir askeri birliğin komutanı olan Prens Aziz Hasan Paşa’yı yetkilendirdi.
Meşrutiyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra Prens Aziz Hasan Paşa, çoğu Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyelerinden 12 masonun, ritin 33. derecesine getirilmesini sağladı. Böylece Şûrayı Âliyi Osmanî 1909 yılında yeniden örgütlendi.
Kişi adları pek önemli olmayabilir ama burada Osmanlı Yüksek Şûrası’nın bu ilk üyeleri arasında kimlerin bulunduğunu saymakta yarar var: Talât Paşa, Mithat Şükrü (Bileda), Davit J. Kohen, Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Fuat Hulûsi (Demirelli), Faik Süleyman Paşa, Doktor Mehmet Ali (Baba), Galip Paşa, Hüseyin Cahit (Yalçın) ve diğerleri…
Bu örgütlenme sırasında Osmanlı Devleti’nde henüz Masonluğun simgesel derecelerinde çalışacak ulusal nitelikli bir büyük locanın bulunmadığını unutmayalım. Ancak Osmanlı Yüksek Şûrası, bir büyük loca yok diye simgesel derecelerdeki çalışmaları da kendi yönetimi altında yürütmek istemiyor sadece yüksek derece atölyelerinin kurulmasını öngörüyordu. Yabancı obediyanslara bağlı localar ile ilişki kurmaya da pek sıcak bakmıyordu.
[Bunun nedeni, yabancı obediyanslara bağlı olarak çalışan localardan birçoğunun aslında Masonluktan çok kendi ülkelerinin ekonomik çıkarlarını gözetme peşinde koşmaları olabilir. Nitekim Osmanlı Devleti’ndeki kapitülasyonların oluşumunda bu localardan bazılarının payı olduğu yadsınamaz.]
Yabancı obediyanslara bağlı locaların üyesi olan masonların o localardan ayrılarak doğrudan ulusal nitelikli localar kurmaları sağlandı. Böylece kurulan dört loca, onlara daha önce Mısır Büyük Locası’na bağlı olarak çalışan iki locanın katılımı ve bir de Fransa Büyük Doğusu’na bağlı olarak çalışan bir diğer locadan ayrılan kimi Türk masonların oluşturduğu bir diğer ulusal loca ile yedi loca bir araya getirildi. Bu işler hayli hızlı bir şekilde gerçekleştirildi ve Yüksek Şûra’nın kuruluşundan birkaç ay sonra Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî (Osmanlı Büyük Doğusuı) adı altında bir obediyans kuruldu.
[O tarihte Türkiye’deki Masonlukta “loca” sözcüğü değil “mahfil” sözcüğü kullanılmaktaydı. Öteden beri Fransızcadan dönüştürme olarak kullanılmakta olan diğer birçok sözcük ve terimin yerine bunların Osmanlıca karşılıkları getirilmişti. Böyle olunca, elbette burada “Niçin Mahfil-i Âzam (Büyük Loca) değil de Maşrık-ı Âzam (Büyük Doğu) teriminin kullanılmış olduğu sorgulanabilir. Ben, yararlanmış olduğum kaynakça arasında bu sorunun yanıtını göremedim. Bu yüzden yorum yapmak zorunda kalıyorum ve diyorum ki, bu örgüte sonradan katılması ya da doğrudan kurulması öngörülen diğer localardan kimilerinin Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti dışındaki bir ritin simgesel derecelerinde çalışması öngörülmüş olabilir. Ancak obediyansın bundan sonraki tarihçesinin 20 yılında böyle bir olguya rastlanmıyor. 20 yıl kadar sonra böyle bir durumla karşılaşıldığında da nasıl bir sorun çıktığına daha sonraki bir bölümde değineceğim.]
Maşrık-ı Âzam’ın kuruluşundan üç ay kadar sonra, Şûrayı Âli ile Maşrık-ı Âzam arasında bir konkordato düzenlendi. Buna göre, Şûrayı Âli Maşrık-ı Âzam’ın Osmanlı Devleti sınırları içinde Masonluğun ilk üç derecesinde yapılacak çalışmaların tek düzenli ve egemen yönetici otoritesi olduğunu kabul etti.
[Kimisine göre böylece bir yüksek konsey kendisine bağlı bir büyük loca kurmuştu ve bu Masonluğun dünya çapında genel geçerli ilkelerine aykırıydı; bir diğer deyişle bu düzensiz bir örgütlenmeydi. Kimisi de buna karşı duruyor ve kişiler örtüşmekte olsa bile bu obediyansın yüksek konseyin kurmuş olmadığını savunuyor. İçinden çıkılması pek kolay olmayan bir durum doğrusu.]
Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî, kuruluşundan kısa bir süre sonra Avrupa’daki bazı büyük loca ve büyük doğular tarafından düzenli bir mason örgütü olarak tanındı. Bunun üzerine, Osmanlı Devleti’nde daha önce yabancı obediyanslara bağlı olarak çalışan localardan bazıları, Maşrık-ı Âzam’a bağlanmaya başladı.
Cumhuriyetin ilanına kadar, gerek yeni kurulan localar gerekse başka bir obediyansa bağlı iken katılanlar ile Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî’nin loca sayısı 42’ye ulaştı.
