Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Nefret Söylemi, Nefret Sucu.  (Okunma sayısı 2130 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Aralık 16, 2017, 12:02:12 öö
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1811

Merhabalar.

Günlerdir forumumuzda bir Kudüs meselesidir gidiyor. Meselenin kendisine bir diyrcegim yok ama bu mesele icerisinde Arap ve Yahudi kelimeleri havada ucusuyor.

Yok Arap´lar söyleymis , Yahudiler böyleymis hatta isi götürüp Ermenilere baglayanlar oldu.

Arap´in hainliginden girip, Yahudi´nin belmem neliginden ciktik.

Okadar kaptirdikki kendimizi kalkip "kendi kendimize" dahi küfür eder hale gelenler oldu.

Demin okudugum ve " KUDÜS " basligi altinda yapilan paylasimlara, yazilanlara baska bir pencereden bakmamizi sagliyacagini düsündügüm bir yaziyi sizinla paylasmak istiyorum.

Yazi biraz uzun bagislayin. Parca parca paylasayim dedim ama bütünlügü bozulur diye hepsini birden paylasiyorum.



Alinti baslangici:

PROF. DR. MELEK GÖREGENLİ İLE RÖPORTAJ
"Nefret Söylemi İktidarların Çok İhtiyacı Olan Bir Şey"
Barış Akademisyenlerinden olan, bir yıl önce Ege Üniversitesi'nden ihraç edilen, yani kendisi de ‘kötülüğe’ maruz kalan Melek Görgenli'ye, ‘biz ne zaman bu kadar kötü olduk, niye olduk, bu kadar fenalıkla nasıl başa çıkılır’ diye sorduk



Önüm/arkam/sağım/solum’ diye başlayan çocukluk tekerlemesinin ‘sobe’ diye değil de ‘nefret’ diye bittiği… ‘Bittin sen’ diye bağıran “siyaset adamı”ndan, sokaktaki vatandaşa, televizyon ekranlarından, yazılı basından, sosyal medyaya kadar her alanda, her yerde yoğun, ağır kıvamlı akan bir nefret dalgası var hayatımızda uzunca süredir. Geçmiş dönemlerde kuşkusuz ‘sevgi kelebeği’ değildik her birimiz, ama nefreti de bu kadar çok, bu kadar damardan hissetmiyorduk, görmüyorduk. Hayatımızda ‘kötüler’ hep vardı ama bu kadar kötüyü, bu kadar bir arada da görmemiştik sanki…

Ağırlıkla politik psikoloji, şiddet ve işkence, ayrımcılık, militarizm konularında çalışmış, sosyal psikoloji alanının kıymetli isimlerinden Prof. Dr. Melek Göregenli ile ‘nefreti’ konuştuk. Barış İçin Akademisyenler bildirisinin imzacılarından olan, bir yıl önce Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Psikoloji Ana Bilim Dalı'ndaki görevinden ihraç edilen, yani kendisi de ‘kötülüğe’ maruz kalan Melek Hoca’ya, ‘biz ne zaman bu kadar kötü olduk, niye olduk, bu kadar fenalıkla nasıl başa çıkılır, vicdan doğuştan mıdır, kazanılabilir mi’ diye sorduk. O da her zamanki duruşu, sakinliği, bilim inancı ve bilgisiyle, öğrencilerine anlatır gibi örnekler vererek anlattı bize.

Bir yazarın ifadesiyle ‘Nefret denizi içinde yüzüyoruz’ ve deniz gittikçe büyüyor. Bunun son örneklerinden biri de bir sağlık çalışanının Irak ve İran’ı vuran depremde ‘Hazır deprem olmuş, bırakalım gebersinler’ diye attığı tweet… Bu sadece bir sembol, bu durumun daha çok olduğunu biliyoruz. Nefret hep vardı ama sosyal ağların yaygınlığıyla mı göz önüne serildi? İletişim çağının getirdiği bir büyüme mi, yoksa biz hep bu muyduk? Bize ne oldu?

Belki önce bu kavramları tarif etmemiz lazım. Nefret, bir duygu olarak diğer duygular gibi doğal bir duygu… Öfke gibi bir duygudur, olumlu bir duygu değildir, insana tabi ki iyi gelmez ama sonuç olarak bir insandan nefret edebilmemiz için onunla bir deneyim yaşamış olmamız gerekir. Bütün duygular gibi, kişisel deneyime dayanır. Nefret söylemi ve nefret suçları konusu konuşulurken genellikle nefret söylemiyle nefret duygusunun karıştırıldığını görüyorum. Bu ayrımı yapmak önemli, çünkü nefret söyleminin neye yaradığını, toplumsal açıdan önemini ve sonuçlarını öngörebilmemizi engelliyor.
"Nefret söylemi ideolojik bir duruştur"

Bir duygu olarak nefret duygusu kişiler arasında oluşan bireysel bir sürece özgüdür. Mesela ben bir politikacıdan nefret edebilirim. O politikacının hayatıma olumsuz etkileri olmuştur, onun yüzünden bir zarara uğramışımdır. “A politikacısından nefret ediyorum” diyebilirim, bu bir nefret söylemi değildir. Politikacıyla ilgili duygumu ve düşüncemi onun ait olduğu gruptan hareketle ifade edersem, mesela "Köylüden başbakan yaparsanız olacağı budur" dersem, O'nun köylü olduğunu ve köylülerin başbakan olamayacağını söylemiş olurum ki bu nefret söylemidir. 

Nefret söylemi gruplar arası bir dışlayıcı, ayrımcı, baskılayıcı ideolojinin dile gelmesi, getirilmesidir.

Şimdi mesela bu en son Acıbadem Hastanesi’nde çalışan müdürün tweet’ine bakalım. “Umarım hepsi geberir” diyor. Kimden bahsediyor? Depremin olduğu bölgedeki insanların hepsinin Kürt olduğunu düşünüyor ve bunların hepsinin ölmesini istiyor. Bunu açıkça yazmıyor ama bu çok açık, “Hepsi gebersinler” derken Kürtler gebersin istiyor. Burada yaşadığı bir deneyimin sonunda oluşan bir duygu dile getirilmiyor. Kürtler denilen bir gruptan bahsediyor. Kendisini de doğal olarak ‘Kürtler Grubu’na ait olmayan’, ‘Türkler Grubu’nda birisi’ olarak tarif ediyor. Hiçbir kişisel deneyim, herhangi bir kişisel hikaye olmadan birisine, sadece ait olduğu grup yüzünden olumsuz duygular, düşünceler besliyorsunuz. Bu nefret söylemini doğuruyor. Ve o grubun tümüne dahil bir olumsuz düşünce, ideoloji söz konusu, duygudan ziyade… Nefret söylemi ideolojik bir duruş! Yani eğer ben bir Türk olarak birisinden Kürt olduğu için nefret ediyorsam, onunla yaşadığım bir kişisel deneyim yüzünden değil, onun ait olduğu grup yüzünden nefret ediyorum.

Çok iyi bir örnek vereyim. Geçen günlerde, Ankara Valiliği LGBT film festivalini yasakladı ve şöyle bir karar verdi: "Bu konuda yapılan bütün etkinlikler süresiz olarak yasaklandı."

Şimdi bakın bu çok açık bir nefret suçudur, nefret söylemidir zaten ama aynı zamanda suçudur da! Kararın gerekçesi nefret söylemidir! Gerekçesinde şunları söylüyor: "Bu grubun" diyor…  LGBT diye bir grup tarif ediyor… Kim bunlar? "Hemcinslerine ilgi duyan insanlar ya da translar… Yani kendi bedenlerinden hoşnut olmayan, kendisini karşı cinsin bedenine ait hisseden insanlar…"  Sonuç olarak insanların aslında tamamen özel hayatlarıyla ilgili bir varoluş özelliği bu… Bazen bunun bir tercih, sanki eğlence olsun diye yapılan bir şey olduğu sunuluyor. Bu bir varoluş şekli… Heteroseksüel olmak ne kadar doğal ve normalse, eşcinsel olmak da o kadar normal ve doğal… Ve bu tüm uluslararası sağlık ve sosyal kurumlar tarafından böyle saptanmış, kabul edilmiş. Bu ülkenin yurttaşlarından bir grubu tarif ediyorsun ve gerekçesinde şunu söylüyorsun:

"Bu kamu ahlakına aykırıdır ve bu etkinlikler bir grup başka vatandaşı rahatsız edebilir". Bunu söyleyerek aslında rahatsız olabilecek vatandaşlara da bir anlamda yol gösteriyorsun. “Rahatsız olun ve bunlara zarar verin!”…

Devam ediyor:

"İnfiale yol açabilir ve bu nedenle bu grubun tüm etkinliklerini yasaklıyoruz". Yani aslında Türkiye yurttaşlarının belirli bir grubunun -ki bu 3 kişi olsa bile çok önemlidir ama milyonlarca insandan bahsediyoruz, içlerinde AKP seçmeni de olan milyonlarca insan- kendilerini ifade edebilecekleri, ortak olarak yapmak istedikleri, yasal sivil toplum örgütlerinin ya da bir grup insanın faaliyetlerini, sınırsız bir sürede ve ayrımsız yasaklıyorsun.

