Geçenlerde forumda bir yazı okumuştum. Hangi üyenin yazısı olduğunu hatırlayamıyorum. Yarım yamalak hatırlıyorum gerçi ama yine de "Hatırladığım kadarıyla.." diye cümleye başlayıp yanlış bir isim vermek istemem. Onun için ne okuduğumu aktarmaya girişeceğim bir an evvel.
Elbette o yazıyı bulamadığım için yine hatırladığım kadarıyla anlatacağım.
Fransız bir antropolog insanların yaşayış tarzlarını incelemek için Hindistan'da küçük bir kabilenin bulunduğu coğrafyaya gitmiş. Amacı kültürel farklılıkları incelemekmiş. Ve bu Fransız antropolog, işini gerçekten iyi yapmak istiyormuş. Kendini dış dünyaya soyutlamış, dış dünyayla tüm bağlantılarını kesmiş. Ve 2 ay boyunca Hindistan'daki kabileyle olabildiğince kaynaşmış. Onlarla beraber yaşamış. Ve tabi bu 2 aylık süre zarfında mesleğinin gereği ve bu coğrafyaya gelişinin nedeni olarak burada yaşayan insanları incelemiş. Bu insanların paraları yokmuş. Yiyecekleri de azmış. Yani fakirlermiş. Bu insanlar öylesine fakirlermiş ki ayaklarına geçirecek ayakkabıyı zor buluyorlarmış. Ama yine de Fransız antropoloğu şaşırtan şeyler de yok değilmiş. Bu insanların ayakkabıları yokmuş ama saadetleri varmış. Ellerini her ceplerine attıklarında para çıkaramıyorlarmış ama her daim yüzlerinden gülücük eksik olmuyormuş. Bu insanlar mutlularmış. Hem de şaşılacak derecede fazla. Çünkü kafalarına takacak sorunları yokmuş.
Sonunda Fransız antropolog araştırmasını bitirmiş ve doğru ülkesine doğru yola koyulmuş. Koyulmasına koyulmuş da uçakta bir gariplik seziyormuş. İnsanların yüz ifadeleri öylesine gergin ve öylesine üzüntülüymüş ki ülkede bir şeyler olduğu her hallerinden anlaşılıyormuş. Fransız antropolog ülkede ne tür bir felaketin boy gösterdiğini meraklanmış, üzülmüş. Ama gelin görün ki ülkede hiçbir şey olmamış. Her şey eskisi gibiymiş. Araştırmacımız, insanların o yüz ifadelerini buna yormuş. Çünkü o kabilenin neşesinden sonra, bu insanlar ona çok soğuk ve gergin gelmiş.
Forumumuzun sayın üyesi, hikayesini "Gerçek olup olmadığını bilemiyorum..." diyerek bitiriyordu.
Tabii bu hikayeyi hatırladığım kadarıyla anlatıyorum. Farketmeden eklemeler veya çıkarmalar yapmış olabilirim. Umarım kusura bakmazsınız.
Evet, bu hikayeyi buraya aktardım. Çünkü kafama bazı sorular takıldı. Ve bu soruları sizinle paylaşmak, hatta cevaplar bulmak istedim.
Ben hayattan şunu anlayabiliyorum. Çok şey bilen kişinin kafasına takacağı şey sayısı da aynı oranda çok oluyor. Ama her şeyle ilgilenmeyen, çok fazla araştırmayan, okumayan kişiler yine aynı şekilde bilgileriyle orantılı sayıda şeyi kafasına takıyorlar.
E insan bilmediği, farkında olmadığı şeyi kafasına takacak değil ya! Dünyanın sorunlarıyla ilgilenen insanlar bunu kafasına takıyorlar. Ülkenin sorunlarıyla ilgilenen insanlar bunu kafasına takıyorlar. Tarihle ilgilenen insanlar, tarihteki olayları kafasına takıyorlar. Etraflarında gördükleri olayları, bilgileri çerçevesinde yorumluyorlar. Ve bildikleri, pek de hoş olmayan olaylar onları mutluluktan uzak tutuyor. Örneğin bir insan, diğer aç insanlar için ağlayabiliyor. Çünkü başka yerlerde aç insanlar olduğunu biliyor. Ve ya bir insan, dünya üzerinde çıkan savaşlara üzülüyor. Ağlıyor. Hiç bir zaman mutlu olamıyor.
Ama bilmeyen insan, araştırmayan insan pek bir şeyi kafasına takmıyor. Evet, herkesin derdi kendine. Ama yine de kafasına takacağı şeyler kendi dünyasıyla sınırlı. Hep mutlu olarak yaşıyor. Etrafındaki sorunları görmeyerek...
Benim aklıma takılan noktaysa burası işte. Acaba, bazen bilmemek, bilmekten iyi midir? Her zaman bilgili olmak mı kazandırır insana?
Evet, bilgili insanlar toplumu yükseltir. Ama toplumu yükseltenler mutlu olabilir mi ki? İnsanın temel gayesi değil midir mutlu olmak? Sen hayatını daha basit yaşarsan daha mutlu olmaz mısın?
Yoksa tüm bunlar, bilmeyene verilen bir lütuf mudur? Merak ediyorum.
Biraz uzun oldu ama derdimi umarım anlatabilmişimdir. Umarım güzel katkılarınızla beni mutlu edersiniz.
Saygılarımla...
MMT