[Ancak bu arada Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin toprakları hayli daralınca, locaların sayısında da bir azalma baş göstermiş olduğu göz ardı edilmemeli. Osmanlı Devleti’nin Sevres Anlaşması felâketi gelmemiş olsaydı, belki de özellikle savaştan sonra bu ülkedeki Masonluk çok daha geniş çaplı bir örgütlenme sağlayabilirdi.]
Türkiye’deki Masonluğun bu dönemine ilişkin birkaç noktaya daha değinelim.
1917 yılında, İstanbul’da çalışan “Necat” adlı locada, kimsesiz çocukların korunmasının sağlanması amacıyla girişimlerde bulunulması önerisi ortaya atılmıştı. Bu öneri tüm localara yaygınlaştırılıp onların da desteği alınınca, “Himaye-i Etfal Cemiyeti” (Çocuk Esirgeme Kurumu) kuruldu. Bununun çok yararlı bir hizmet olduğunda birleşen masonlar, sonradan Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin (Kızılay Derneği) kuruluşundan da pay aldı.
Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî, 1921 yılında İsviçre’nin Cenevre kentindeki bir uluslar arası toplantıya çağrıldı. Bu toplantı kurulması kararlaştırılan ve sonradan "AssociationMaçonnique Internationale" (A.M.I.) adını alan Uluslararası Masonluk Birliği’ne katıldı.
[Kimileri, böylece Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî’nin resmen düzensiz duruma düştüğünü ileri sürer. Çünkü bu uluslar arası örgüt,y İngiltere Birleşik büyük Locası tarafından veto edilmişti.]
Masonluğun politikanın dışında tutulmasının evrensel boyutta benimsenmiş bir kural, üstelik Masonluğun anayasasının da gereği olmasına karşın, dünyanın birçok yerinde zaman zaman görülmüş olduğu gibi, Türk Masonluğu da tarihçesi boyunca birkaç kez politikaya ya karıştırılmış ya da alet edilmiştir. Her keresinde bundan zarar görmüş, yara almıştır. Bunun ilk örneği 1918 yılında oluşmuştur.
Osmanlı Devleti’nde “İttihat ve Terakki Fırkası”, yıllardan beri Meşrutiyet rejimi çerçevesinde iktidarı elinde tutan politik parti niteliğini taşıyordu. Ona karşıt olan “Hürriyet ve İtilâf Fırkası” ise öteden beri muhalefetteydi.
1918 yılında Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî’nin üstad-ı âzam (büyük üstat) olan Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Hürriyet ve İtilâf Fırkası’ndan yana bir gazete çıkarmaktaydı. İktidarı yıpratmak amacıyla, gazetesinde İttihat ve Terakki Fırkası’nın üyesi olan masonların adlarını yayınlamaya girişti. Özellikle Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin “farmason” olduğunu ilan ederek, onu ağır bir dille suçladı. Kısa bir süre sonra yapılan genel seçimlerde Hürriyet ve İtilâf Fırkası iktidarı elde edince, bu yayına dayanılarak Masonluk hakkında soruşturma açıldı. Yeni hükümet, İstanbul’daki masonların yakalanması için baskın düzenlenmesine bile karar verdi. Nitekim o baskın düzenlendi de… Ancak olayın büyütülmeden örtbas edilmesi sağlandı. Bu olaydan sonra Rıza Tevfik istifa etmek zorunda kaldı.
[Bu olay, Türk Masonluğu’nun tarihçesi bakımından masonlara ders olmalı, hiç unutulmamalıydı; o tarihte üzerine sünger çekilmesine çalışılmış olmasına karşın… Ancak Türk Masonluğu’nun tarihçesindeki yerini sadece masonik yazın kapsamında “bir büyük üstadın alnındaki karaleke” olarak anıldı. Ne yazık ki Türk masonlar daha sonra da benzer yanılgılara düştü ve bu ülkedeki Masonluğu yıpratmaktan kendilerini alamadılar.]
Özetle, Masonluk, Osmanlı Devleti’ne diğer birçok Batı ülkesinden daha önce ulaşmış, yerleşmiş, gelişme ve ilerleme yolunun tutmuştu. Ancak önce Balkan Savaşı, ardından Birinci Dünya Savaşı, onun ardından Osmanlı Devleti’nin yabancı ülkelerce paylaşılması, Masonluğun da bu dönemde çok sıkıntı çekmesine neden oldu. Gerçi çoğu Batı ülkesinde olduğu gibi, monarşi bu ülkede de Masonluğun gelişmesine engel olmayabilirdi; Meşrutiyet öncesinde böyle bir engel söz konusu olduysa da bunun nedeni rejim değil, padişahın tutumuydu. Nitekim bunun benzerleri başka ülkelerde de görülmüştür. Masonluk, demokratik bir rejim ortamında çok daha rahat gelişebilirdi. Bu nedenle Türk masonlar, Osmanlı Devleti yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu Masonluk bakımından da sevinçle ve coşkuyla karşıladı.
Ancak Cumhuriyet döneminin de Türkiye’deki Masonluk açısından ne denli yararlı olduğu tartışılabilir. Masonluğa karşıt olanlar, demokratik rejim ortamında, Masonluktan yana çıkan bir monarşi ya da totaliter rejime oranla çok daha rahat çalışma olanağı elde etmektedir. Böyle bir ortamda mason localarını ortadan kaldırmak isteyenler, daha güçlü olanaklar elde edebilmektedir. Nitekim izleyecek olan bölümde bunun böyle olduğunu göreceğiz.