Sebep?  Zararlısınız, genel ahlaka aykırısınız, gözümüze görünmeyin, yoksunuz, kaybolun. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimlikleri, siyasi ayrım, sosyo-ekonomik düzey ve diğer tüm değişkenlerden bağımsız olarak bir varoluş halidir. Kim olurlarsa olsunlar bütün toplumsal gruplar içinde heteroseksüeller kadar olmayanlar da vardır, hep vardır ve sonsuza kadar var olacak. Şimdi sen diyorsun ki "Sizi etiketliyorum, tarif ediyorum, sizin kişisel olarak ne yaptığınızın falan hiçbir önemi yok, siz yurttaşların bir grubu olarak…’" Yasaklanıyorsunuz. Örgütlenme hakkının da ihlali aslında bu, sadece anayasal olarak da ayrımcı değil!  "Görünme yani, görünür olma" demek! “Senin yaşamana izin veriyorum, ama görünür olmana izin vermiyorum…”

Bu bir nefret söylemidir!

Yasaklama kararının gerekçesi de nefret suçudur! Cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimlikleri nedeniyle sürekli öldürülmek de dahil saldırıya uğrayan insanların yaşadığı bir toplumda bunu yapıyorsanız, bu insanları doğrudan hedef haline getiriyorsunuz, onlara saldırıyı meşrulaştırıyorsunuz.

Söylem ve suçun ayırt edildiği yer, hukukçulara göre, söylemin davranışa dönüştüğü nokta.

Hukukçu değilim, ben sosyal psikoloji açısından bakıyorum. Yani topluma ne oluyor, ona bakıyorum. Şimdi hukukçular nefret söylemiyle nefret suçunu ayırırlar. Çünkü suç bir fiil gerektirir. Nefret söyleminin her durumda suç olmayacağını düşünürler. Suça dönüşmesi için daha doğrudan bir zarar ya da zarar verme potansiyeli olması gerektiğini söylerler. Tabi hukukçuların kendi içinde bir mantığı vardır ama sosyal psikolojik açıdan baktığımda bu anlamlı değil! Linç davranışlarını düşünün, o kadar çok yaşadık ki yaşıyoruz ki bunu… Mesela aklıma hemen Selendi geliyor, Roman Mahallelerine yapılan saldırı… Bu da mesela bir nefret suçu! Eğer toplumda Romanlara yönelik genel bir nefret söylemi olmasa bu suçu işleyen insanlar bu cesareti bulabilirler mi? Başka da gördük, Kürtlerin dükkanları da saldırılara uğradı… Mahallelerde saldırılar oldu. 6-7 Eylül olaylarını hatırlayın, orada sokağa çıkan saldıran insanlar bu ülkedeki gayrimüslimlere yönelik devlet, iktidar politikalarının kendilerinin yanında olduğunu bilmeseler buna cesaret edebilirler miydi? Neden mesela bu ülkenin "yukarıdakiler" ine yönelik hiç linç eylemi yapılmıyor? Yani söylem nerede başlar, suç nerede; ayırmak çok zor, söylem olmasa suç olur mu, olmaz..
"Kolektif nefret suçlarına biz linç diyoruz"

Sanki nefret söylemleri ve suçlarının hedefi var ve onlar genelde çizilen azınlıklar… Daha ‘öteki’ olan gibi görünüyor… Kürtler, Romanlar, Ermeniler, eşcinseller, translar gibi… Burada ırkçılıkla bir kardeşlik söz konusu mu?  Bunu nasıl açabiliriz?

Aslında öncelikle şu: Nefret söylemi geliştirenler, nefret suçu işleyenlerle aynı insanlar olmuyorlar. Nefret söylemi daha üst sınıflardan çıkıyor, gazete yazarları, politikacılar, bir tür iktidar sahipleri… Mesela Tayyip Erdoğan diyor ki, “Terör örgütü üyeleri çok fazla çocuk yapıyorlar”…

Bu çok açık bir nefret söylemi, "çok çocuk yapan terör örgütü üyeleri" diye bir grup olabilir mi? O ne kastederse etsin, algılanan Kürtlerden söz ettiği. Tayyip Erdoğan tabi ki kendisi gidip hiçbir Kürdü linç etmiyor, ya da başka politikacılar, ya da gazete yazarları ya da gazetelerde o nefret söylemi haberlerini yapanlar… Bunların hiçbirisi linç eylemlerine katılmıyor. Linç eylemlerini kimler yapıyor? Yoksullar yapıyorlar ve nefret söyleminin hedefi olan gruplarla aslında en çok ortak noktaya sahip olan gruplar… Ne yapıyorlar? Yoksul Türkler, yoksul Kürt mahallelerini basıyor, yoksul Türkler gidip yoksul Roman mahallelerini basıyor vs… Linç dediğiniz şey açık bir nefret suçu, kolektif nefret suçlarına biz linç diyoruz. Bakın dünyada linç literatürüyle ilgili hiçbir şey bulamazsınız. Ben bu konuları çalışıyorum ve Batı literatüründe linç yok, bitti! Çünkü hukukun, demokrasinin daha iyi olduğu toplumlarda artık nefret suçları bireysel düzeye inmiş durumda, suç ama bireysel bir suç; bizdeki gibi toplaşıp gidip mahalleleri basmıyor kimse.

Hiç olmadığı anlamında söylemiyorsunuz sanırım…

Hayır, günümüzde bizdeki biçimiyle yok... Ama nefret söylemi önce mahkum edilmiş ki, nefret suçu işlenememiş… Almanya’da bir politikacı “Bu Türkler çok fazla çoğalıyorlar, bir gün bizim nüfusumuzu ele geçirecekler” diyebilir mi? Bundan dolayı yargılanırlar. Böyle bir şey yapamazlar, bu bir suçtur. Kuşkusuz, dünyanın her yerinde sistemik hiyerarşiler yok olmadıkça nefret söylemi ve suçu bitmeyecek ama bizdeki kadar açık değil, daha sembolik, gizil hale gelmiş durumda. Şimdi Türkiye’de güya nefret suçları yasası var. Ama mesela cinsel yönelime yönelik nefret suçları yok, yasaya dahil edilmedi. Din, etnik köken vs var. O yüzden nefret söylemiyle nefret suçunu çok ayrı düşünemiyorum. Nefret söylemi, nefret suçunun ideolojik arka planını oluşturan dildir, söylemdir, yapıdır. Ve nefret söylemi ne kadar yukardan oluşturulur, ne kadar en yetkili, en güçlü insanlar tarafından dile getirilirse, onun suça dönüşmesi o ölçüde kolaydır.

Hele Ankara Valiliği’nin yaptığını düşünün. Bir devlet makamı bir grubun etkinliklerini yasaklıyor, yani açıkça "Bu grup zararlıdır" anlamına geliyor. Şimdi herhangi birisi bir eşcinsel insana ya da bir transa saldırırsa, arkasına devleti almış olmuyor mu? Ve nitekim bunu tüm yargılama süreçlerinde görüyorsunuz. “Benim asabımı bozdu, ahlaksız, bunlar aileye zarar veriyorlar, topluma zararlı, zaten alışık ” vs diye savunma yapıyorlar. Nefret söylemi ve suçları dünyanın her yerinde var ama bizim farkımız; hukuk, bu söylem ve suçları engelleyici bir fonksiyon taşımıyor. Bir ülkede hukuk ve demokrasinin üstünlüğü arttıkça bunlar azalıyor. Yok oluyor mu? Hayır…
"Nefret söylemi aslında bir kurucu ideoloji!"

Neden yok olmaz?

Çünkü nefret söylemi sadece bir grup insanın canını sıkan, onları üzen, onlara adaletsizlik ve eşitsizlik yapılmasını meşrulaştıran bir şey değil… Nefret söylemi aslında bir kurucu ideoloji! Bir ülkede kimlere yönelik nefret söylemi geliştirildiğine bakın, o ülkedeki aşağıdakiler ve yukarıdakilerin kimler olduğunu hemen anlarsınız. Yani bu sırf azınlıklar meselesi değil, bu aslında bir tür toplum inşası için sistemik bir ideoloji…

Örneğin Türkiye’de kimlere yönelik nefret söylemi yok, bir bakalım… Türkler, Sünniler… Sünni Müslümanlar yani Aleviler değil… Erkekler, heteroseksüeller...

Bunlarla ilgili bir nefret söylemi duydunuz mu? Heteroseksüel olduğu için yasaklanan bir etkinlik duydunuz mu? Erkeklerle ilgili mesela pek çok eleştiri var, kadınlara yönelik şiddet uygulayan erkeklerle ilgili… Yani “erkek soyu kurusun” diye bir şey duydunuz mu? Ya da işte kadınlar kendi aralarında kızınca konuşurlar ama bu, bunu söyleyen kadının kendi ilişkide bulunduğu, bir deneyimi olan bir erkeğe yönelik ifadeleridir.

Peki kim bu ülkeyi yöneten? İşte Türk, Müslüman, Sünni, Erkek, Heteroseksist bir ideoloji… İşte bunlar bu ülkenin kurucu ideolojisi… Peki aşağıda durması gerekenler kimler? Tüm Müslüman olmayanlar, mezhep açısından Sünni olmayanlar, etnik olarak Türk olmayanlar… Kürtler en çok nefret söyleminin mağduru Lazlara göre, Çerkezlere göre… Bunun sebebi çok açık, çünkü daha görünürler, daha çoklar ve “Biz buradayız ve birtakım haklarımızı istiyoruz” diye de bağırıyorlar. Bunu niye belirtiyorum?  LGBTİ örgütlenmeler de öyle… Özellikle son 15 yıldır giderek artan bir görünürlükleri var toplumda… Aşağıda durması gerekenler aslında nefret söylemi yoluyla gayrı meşrulaştırılarak aşağıda tutuluyorlar;  bir sistemin hiyerarşik yapısının olduğu gibi tutulabilmesi için nefret söylemi işlevsel. Nefret söylemi sadece adaletsizlik yaratan bir şey değil, kurucu bir ideoloji; iktidarların çok ihtiyacı olan bir şey… Yoksa neden yani çıkıp en büyük, en güçlü politikacılar durmadan şunlar kötü, şunlar hain, şunlar sözde, bunlar özde diye bağırıp dursunlar. Sürekli bir grup tarif ediyorlar, toplumdışı, kötü, tehdit ve sonra onlara yönelik her türlü kötülük mubah hale geliyor. 
"Batıda nefret söylemi daha ince biçimde var"

İktidarlar derken bir genelleme yapıyor musunuz? Bütün iktidarlar mı? Mesele Kanada Başbakanı’nın ağzından bu tür bir söylem duymuyoruz biz…   

Duymuyoruz çünkü orada hukuk daha gelişmiş… Ama şöyle detaylıca baksak… Mesela göçmenlere yönelik, Müslümanlara yönelik pek çok nefret söylemi duyuyoruz Batı ülkelerinde…  Ama daha ince biçimlerde, orada da sınıfsal ve başka hiyerarşilerin sürdürülmesi için gayrı meşrulaştırmaya ihtiyaç var ama bunun yolları daha ince, onu da konuşuruz bir gün..

Yani tamamen yok edilemeyen bir şey mi bu?

Şöyle yok edilemiyor. Dile getiriliyor ama hukukun egemenliği arttıkça, demokrasi geliştikçe  o nefret söylemleri mahkum ediliyor. Ama halk arasında konuşuluyor.

Hollanda’da benim başıma geldi mesela… Bir taksi şoförü Türk olduğumu öğrenince "Ama sen karakafalı değilsin" dedi… Yüzüme söyledi ama çıkıp da Hollanda Başbakanı "Kara kafalı Türkler" demiyor. Çünkü Türkler Avrupa’da tıpkı bizim Türkiye’de nefret söylemine uğrayan gruplar gibi bir konumda… Müslümanlar da öyle…
"İktidarda olanlara yönelik nefret söylemi geliştirilemez"

Mesela İslamafobi meselesine gelelim. Avrupa’da İslamafobi vardır ve bir nefret suçudur. Bütün Müslümanlara karşı işlenmektedir. Ama açıkça devlet yöneticileri tarafından değil! Ama mesela Türkiye’de İslamafobi olamaz şu anda. Çünkü açıkça Sünni Müslüman olduğunu söyleyen ve ülkeyi bazen böyle yönettiğini açıkça ifade eden insanlar iktidardadır. Bakın iktidarda olanlara yönelik nefret söylemi geliştirilemez. Nefret söylemi tam tersine iktidarda olanın ayrıcalığıdır, nefret suçuna teşvik de iktidarda olanın ayrıcalığıdır. Türkiye’de Müslümanlara yönelik nefret söylemi olmadı mı? Oldu… Örneğin başörtülü kadınlara yönelik yaklaşım açıkça nefret söylemiydi ve hala vardır ama kısmen ve sıradan insanlar arasında. Mesela bazı kendilerine ‘Cumhuriyetçiyim’ diyen birileri başörtülü kadınlara yönelik bu söylemde bulunur. "Başörtülü kadınlar", Müslümanlar değil, erkekler hiç değil, diyorum. Bir grup… Tıpkı Kürtler gibi… Bu diğer grup başörtülü bir kadın gördüğünde tüm olumsuz nitelemeleri yapabilmektedir, buna karşılık devlet de bir dönem başörtülü kadınlara yönelik nefret suçu işlemiştir. Mesela onları üniversiteye almayarak… Ben tutarlı bir nefret söylemi ve suçu karşıtı bir insan olarak ve bir sosyalist olarak üniversitede hocayken, tüm öğrencilerim tanıktır, 28 Şubat sürecinin en yoğun olduğu dönemlerde başörtülü öğrencilerimi derse aldım, hiçbir zaman peruk ya da vs takmalarına izin vermedim. Bu yüzden de birtakım baskılara uğradım ve genellikle sağcı Müslümanların bu konuda hazırladıkları bildiriye imza attım, hiç bir dine ait hissetmediğim halde… Ama o dönem iktidarda olanlar böyle düşünüyorlardı. Şimdi Türkiye’de İslamafobi’den bahsedilemez, pek çok Batı ülkesindeki gibi. Tabii ki Müslümanlara yönelik nefret söylemi geliştirenler olabilir ama nadirdir ve nefret suçuna yol açacak bir gücü yoktur. Devletin başörtülü kadınlara yönelik nefret suçu işlediği dönemde hakikaten başörtülü kadınlar fiilen birçok bedel ödediler. Sokakta tacize bile uğradılar ama günümüzde böyle bir şey mümkün değil… Niye bu örneği veriyorum, çünkü bu iktidarda olanın ayrıcalığıdır.
"Düşmanlık tek taraflı bir şey olamaz"

İktidardan yana ya da iktidardan olmayan insanlarda da bir nefret dalgası gelişiyor. Geçmişte o başörtülü kadınlara kötü gözle bakmayanların şimdi baktığını görebiliyoruz; iktidara kızgınlıklarının faturasını onlara kesiyorlar. Yani iktidar söylediğiniz ayrıcalığı kullanırken kendine olan nefreti de yoğunlaştırmış olmuyor mu? Ya da bunun farkında değil mi?

Farkında ya da değiller mi, ya da sonuçlarını göze mi alıyorlar bilmiyorum. Bütün gruplar arası ilişkilerde tabi ki şöyle bir risk var. Eğer siz iktidar olarak kendi iktidarınızı ve kendi kitlesel gücünüzü bir arada tutmak için, toplumu bazen parçalayarak, bazen hep birlikte bir grup olarak nitelendiriyorsanız, "benden yana olanlar ve bana karşı olanlar" diye iki gruba ayırıp bunu nefret söylemi de kullanarak yapıyorsanız, doğal olarak o "düşman" olarak tarif ettiğiniz gruplar da kendi içinde bir araya geliyor. Bu aslında bizim gibi yönetilen ülkelerde iktidarların paradoksudur…

Tam da söylediğiniz oluyor, o karşı taraf da ne yapıyor? Bütün Müslümanlardan oluşan bir grup oluşturuyor zihninde. Normalde hiç kimse kendi oy verdiği partiye oy vermeyen birisini bu kadar dışlamamalı, dışlamaz. Ama kendisine yönelik sürekli bir dışlama mekanizması işletildiğinde o da karşı grup oluşturuyor. Özcülük zaten böyle bir şeydir. Yani beni birisi sürekli düşman olarak tarif ediyorsa, ben de ancak onu düşman olarak tarif ederek hayatta kalabilirim. Başka bir yol yok! Düşmanlık tek taraflı bir şey olamaz. Sen bir düşman inşa ediyorsan, aslında onun da seni olarak düşman inşa etmesinin yolunu açıyorsun demektir. Çünkü kurulan iktidar dili, karşı grupla kendisi arasında ortaklıkları giderek azaltıyor; kurulan dile dikkat edin. Tırnak içinde terör örgütlerinden bile bahsederken hepsi birden sayılıyor. Bu saydığı gruplar gerçekten bir arada olsalar, bunu hayal bile edemiyorum! Sen bunu yaptığında kendine oy verenler dışında tüm bir ülkenin yurttaşlarını terörist ya da terör destekçisi ilan ediyorsun. Peki o zaman bu insanlarla demokratik bir ortamda nasıl bir yöneten-yönetilen ilişkisi kurmayı planlıyorsun? Böyle bir şey mümkün değil… O yüzden bu özcülük, dış grup tarif etme ve o dış grubun da kendisini kapatması ve seni öyle tarif etmesi hali… Şu anda iktidara muhalif olan insanlarda ben de buna tanık oluyorum. Her gördükleri başörtülü kadını IŞİD’li, her sakallı adamı Müslüman terörist zannetmek ve ona tepki göstermek gibi yaklaşımlara rastlıyorum. Tıpkı iktidarın yaptığı şeyi yapıyorlar ama asla aynı yaygınlıkta değil! Bu durum, çok daha önemli bir şeye yol açıyor, toplum olma durumumuzu ortadan kaldırıyor. Bir ülkede sadece Misak-i Milli sınırları içinde bir arada duran insanlara toplum denemez  -artık durmak zorunda olduğu için mi onu da bilmem, zengini mülk alıp fakiri halk oyunları grubuna girip kaçmaya çalışıyor-. Bir toplumun ortak bir takım değerleri olması lazım, bütün sınıfsal ve başka farklılıklara rağmen bir kaç iyilik için bir kaç hakikat etrafında  sözbirliği olması gerek. Ben düşünüyorum, bir tane değer, bir tane hakikatte mutabakat bulamıyorum.

Eskiden milli maçlar böyle olurdu, artık o bile öyle değil… Ben futbol seven bir insanım… Futbol dili her zaman milliyetçi, homofobik bir söylemle inşa edilir ama bu dönemki kadar rezillik hiç olmamıştı. Politik gruplaşmanın futbol seyircisine bu kadar yansıdığı herhalde başka bir dönem yoktur. Bu toplum her zaman dörde, beşe ayrıydı… Şuanda ikiye ayrılmış durumda… Ben bir kutuplaşmadan bahsetmiyorum, kutuplaşma her zaman kötü bir şey olmayabilir. Kutuplaşma birbirimizden çok ayrı düşünmemiz anlamına gelebilir, her zaman ortada buluşmak zorunda değiliz. Ama bizim ülkemizde olan kutuplaşmadan öte bir şey… Birbiriyle hiçbir ortaklığı olmayan iki yarıdan bahsediyoruz. Ve giderek bu yarılar kendi içinde birleşiyor.
"Hergün yeni bir düşman inşası, işleri zor"

Geçen gün Bekir Ağırdır araştırmasının sonuçlarını yorumlarken "Asıl önemli olan sonuç X-Y partideki artış değil, dehşet bir derin ayrışma var toplumda ve bu beni ürkütüyor” diyordu.

Çok derin ve büyük… Yani iktidar yanlısı ve karşıtları olarak meydana gelen bu bölünmede iktidar karşıtlarının büyük çoğunluğunda çok büyük bir umutsuzluk var. Büyük bir çaresizlik duygusu, büyük bir yersizlik duygusu ve en önemlisi büyük bir gelecek duygusu kaybı var. Ben, iktidarın da gelecek duygusunu kaybettiğini düşünüyorum. Yani o başlangıçtaki misyoner AKP’den artık eser yok, her gün yeniden planlanan öbür gün ve her gün yeni bir düşman inşası, işleri zor..

Yani onlar da mı kaygı duyuyor?

E tabii… Çünkü bu uzun vadeli bir ülke yönetme politikası olamaz. Yani bu kadar dışlayıcı bir politikayla bir ülkeyi yönetmeniz mümkün değil… Modern hukukun ortaya çıkış gerekçesini hatırlayalım… “Güçlü olan haklı olmasın” diye ortaya çıkmıştır. Hukuk şöyle bir şeydir: Hepimiz burada yazılanlara göre yönetilmeyi kabul ediyoruz! Onun karşısında teorik olarak da olsa eşitiz. Ben AKP’ye oy verenlerin hepsinin de hukuktan memnun olduklarını zannetmiyorum ama diyelim ki ülkenin en azından yarısı, başlarına bir şey geldiğinde hukukun onları koruyacağını düşünmüyorsa nasıl gelecek projeksiyonu yapabilirler? Hukuk birleştirici, yapıştırıcı bir şeydir ama onu bu ölçüde zedelediğiniz zaman ne olacak?
"Asgari demokrasiyi biz de olmasak kimse savunmayacak"

Ayrıca neyin kötü olacağı, neyin zararlı olacağına ilişkin net standartların olmadığı bir toplumda yaşıyoruz. Neyin suç olduğu, neyin norma uygun olmadığı da her gün değişiyor. Mesela yüz binlerce insanın işten atılmasına, tutuklanmasına neden olan bilmem ne dershanesinde okumuş olmak ya da atıyorum ByLock… Şimdi bu bir gün bir kanıt, öbür gün değil! Yani ben sadece karşıtlıktan  bahsetmiyorum, standardı kaybettik! Bir toplumun en azından hukuki ve belki de normatif standartları olur… Asgari bir şey olur? Emin olurum ki onun altına inilemeyecek. Mesela ben hiç emin değilim… Yeni daha, bir AKP milletvekili “Bu imzacılara yaşam hakkı bile verilmesi çok” dedi. Mesela trans arkadaşlar anlatırlar, 12 Eylül darbe, sıkıyönetim döneminde… O zamanlar bu arkadaşlar da şimdiki kadar ‘var’ değiller… Darbe yöneticileri bunları toplayıp, trene bindirip Ankara’ya gönderirlermiş, onlar da tekrar trene atlayıp Eskişehir’den geri dönerlermiş. Hakikaten o milletvekilinin söylediklerini okuyunca düşündüm. Bakın bunlar hep nefret suçu.. Bir ara hatırlıyor musunuz bir aklı evvel, tinerci çocukları İstanbul’daki adalara götürmeyi teklif etmişti… Bu da açık bir nefret suçu! Çünkü tinerci çocuklar da bu ülke için bir tehlike… Neden tinerci olduklarını düşünmüyorlar, onları adaya götürüp kurtulmayı düşünüyorlar! Gözümüze görünmeyin! Gözünün önünden uzaklaştırdığında yurttaşların ölmüyorlar, yok olmuyorlar, bir yerlerde yaşamaya devam ediyorlar! İşte bu yüzden hepimiz o zamanlar yolda bir tinerci çocuk görünce ödümüz kopmuyor muydu? Oysa o çocuklar o kadar tehlikeli falan değiller.  Demeye çalıştığım, bir tehlike yaratıyorsun, bir korku yaratıyorsun ve toplumdan onları dışlıyorsun, sonrasında onlara yapılan her şey meşru ve suç olmaktan çıkıveriyor.

Tekrar oraya döneyim… O milletvekilinin sözlerini okuduğumda dedim ki, şimdi biz yurt dışına çıkamıyoruz ya… Bir gün şöyle bir KHK çıkar mı acaba, “Bütün bu imzacılar ülkeyi terk etmek zorunda” diye… Böyle bir şey olsa buna şaşırır mısınız? Hiçbir standart yok. Adam çıkıp rahatlıkla “Yaşam hakkı bile vermek çok” diyor. Ben de yazdım, “Öldüremediğiniz için öldürmüyorsunuz aslında” diye… Keşke ölsek, çok da mutlu olacaklar! Çünkü bizi tehdit olarak görüyorlar. Oysa biz asla tehdit değiliz, iyi ki varız, çünkü bu ülkedeki asgari demokrasiyi biz de olmasak kimse savunmayacak. Ben bir gün o adamın hakkını savunmak zorunda kalabilirim ve bunu yaparım. Çünkü ben sadece kendi görüşümden insanların yaşadığı bir dünya hayal etmiyorum, sadece oy verdiğim partiye oy verenlerin yaşadığı bir ülke de istemiyorum. Bu faşizmdir. Ama aramızda geçişler olsun istiyorum. Yani sen iki tane grup tarif edip aralarındaki çizgileri gittikçe kalınlaştırırsan, düşman ilan edip kendini de onlar için düşman haline getiriyorsun. Ama biz aynı ülkede yaşıyoruz. Asgari hukuk standartlarına, asgari değerlere ihtiyacımız var, gerilsek de pek çok alanda mücadele etsek de.

Kadını dövüyor, öldürüyorsun… Kürtleri Türk olmadığı için yaftalıyorsun da hayvanlar ne? Bu nasıl bir şiddet aşkı? Bunun bütün bunlarla bir ilgisi var mı? Bu da bütün bunların sonucu mu?

E tabii… Şiddet arttı mı, görünür mü oldu? Ben bundan emin olamıyorum. Arttı muhtemelen… Artması için çok sebep var çünkü… Politik dil bütünüyle şiddet üzerine kurulu olursa, herkes bağırırsa, herkes birbirini düşman/çok zararlı ilan ederse, her zaman bütün dünyanın bize düşman olduğu ileri sürülürse doğal olarak en mikro düzeyde de sürekli düşman icat ediyoruz.

Şöyle de bir şey var tabii, bütün bir toplum müthiş bir uyarılmışlık halinde yaşıyoruz. Yani sürekli gerginlik hali ve bir gelecek kaygısı… Bu kaygı doğal olarak aslında normalde çok daha kolay bastırabildiğimiz bir takım şiddet eğilimlerimizi daha zor bastırabilir hale getiriyor. Bu şiddetin kendiliğinden artmasına neden olabilir. Ama bana daha da kötü gelen bir şey var! Her gün sosyal medyada görebilirsiniz, bu tür hastalıklı şiddet hallerinin kaydedilip yayınlanması… Bu bana daha korkunç geliyor! Bu bir sosyal onay ihtiyacı anlamına geliyor, demek ki böyle bir potansiyel var!

Mesela haberlerde bile bu kadar ardı ardına ve çok açıkça gösterilmesi, haydi bırakın haberleri sosyal medyada kayıt yapıyor ve paylaşıyor. Nasıl hukuk açısından standardımızı kaybettiysek biz, "İnsan olmak nedir" konusundaki standardımızı da hızla kaybediyoruz. Geçen gün izledim, bir baba çocuğunu dövüyor, annesi de çekiyor. Çocuk ağlıyor, evde arkasından koşuyorlar… Bu, bir ev içi macera olarak paylaşılıyor. Sosyal medya özel hayatların çok daha görünür olmasını sağlıyor. Bu da şiddeti daha görünür kılıyor. Çünkü aslında mikro düzeyindeki şiddet özel alanlarımızda çok yaygın, hep var! Bu daha görünür hale geliyor.

Ama şu kesin o mikro hayatlar ülkenin genelinden hiç bağımsız değil… Kontrol duygumuzu, gelecek projeksiyonumuzu ve asgari değerlerimizi kaybettikçe doğal olarak şiddete çok daha eğilimli hale geliyoruz. Hukuk dediğiniz şey zaten, sorunlar şiddetle çözülmesin diye ortaya çıkmıştır. Sürekli bir düşmanlık hali! Kendi aramızda da öyle değil mi? Sürekli küçük gruplar oluşturmak ve dışarıda kalanı diğer nitelikler açısından da gayrı meşrulaştırmak… Yani ülkede küçüklü büyüklü meşruiyet tarifleri Bizim kadim geleneklerimiz vardır. Ölünün arkasından susulur. En azından kötü bir şey söylenmez. Şimdi öyle bir durum yok. Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinin başına gelenleri biliyoruz. Öte tarafta, AKvar! Mesela iktidar dilini bu kadar eleştiriyoruz ya, sosyal medyada azıcık farklı bir görüş dile getirin, anında linç ediliyorsunuz. Ve bu linç edenler linçe karşı çıkıyorlar! Kime karşı? Sadece kendilerine karşı linçe karşılar! Yani nefret söylemini sadece kendi ait olduğu grup için zararlı gören gruplar ve grupçuklardan oluşan bir toplum olduk biz…

Toplum olmak, üzerinde anlaşmaya varılmış birkaç temel ilke gerektirir, bunu kaybettik… Bence her zaman böyle değildi… Mesele ben Hrant Dink’in cenazesini hatırlıyorum. O günleri hatırlıyorum. Orada ‘Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant’ız’ diye bağırarak yürürken sağda-solda olanlar “Bak Ermeniyiz diyorlar, utanmıyorlar” diyorlardı. Ama bu laf kamusal alanda görünür-meşru bir ideoloji olarak bu kadar egemen olamadı. Herkes en azından ‘ayıp’ olmasın diye sustu. Şimdi artık ayıp olan "bi durun ne oluyor" demek..Karşıtlıklar, ideolojik, sınıfsal vb. nedenlerle değil; o nedenle de bir iyilik, bir değişim üretmesi de mümkün değil genellikle.

İT’in ölen genel yayın yönetmeni mesela… Sever miydim? Ben sevmem ama arkasından söylenenlerden utandım…

Şimdi sevmemek ayrı bir konu… Evet, ben AKİT’in yöneticilerinden duygu olarak nefret edebilirim. Çünkü onlar bu ülkedeki nefret söyleminin gerçekten en orijinal hallerini geliştirdiler, zarar verdiler topluma. Ama birine sadece AKİT yazarı diye, öldüğünde böyle bir nefret dili geliştirmek… AKİT’in geliştirdiği dilden hiçbir farkı yok! İşte benim kastettiğim asgari müşterek olmaması… Aysel Tuğluk'un annesinin cenazesinde yaşananlar,  çok daha başka bir şey.. Sadece nefret suçu değil, bir tür yer gösterme hareketi, açıkça "Gidin, ölünüzü bile istemiyoruz.." demek. Aynı ideolojinin, bu insanlar ‘iyi gidelim o zaman’ derlerse, ‘ülkeyi bölüyorsunuz’ diyecekleri de artık bir ironi mi çaresizlik mi, nedir?
"Solcu olduğum için, ateist olduğum için, kadın olduğum için..."

Siz bir sürü haksızlığa uğradınız… Hala haksızlıklarla hukuk yoluyla ve anlaşılan uzun bir süre daha uğraşacaksınız… Siz öfkenizi, olumsuz duyguları nasıl dizginliyorsunuz? Bu “Gebersinler” diye atılan tweetleri okuduğunuzda ne yapıyorsunuz?

Tweeti okumayı bırakın, içimden sürekli beddua ediyorum, “Gebersinler” de diyorum, “Yatacak yeriniz olmasın” da diyorum. Bunlar benim duygularım. Ama ben asla şöyle bir şey yapmıyorum, “Bu Müslümanların Allah belasını versin, bu Müslümanlar olduğu sürece bu ülkeye hayır gelmez” demiyorum, demem de… Mesela bu İzmir’deki tramvay vakasında… Hani adamın bir namaz kılıyordu, tramvay da duruyordu. Bu adama yönelik çok büyük küfürler vardı. Ben de ‘Olabilir’ dedim. Ama işte her Müslüman’ı provokatör gibi görmek, bu iktidar dilinin sonucu bu… Ben “Tramvay şoförü iyi ki durdu, ben böyle bir kamusal alan hayal ediyorum” dedim, bana neler dediler! AKP yanlısı ilan ettiler. Adam diyelim ki provokasyon yapıyor, yapsın, kılsın namazını gitsin… Ben böyle bir dünya hayal ediyorum. Beni AKP yanlısı yaptılar, hatta üniversiteye geri döneyim diye iktidara yalakalık yaptığımı falan yazdılar. Benim hayatım ne yanlısı olduğumu gösteriyor, benim umurumda değil ama demeye çalıştığım şu ki; bu hale geldik! Ben bu hale gelmedim ve gelmeyeceğim! Çünkü ben o nefret söylemini üreten, kendisinden olmayanı ezeli ve ebedi düşman olarak gören zihin halinden kendimi kurtarabilmek için çok çaba gösterdim ve bunu becerebildim.

İçine doğduğum, Türk, Müslüman, batılı, heteroseksüel, orta sınıf dünyadan aldığım bozuk fabrika ayarlarını değiştirmek için çok emek verdim, kadın olmak çok yardımcı oldu bana.

Ben böyle bir dünya istemiyorum. Benim savunduğum düşünceler iktidara geldiğinde de birileri nefret söyleminin hedefi olsun istemiyorum. Ben farklılıkların bir arada ve birbirine geçişli, herkes için adil ve eşit, sınıfsız ve sınırsız, hatta devletsiz bir dünya istiyorum, bu hayalimden hiç vazgeçmedim. Ben bu iktidardan hiç hoşlanmıyorum ve kesinlikle gitsinler istiyorum ama ben bu iktidarın Müslüman olduğu için böyle olduğunu düşünmüyorum, düpedüz neoliberal, milliyetçi, otoriter muhafazakarlar, daha sert ya da başta daha yumuşak, hep öyleydi. Bu iktidar Müslüman insanlardan oluşuyor ama bu benim açımdan bütün Müslümanların  gayrı meşru hale gelmesine yol açmaz. Müslüman oldukları için değil, böyle bir iktidar ideolosine sahip oldukları için, sınıflarının çıkarlarını korudukları için böyle yönetiyorlar… Hiçbir zaman bu ülkeyi ateistler yönetmedi zaten! Zaten hep Müslümanlar yönetti. Herhangi bir özellik o grubun tamamına atfetmeme, o grubu dışlamama sebep olamaz. Ben nefret söyleminin sürekli hedefiyim… Solcu olduğum için, ateist olduğum için, kadın olduğum için…

İktidar doğal, ezeli ve ebedi düşmanlar yaratıyor ve bunu giderek artırıyor. Aslında çemberi küçülttüğünün farkında değil… Çünkü sürekli düşman yaratarak karşısındaki grubu büyütüyor ve bir araya getiriyor, kendi çemberini de küçültüyor.
"Akıl ve kalp gözümün açık olması benim için çok önemli"

Aklımızın ve kalbimizin masumiyetini korumak için ne yapmalıyız? Siz ne yapıyorsunuz mesela?

Çok zor tabii... Bu kadar haksızlığın yaşandığı, bu kadar yanlışın yapıldığı ve çok açıkça yapıldığı bir dönemde çok zor… Böyle bir dönemde aslında her şeye rağmen iyi hissetmeye çalışma kolay değil… Ben hayatım boyunca şunu yaparak iyi hissettim. Bir kere bu başımıza gelenlerin sadece bizimle ilgili bir şey olmadığını görüyorum. Bu ülkede milyonlarca insan acı çekiyor. Mesela hiç gözümüze takılmıyor bile ama her gün birileri inşaatlardan düşerek "iş kazaları"nda ölüyor. Burada politik bir şeyden bahsetmiyorum ama "iş kazaları" da politiktir, kapitalizmin bir sonucudur. O evlere ateş düşüyor. Tıpkı KHK’yla işinden edilen insanların evlerine ateş düştüğü gibi… Ben kendi adıma aklımın ve kalbimin masumiyetini kaybetmemesi için ne yapmaya çalıştığımı söyleyeyim… Bir kere kendime bu yaşadıklarım konusunda ne yarattığı sonuçlar ne de nedenleri açısından yalnız olmadığımı sürekli söylüyorum. Yalnız olmadığımı söylemem bana bir sorumluluk da yüklüyor. Sadece kendim için değil başkaları için de sorumluluğum var. İyi olma halini hep böyle tanımlamak lazım… Bir diğeriyle ilişki içinde ancak iyi olabiliyorsun. Mesela sizle bunları konuşabilmek beni iyileştiriyor. Hatta ülkenin ve dünyanın bu halde olduğunu görebilecek gözüm ve kalbim olduğunu hissetmek beni iyileştiriyor. Bu insanların benim gibi görebilen, benim gibi düşünebilen ve hakikaten iyi bir dünya hayal eden insanların var olduğunu görebilmek beni iyileştiriyor. İyi olmanın başka yolu yok! Tabi ben şunu da biliyorum bir sosyal psikolog olarak… Biz çok dinamik, devingen bir toplumuz… Hiç öyle uzun vadeli karamsarlığa falan gerek yok! Israrla şunu düşünüyorum, bir ülke böyle yönetilemez, dolayısıyla sürdürülebilir bir şey değil bu! Bunca insanın mutsuz olduğu, temel asgari standartların kaybolduğu bir toplum böyle yönetilemez. Bu değişmek zorunda… Önemli olan neyin doğru olduğu konusundaki terazimizin şaşmaması için direnmek. Aslında mesela bu! Çünkü insan bazen canı çok yanınca, kaynaklarını da kaybedince iyiyi ve doğruyu ayırt etmekte zorluk çekebilir. Çok daha kolay, uzlaşıcı hale gelebilir. Ben savunduğum temel değerler konusunda asla uzlaşmayacağım. Bu da bana çok iyi geliyor, bu anlamda söylüyorum. Olumsuz duygularımı da hiç bastırmıyorum ama bu olumsuz duyguların beni onlara dönüştürmesine izin vermeyeceğim. Bu iyi geliyor insana! O kadar büyük acılar var ki bu ülkede, ben payıma düşenin diğerleriyle karşılaştırıldığında hiç de çok olmadığını düşünüyorum. Ama onları görebilmeye devam etmek, o akıl ve kalp gözümün açık olması benim için çok önemli… Olumsuz duygularım da çok değerli, öfkem, kinim, nefretim çok değerli ama bunlar bir insanı sadece bana benzemediği için mahkum etmeme yol açmayacak, bu dünyanın değişmesi için hiç bir kötülüğü unutmamama yardımcı olacak sadece.

Aslında siz bunu bir miktar cevapladınız, yine de sorayım. ‘Fakirleşen toplumlar adileşir’ demiş bir düşünür… Nefret suçunun yoksullukla bir alakası var mı? ‘Parasızlık ahlaksızlığı, ahlaksızlık çöküntüyü getirir’ gibi genel bir duruma katılır mısınız?

Aslında parasızlık kendiliğinden ahlaksızlığı getirmez. Biraz önce söyledim aslında, nefret söylemi ve nefret suçları hiyerarşik sistemi sürdürmek için ve aşağıdakilerin oldukları yerlerde kalmalarını sağlamak için tam da zenginlere gereken bir şeydir. Adaletsizliğe uğrayanlar aslında uğradıkları adaletsizliğin sebebini kendileri gibi olan başka gruplara düşman olarak, sanki bu adaletsizliğin sebepleri onlarmış gibi algılarlar ve linçler böyle ortaya çıkar. Aslında ahlaksızlaştıran parasızlık değil, ahlaksızlaştıran, parasızlığın ortadan kalkacağı bir adaletin sağlanacağına yönelik  inancın kaybolması… Mesela İzmir’de bir araştırma yapmıştım… ‘En güvenmediğiniz gruplar kimlerdir?’ diye… Kürtler cevabı hiç öyle orta ya da orta üst sınıf arasından değil de en yoksul kesimlerden çıktı. Mesela Kürtlere daha çok yakın, en yakın mahallelerde oturanlar Kürtlere güvenmediklerini söylediler. Aslına bakarsanız o kadar çok ortak yanları var ki… Yoksullar, adaletsizliklere uğruyorlar, etnik kökenlerinin farklı olması bunu değiştirmiyor. Günümüzde mesela Suriyelilere o kadar büyük düşmanlık var ki… Mesela biraz daha yukarıdalarsa Kürtler de Suriyelilere düşmanlık yapıyorlar. Çünkü aşağıdakiler yani parasızlar, yoksullar, dezavantajlılar kendi durumlarının gerçek nedenlerini ayırt etme konusunda nefret söylemi ve ayrımcılık ideolojileri yüzünden başarılı olamıyorlar, "sınıf bilinci" diyoruz ya, sahte sınıf bilincine dönüşüyor mücadele ve örgütlenme olmadığında. Düşmanı en yakında arıyorlar. Bu sistem adaletsizliği üretiyor. Yoksa tabi ki parasızlık, hırsızlığa yol açar… Çünkü bir takım ihtiyaçların giderilmesi için norma uygun yollar yoksa tabii ki norm dışı yollara başvurulur. O yüzden mesela çocuk suçlular içerisinde yoksullardır birinci sırada… Neden orta ve üst sınıfların çocukları suç işlemiyor? Çünkü suç işlemeleri için gereken kaynak yoksunluğunun içinde yaşamıyorlar. Nefret söyleminin ve nefret suçlarının sistemin kurucu ve sürdürücü gücü olduğunu söylemem tam da bu yüzden… Eğer nefret söylemi olmasa aşağıdaki gruplar birbirlerine değil onları adaletsizliğe mahkum eden sisteme karşı öfkelerini yöneltirlerdi. Ve bunu ayırt edebilecekleri ne zamanları, ne yeterli enformasyon kaynakları, ne örgütlenme hakları…  Hiçbir şeyleri yok!

Ve tabi bütün bu nefret söylemi ve suçlarının içerisinde medyayı da göz ardı etmemek lazım… Gerçekten çok mu payı/önemi?

Çok fazla… Özellikle ana akım medya… Neden ana akım medya? Çünkü en fazla insana ulaşan… Özellikle akşam saatlerinde, herkesin yemek yerken seyrettiği haberler… Orta alt ve alt sınıfların eğitim düzeyi de düşük çünkü maalesef eğitim hakkı da sınıfsal bir hak. Ait olduğumuz sınıfa göre eğitim hakkından yararlanıyoruz. Bu sınıflarda doğal olarak enformasyon genellikle televizyon yoluyla alınıyor ve haberler de en yaygın medyadan seyrediliyor. Haberlerde kullanılan dil, haberlerde görünür olan söylem, eğitimsiz, çalışmayanların gündüz kuşaklarında izledikleri programlar, dünya ile ilgili aldıkları enformasyonlar… Tabi en çok bağıranın sesi duyuluyor. Haberlere bir bakın, 10 tane haberin 8 tanesi iktidar yetkililerinin orda-burda konuşmalarıyla ilgili… Bu tek taraflı ve çok yüksek sesli, sürekli toplumu bölen, ayrıştıran, toplumu ve dünyayı sürekli suçlayan dil, doğal olarak her izleyicinin zihninde eğer başka enformasyon kaynaklarından yararlanamıyorsa, kendi hayatını da sürekli iyiler-kötüler, doğrular-yanlışlar, aklar-karalar diye sınıflandırmasına yol açıyor. Bakın bu o kadar önemli ki… Dünyayı siyah-beyaz gibi görme hali… Günlük hayatı da kolaylaştıran bir şey bu, ‘Ya iyi ya kötü, fazla kafa yormama lüzum yok’… Ama işte bu ‘Ya bendensin ya kara toprağınsın’a yol açıyor. Doğal olarak başka kaynaklardan yararlanmıyorsan ve enformasyon alma adına maddi gücün yoksa böyle oluyor. Hiç orta nokta var mı medyada, haberlerde? Yok… E o zaman hayatlarda da orta nokta olmuyor. Griler yok hayatımızda ya siyah, ya beyaz… Siyah-beyaz Beşiktaş dışında iyi-doğru değil. Lütfen burasını çıkarmayalım, şunca kötülük içinde bir güzellik olsun..)
"Vicdan eşitlikle ilgilidir"

‘İnsanların doğuştan vicdanlı olduğunu zannediyor, bu yanlarının özellikle zor zamanlarda ortaya çıkmasını bekliyoruz. Oysa vicdan, empati insan ancak bilgilendikçe kendini dönüştürmesiyle kazandığı şeylerdir’ diyorsunuz bir makalenizde… Bu cümleye biraz şaşırmıştım. Çünkü vicdanın doğuştan geldiğini, bunun üzerine eğitimle çevreyle bir şeyler daha konulduğunu sanıyordum.

Vicdan kendimizle ilgili bir şey değildir. Vicdan diğeriyle ilgili bir şeydir… Diğerini görme, varlığından ve durumundan haberdar olma ve giderek onun için sorumluluk hissetmekle ilgili kapasitemiz gibi bir şeydir vicdan… Ne kadar başkasıyla ilgili dertleniyorsak, vicdan öyle gelişebilir. Ve başkasıyla ilgili dertlenebilmemiz için kendi dertlerimizin optimal düzeyde olması gerek… O yüzden yoksullukların, adaletsizliklerin, eşitsizliklerin çok yaygın olduğu coğrafyalarda vicdana ilişkin yaygın bir kabul  beklemek çok kolay değil. Ayrıca vicdani sorumluluk doğrudan bir politik sorumluluğa yol açmayabilir, onu uyarabilir ama yetmez.

Çok iyi tanıdığınız, hiç ummadığınız bir insan mesela Suriyelilerden nefret ediyor! Buna çok şaşırıyorum… Bu insanın gerçekten çok iyi yürekli olduğunu biliyorum ama bunu yapıyor! Bu genel söylemden etkilenmeden bir şekilde payına düşmesi mi insanın yoksa vicdan eksikliği mi?

Çoğu insanın kendine benzeyenlere bir duyarlılığı var. Ama vicdan bize benzemeyenlerle ilgili duyarlılıklarımıza dahil bir şey… Anlatabiliyor muyum? Mesela benim işten atılmama bana benzeyen pek çok insan üzülebilir. Ama mesela bir Kürt öğretmenin işten atılmasına bana üzüldüğü kadar üzülmeyebilir. Vicdan eşitlikle ilgilidir. Hep söylüyorum ya temel standartla ilgili bir şey vicdan da… Mesela çok yaygın bir söylem var hani, “Bunu yapan insan bile değil” diye… Hayır tam da insan olmak aslında böyle bir şey! Mesela siz hiçbir mahallenin köpeklerinin toplanıp daha fakir bir mahallenin köpeklerinin yuvalarını bastığını gördünüz mü? Kendi alanlarına, yiyecek olan alanlara başka köpekler girince onlara direniyorlar ama örgütlenip evlerine sakladıkları kemikleri alıp, daha yoksul mahallenin köpeklerinin yuvalarını yıktığını hiç gördünüz mü? Ya da mesela işkence! İşkence insanın icat ettiği bir şeydir. Aslında bütün bu bildiğimiz kötülükler insan icadıdır. O yüzden tam da insana göre şeylerdir! Bir de bu söz için bir şey söyleyeyim, “İnsan bile değil” sözü için, biz buna sosyal psikolojide insanlıktan çıkarma diyoruz… Aynı zamanda en ağır suçları işleyenlerin bile insan olduğunu unutmamalıyız. Çünkü bunun bir de şöyle bir tarafı var. İnsanlıktan çıkardığımız zaman onların insan haklarından da mahrum edilebileceğini düşünüyoruz. “Mesela tecavüzcülere her şey yapılabilir, atıyorum birini terörist diye yaftaladığınız zaman onu her türlü haktan mahrum edebilirsiniz çünkü o insan bile değil!” anlayışı oluşuyor. İşte bize o milletvekilinin dediği gibi… Çünkü ‘vatan haini=insan değil, e insan değilse yaşam hakkı yok’… Böyle bir akıl zinciri yürütülüyor.

Bunu neden bu kadar kolay yapabiliyorlar? Yine oraya döneceğim, çünkü nefret söyleminin sistem kurucu ve sürdürücü işlevi diyorum ya… Eğer bizimle ilgili bu kadar gayrı meşrulaştırıcı bir dil kullanmasalar bize bu kadar haksızlık edebilirler mi? İsyan eder insanlar. İnsanlar suç işleyebilir, bu ülkenin yurttaşları onlar, yerlerde çıplak sürüklüyorlar. Herkes bakıyor… İşte o vicdan dediğimiz şey herkesin insan olduğunu ve bu bakımdan hakları olduğunu kabul etmekle ilgili bir şey… Ama nefret söylemi önce insanlıktan çıkarıyor. İnsanlıktan çıkardığı zaman onun hakkı falan yok ve herkes susar. O yüzden en yanlış bulduğumuz şeyde bile ‘İnsan bile değil’ demememiz lazım… İnsan, doğanın en kötülük üretme kapasitesine sahip canlısı… Böyle başka bir canlı yok, işkence yapan, diğerini yok eden, para için öldüren… Sonuç olarak biz insanlar olarak, insanların kurduğu bir hayatı yaşıyoruz, değiştirecek olan da biziz ama.. (GS/HK)


Gönül Soyoğul

İzmir’de doğdu. 1979’da Şirinyer Lisesi’ne atanıp 4 yıl çeşitli il ve okullarda sürdürdüğü edebiyat öğretmenliğinden 1982’de istifa ederek, gazeteciliğe Yeni Asır’da muhabir olarak başladı. 20 yıl bu gazetede görev yaptı, Yeni Asır’ın ilk kadın haber/yazı işleri müdürü/genel yayın yönetmeni oldu. Diva Dergisi ile Kent ve Yenigün Gazetesi’nin, son çalıştığı haber portalının kuruluşlarında görev yaptı. Haber, röportaj, seri röportaj, araştırma-inceleme ve güncel yazı dallarında ödüller aldı. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 100’e yakın çalışanının yargılanıp beraat ettiği Çete davasını Başkan Aziz Kocaoğlu’nun anlatımı ve ‘Çete’ adıyla kitaplaştırdı. İzmir Gazeteciler Cemiyeti üyesi, Ege Ekonomisini  Geliştirme Vakfı EGEV’in de yönetim kurulu üye

http://bianet.org/bianet/siyaset/192457-nefret-soylemi-iktidarlarin-cok-ihtiyaci-olan-bir-sey


Aralık 16, 2017, 01:59:02 öö
Yanıtla #1
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

Yazi oldukca uzun.
Nefret sucu uyduruk bir tabir bana gore.
Seni seviyorum demenin nahos bir guzelli var da senden nefret ediyorum demeyi neden insani goremiyoruz?
Nefret söylemi holokost ile ilintilidilir .

İnsana dair her söylem eyleme gecmedikce suc olamaz.

Ben mesela bu yaziyi yazan arkadastan(tij)yaklasik 1 yildir nefret ediyorum ve onu sevmiyorum.
Onu oldurmeyi hiç düşunmedim.
Bana havada ucan kusu sol alt disi ile yakalayip getirse islemez.
Ben bu arkadasin kaldiki bir cok fikrinide sevmiyorum.

Ama hepsi o kadar sınir burası.
İnsan sevdigi kadar nefret te eder taki nefret bir eyleme dönusmez  ve o çizgisinde kalirsa.
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo


Aralık 16, 2017, 04:36:27 öö
Yanıtla #2
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3234
  • Cinsiyet: Bay

Yazmasam olmaz ; ne bu kardeşim  oku oku bitmedi sonunda bitti ve bende bittim . >:(

Yazı bana göre ağır bir dille yazılmış. Okuması biraz zor anlamaya çalışmakta zorlandım .
Anlamadığım bizim ölen Mehmetlerin hakkını savunmak neden bir   '' NEFRET SÖYLEMİ İDEOLOJİK BİR DURUŞTUR '' Ouyor onu pek anlamadım .Yahudiler soykırım mesajını her ortamda dile getiriyorlar onlarınki normalde bizimki mi anormal .
Sayın Tij in paylaşımına bir diyeceğim yok devamını dilerim .
Saygılar
« Son Düzenleme: Aralık 16, 2017, 04:51:03 öö Gönderen: NOSAM33 »
audi-vide-tace
    dinle-gör
        sus


Aralık 16, 2017, 12:22:13 ös
Yanıtla #3

Burda tartışılan konu ırkçılık değil tam tersi dogrular.Filistin'de İsrail ordusu tarafından sokakta toplanılan on bin küçük cocuk nerede? Akıbetleri bilinmiyor.Organ mafyasi genelde İsrailden nedense çıkıyor.Aklima organ mafyasi,deneylerde kullanılan insanlar gelmedi degil.Tıpkı Hitler'in Hazar Türk Yahudileri üzerinde çalıştığı deneyler gibi....İsrail Filistin Halkı uzerinde kullandığı göz yaşartıcı bombalar Amerikan yapımı.Ne isi var acaba orda??? Kaynağı ingilizce sunuyorum.Saygilarimla.

Published by the
 
Israel’s Deadly Tear Gas Made in USA

By Ira Chernus
The Israeli peace movement is coming back to life, and it’s a very courteous movement indeed. When activists find things marked “Made in USA” lying on the ground they deliver them directly to the U.S. ambassador to Israel.

The other night they returned a bunch of empty tear gas canisters, all marked “made in USA,” fired by Israeli soldiers in the West Bank. They’re used to break up nonviolent protests against the Israeli-built wall that is tearing Palestinian life apart.

One canister made in the USA killed Jawaher Abu Rahmah, in the village of Bil’in, on the last day of 2010. Another one killed Jawaher’s brother, Bassem, in April, 2009.

Apparently the ambassador did not appreciate the courteous gesture. The police quickly arrived, broke up the action, arrested eleven people, and found a way to keep them jailed on trumped up charges.

But these canisters, and the Israeli soldiers who shoot them, don’t discriminate against Palestinians. American-made tear gas canisters are used against American citizens too.

Just a few days before Bassem Abu Rahmah was killed by a tear gas canister blow to the chest, an American volunteer with the International Solidarity Movement, Tristan Anderson, was hit in the head by the same kind of canister in the village of Ni’lin. Anderson survived, though surgeons had to remove part of his brain. Another American, Emily Henochowicz, lost her eye in June 2010 when she was hit by a tear gas canister during a protest at a West Bank checkpoint.

The victims of all these tragedies were strictly nonviolent and posed no threat to the Israeli soldiers.

The Israelis used two kinds of tear gas canisters on New Year’s Eve when Jawaher Abu Rahmah died. One photographed by Joseph Dana, media spokesman for the Popular Struggle Coordination Committee, had the letters “CTS” stamped on it.

CTS, Combined Tactical Systems, is a brand name used by Combined Systems Inc. based in Jamestown, Pennsylvania (though the American company is owned by an Israeli, according to Dana). There’s plenty of evidence that the Israelis get tear gas from CSI. It was a CTS canister that killed Bassem Abu Rahmah.

The Israeli military also used lethal high-velocity projectiles at Bil’in, the kind that struck Bassem Abu Rahmen and Tristan Anderson, although they are supposedly banned by the Israeli Defense Forces. These are also made by CSI. An aluminum canister like the ones made by CTS took out Emily Henochowitz’s eye.

The grenade photographed at the New Year’s Eve protest appears to be what CTS calls a “Tear-Ball Grenade.” Another activist who was there, Jeff Klein, was photographed holding a Tear-Ball Grenade that he says had the letters “CTS” stamped on it. It spins through the air and then bounces along the ground, so no one can predict where the gas will spew out. CSI says that the Tear-Ball can be loaded with either CS (a strong tear gas), OC gas (more commonly known as pepper spray), or CN gas (mace).

Ha’aretz, Israel’s most respected newspaper, reported that Jawaher was killed by CS gas. “Protester death shows IDF may be using most dangerous type of tear gas,” the headline read. It’s the kind of gas the Israelis usually use, the report explains, even though “there have been reports of several deaths caused by the inhalation of CS.”

However, after Jawaher died her cousin Hamde Abu Rahmah said, “We deal with tear-gas on a regular basis but the amount that they used and the strength was something we have not yet seen.” Others at the New Year’s Eve protest agreed. One said that the gas felt “like a million blue shards of glass tearing at your alveoli and shredding your eyes... Every breath tears at your insides; vicious animals live in your lungs. I’d rather not breathe than take one more anguished, searing, charred breath. Then, you don’t have a choice; you can’t breathe.”

Ahmad el-Jobeh believes it was pepper spray that cost him his eyesight when he was accidentally caught up in Israeli repression of a protest in Silwan, an Arab section of Jerusalem where Jews join Palestinians regularly to protest the destruction of Arab homes and construction of Jewish dwellings. There’s no doubt that some tear gas canisters used in Silwan, whatever is in them, are marked“Made in U.S.A.” and say clearly that aiming them at people can be lethal. What’s worse, the gas in some of them, at least, is past its expiration date and thus even more dangerous.

The IDF is trying to deny responsibility for Jawaher Abu Rahmah’s death, claiming she was not even at the protest. But there are eyewitnesses who saw her there, saw her taken away in an ambulance, and can disprove virtually every piece of the IDF’s concocted story. With so many past instances of IDF cover-ups proven false, it’s hard to take this self-serving story seriously. The editors of Ha’aretz assume it’s not true. And some Israeli military officers dismiss it as “mere thoughts.”

But the most telling fact is that the debate about the IDF story has provoked more interest in Israel than Jawaher’s death itself. The dominant concern in Israel is not for the obvious evils of the occupation but for Israel’s public image.

The IDF is in a bizarre position — telling the world to ignore the unprovoked tear gas attack, ignore the wall that Israel’s Supreme Court has ruled illegal in Bil’in, ignore the confiscation of Palestinian land to enlarge settlements that the whole world says as illegal, and see Israel as totally innocent simply because Jawaher was at home when the Made-in-USA gas killed her.

Suppose she was in her home in the small village, a few hundred yards from the front of the protest. Tear gas does float through the air. Even if the Israelis could prove their claim true, the IDF’s PR barrage and the focus on that one detail of the story shows a depressing moral bankruptcy.

So what’s a U.S. citizen to do? There is a growing boycott/divestment/sanctions (BDS) movement aimed at Israel. But can we boycott the tear gas makers? Though they make an amazing variety of other products too, all are used by military forces, or by police departments. Nothing you’d be likely to buy.

However, you might check whether your local police department is patronizing Combined Systems, Inc. with your tax dollars. CSI says that it markets “its innovative line of less-lethal munitions” — less lethal than what? — “and crowd control products to domestic law enforcement agencies under its law enforcement brand name, CTS.” Even the moderate Jewish peace group J Street, which has serious reservations about BDS, says it takes a positive view of targeted boycotts aimed only at the occupation.

J Street itself is more interested in putting pressure on the Obama administration to take “a bolder, more assertive approach” to the peace process. It wants the U.S. to lean on the Israelis and Palestinians to quickly negotiate the borders of the new Palestinian state. If the parties can’t do it themselves (which seems likely) the U.S. should present its own proposal, J Street says — an idea that’s rapidly gaining a lot of support.

There’s no need for peace activists to decide between supporting a targeted boycott and a U.S. peace plan, nor to squabble over which approach is better. The two paths can, and should, be taken simultaneously. They reinforce each other. Israeli and American BDS supporters will keep calling attention to U.S. complicity in the repression and killing of Palestinians. The embarrassments to the U.S. — like the protest at the American ambassador’s home in Israel — will keep on mounting. Eventually, the Obama administration will find it impossible to let the conflict go on.

The U.S. government has played a central role in perpetuating this injustice. The U.S. government must take responsibility for righting the wrong and ending the killing. It’s one of those happy occasions were morality and self-interest both dictate the same policy.

The U.S. government can guide (to put it politely) the Israelis to make fundamental changes because ultimately Israel must bend to U.S. wishes, if the Obama administration asserts itself strongly enough. Whether that happens depends strictly on the administration’s political cost-benefit calculus.

Boycotts may or may not ever make the Israelis change their policies. But they might make U.S. companies stop dealing lethal material to Israel. And political pressure — if it’s strong and smart enough — can make the administration change its ways.

Ira Chernus is Professor of Religious Studies at the University of Colorado at Boulder. Read more of his writing on Israel, Palestine, and the U.S. on his blog.. Kaynak:https://m.huffpost.com
Üyeliğimin iptalini talep ediyorum!Aksi taktirde dava edecem! Formda zorla kayıtlı tutuluyorum.Defalarca üyelik iptali talep ettim..Formda kayitli üye olarak bulunmak istemiyorum.Bu form zaman kaybı!


Aralık 16, 2017, 10:14:30 ös
Yanıtla #4
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1811

Öncelikle sevgili Farmakoloji arkadasa bir bir sey söyleyeyim.
Konunun acildigi yer Sosyolojinin Türkce bölümü ve yapilacak paylasimlarda Türkce yapilir.
Ingilizce bir paylasim yapacaksaniz lütfen Ingilizce bölümüde bir baslik acin ve paylasin.
Bu bölümü ziyaret edenlerin hepsi ingilizce bilmeye bilirler, benim gibi, bilenler Ingilizce bölümde aradiklarini bulabilirler.

Gelelim karahan´a.

Beni sevmemesi, benden nefret etmesi tabiki kendi duygu ve düsünceleridir, kabul etmesemde, hosuma gitmesede buna " karahan nefret sucu isliyor" demem, diyemem.
Olan sadece kisisel ve düsüncede veya duygularda kalan bir sey kaldikca.
Dikkkat ederseniz karahan söyle bir cümle kuruyor, " Ben bu arkadasin kaldiki bir cok fikrinide sevmiyorum." yani bunu söyle de anlamak mümkün, " bir cok düsüncesini sevmiyorum ama sevdiklerimde var". Bana karsi özellikle siddet iceren bir saldiri veya saldiriya yöneltme yok.
Sosyolok arakadasinda dedigi gibi;
Alıntı
Bir duygu olarak nefret duygusu kişiler arasında oluşan bireysel bir sürece özgüdür.
Ama ayni karahan bundan tam bir sene önce ( üc gün sanra bir sene olacak ) " Ben berlinliyim " adli baslik altinda yaptigi paylasimlarda, bence nefret sucu islemisti ve bu yüzden hemen hemen bütün arkadaslar tarafindanda kinanmisti.
Orda karahan ISID´li teröristlerin yaptigi saldiriyi adeta alkislamisti" hep bizemi olacak birazda onlara olsun " babinda bir seyler yazarak yenilerine cagri yapmisti.
Iste bu nefret sucudur.

Diye düsünüyorum.


Aralık 16, 2017, 11:25:57 ös
Yanıtla #5

Sevgili Tij,Benim insanlıkla sorunum yok.İnsanliğa soykırım ve şiddet uygulayanlari sevmiyorum.Yahudilerle dede tarafından soy bağım olsada her Yahudi insani kötüdür diye bir kayde yok.Kurtler olsun, Filistinliler olsun, Afganistanlilar olsun, Irak, Libya, Yemen,Arakan vb.ulke vatandaşlarının soykırıma uğramasına karşıyım.Neden bu kadar tepki verdiğinizi anlayamadım.Kürtler konusunda haksızlıkları hep sizin dilinizden bu sitede okuyorum.Yani Yahudiler cok ak temiz mi?Elimizi vicdanimiza koyup oyle düşünüp vicdanli cevap yazalım.İngilizce paylaşımı herkes görsün okusun diye bilerek sizin paylaşımınızda paylaştım. Gogul İngilizce-Türkçe  transletir ceviriden  makale cok rahat cevirilip okunabilir..Bu arada ben sizi sosyalist olduğunuz icin seviyorum.Sizde biliyorsunuz ki size karşı ön yargilarim olmadı.Benim icin kişinin düşünceleri değil; insanlığı,insan sevgisi, düşüncesi, bilgileri yer eder.Saygilarimla.
Üyeliğimin iptalini talep ediyorum!Aksi taktirde dava edecem! Formda zorla kayıtlı tutuluyorum.Defalarca üyelik iptali talep ettim..Formda kayitli üye olarak bulunmak istemiyorum.Bu form zaman kaybı!


Aralık 17, 2017, 03:22:37 öö
Yanıtla #6
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

Ben berlinli degilim hic olmadım.
Ben hepimiz Ermeniyiz dendigindede ayni seyi dedim.
Ama ben hrantim dense mesaj tam olurdu.

Benim söyledigim oldukca acik anlamak isteyene sen anlamayip beni burada hedef yaptin ,cokta derdim degil.

Ben berlinli degilim olmayacagimda.
Ben orjinal bir Karadeniz Türküyum.
Sert ve yalcin daglarin çocuguyum ben Ataturkun ne mutlu turkum diyene dedidigi bu cografyanin cocuguyum.

Ben polisim ve askerim öldugunde olduruldugunde tepki veren biriyim.
Benim ne oldugumda ne dedigimde belli.
Ben berlini falan bilmem bildigim Almanlari sevmem ,sevmedigim bir cok ülke var.

Benim tepkim senin yazinin basligina idi.
Hümanist olacagim diye burada yaptigin tuhaf payladimlara idi tepkim.
O kadar da tepki vermemistim esprili bir tulad yaptim ama anlamadin gittin beni 5 yasinda çocuk gibi üstelik sanki bide misketini zorla almisim gibi yonetime atin bu adami diye feveran ettin.

Bileydim kendi misketlerimi verirdim sana.

Ben berlinliyim diyerek insani bir durus sergilenmezmi?
Elbette dogrudur yaptigin lakin bu ülkenin acilarina kulaklarini kapayip duymayacak gozlerini kapaTip gormeyeceksin,her sene seyh said hainini burada anacaksin ve turevi bir vok paylasim yapacaksin ulkem icin ermeni katliami yapti diyeceksin Almanlar gibi,her buldugun firsatta tahkir edeceksin ve yarabbi sukur dememizi bekliyeceksin olur tabi neden olmasin.

Bu forumda bir Alman gazetesinde bu ulkede yasanan bir teror olayina hepimiz Besiktasiz istanbulluyuz,ankaraliyoz diye bir gazete yazisi koyarsin bizi utandirirsin.
Dedigim su idi
Alma mazlumun ahini cikar aheste aheste.
Teror bumerang gibi yapani bulur.
Hep masumlar gider.

Ben ne berlinliyim ne ermeniyim.
Ben orjinal Türkum.
Soylemekten en cok keyf aldigim tuylerim diken diken olan bu kelimedir.
Berlinliligine hala diyecegim bi sey yok sadece bize bulastirma.
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo