Kaynak :
http://www.tasavvufalemi.com/sayfa.php?yaziNo=247 Tabibler, rûhu, mizaç olarak tavsif ederler. Bitkilere hayât veren cana nebâtî nefs veya rûh, hayvanlara hayât veren cana hayvanî nefs veya rûh, insanlara hayât veren cana insanî nefs veya rûh, nefs-i natıka, rûh-ı izafî veya rûh-ı menfûh derler.
Bitkilerde sâdece nebâtî rûh, hayvanlarda hem nebâtî, hem de hayvanî rûh, insanda ise nebâtî, hayvanî ve insanî rûh birlikte bulunur. Büyüme, gelişme ve üreme gibi durumlar, nebâtî rûh veya nebâtî nefs sayesinde; his ve irâde ile ilgili hareketler, hayvânî rûh ve hayvânî nefs sayesinde; düşünme, muhâkeme gibi davranışlar, insânî rûh veya insânî nefs sayesinde gerçekleşir. Nebâtî ve hayvanî rûh ölür, insânî rûh ölmez, yaşar.
Bâzı filozoflarla mutasavvıfların bir kısmı, rûh ile nefsin aynı şey olduğunu söyleyerek benliğin müsbet tarafına rûh, menfîsine de nefs derler. Ya da bir başka ifâdeyle nefs, rûhun alt kademesinin; rûh ile maddenin birleşmesi sonucu meydana gelen ilk derecesinin adıdır. Bu yüzden psikolojinin incelediği rûh değil, nefs, yâni psi'dir. Nefs yukarıya doğru safiyet kazandıkça nefs özellikleri zâil olur. Nefsin dereceleri bir bakıma bu yükselişi göstermekte ve mutmeinne derecesine eren nefs, nefs olmaktan çıkıp rûh özelliği kazanmaktadır.
Diğer bâzı mutasavvıflarsa, nefs ile rûhu ayrı ayrı varlıklar sayarak, bunların birbirlerini esaret altına almaya çalıştıklarını ifâde ederler. Rûh, insanın Allâh'tan kaynaklanan yönlerinin bütünü, nefs de beden menşeli özelliklerinin tümü olduğu için, biri diğerini esir etme mücâdelesi içindedir.
d. Akıl
Akıl algılama ve idrak kâbiliyetidir, iki türlü akıl vardır. Biri eşyanın hakîkatini bilmekten ibâret olan akıl, diğeri ilimleri kavrayan ve Hz. Peygamber'in "Allâh'ın yarattıklarının ilki akıldır."23 hadîsiyle anlattığı akıldır. Mutasavvıflar genellikle akıl yerine kalb kelimesini kullanırlar. Kalb, rûh, nefs ve akıl arasında şöyle bir ilgi vardır: Bir rûhta şehvet gâlip gelince, nefs; rûh haram şehveti yenince, akıl; rûh îmân özelliklerine sâhip olunca, kalb adını alır.
İlk devir sûfîlerinden Hakîm Tirmizî, insanın rûhî ve mânevî dünyâsını oluşturan özelliklerini, Beyânü'l-fark adlı risâlesinde, Kur'ân'dan aldığı sadır, kalb, fuad ve lübb kavramlarıyla açıklamaktadır.
Sadr: Her türlü vesvese ve âfetin giriş yeridir. İhtiyaç, şehvet, endişe ve sıkıntı gibi duyguların bulunduğu yerdir. Bu yüzden bazan daralır, bazan genişler. Nefs-i emmârenin idare makamıdır. İslâm nurunun da ilk girdiği yer orasıdır. Nitekim: "Allâh'ın İslâm için sadrını açtığı ve Rabbından bir nur üzere olan kimse..."24 ayeti bunu gösterir.
Kalb: Sadrın içidir. Îmân nurunun, takvâ, huşû, muhabbet, rızâ, yakîn, recâ ve kanaat duygularının merkezidir. Kalb kandildir, nuru da takvâ ve yakîn nurudur.
Fuâd: Kalb, sadrın ortasında olduğu gibi, fuad da kalbin ortasındadır. Fuad, mârifet, havâtır ve rüyet mahallidir.
Lübb: Lügatte akıl karşılığı olan bu kavram, Hakîm Tirmizî'de tevhîd nurunun kaynağıdır.
2. İnsan-ı Kâmil
"İnsan-ı kâmil" kavramının tasavvufta, lügat anlamından farklı ve kapsamlı bir anlamı vardır.
İnsanın Allâh'ın yeryüzünde hâlifesi olması îtibâriyle, O'nün bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan hazarât-ı hams ve meratib-i vücûdu kendinde toplayan kişiye insan-ı kâmil denir. "İnsan-ı kâmil" kavramı ilk devir sûfîlerinde hemen rastlanmayan bir kavramdır. Ancak Hallâc-ı Mansûr (ö.309/921): "Allâh Âdem'i kendi sûretinde yarattı." hadîsinden yola çıkarak, Allâh'ın kendi nefsinde, kendisi için tecellî ettiğini söylemiştir. Bu tecellî ile Allâh, kendi isim ve sıfatlarının hepsini ihata eden sûret vücûda getirmiştir. Hallâc'ın bu anlayışı, daha sonra İbn Arabî (ö.638/1240)'nin "insan-ı kâmil" düşüncesine zemin hazırlamıştır. İnsan-ı kâmil fikri, varlık fikrinin devamıdır ve onunla alâkalıdır. Nitekim İbn Arabî'ye göre kâinat ilk önce rûhsuzdu. Tıpkı cilası vurulmamış bir ayna gibiydi. Âdem bu cilasız aynanın cilası ve rûhu olmuştur. Ona göre insan, ilâhî isim ve sıfatların, bütün kemâllerini aksettiren cismi, büyük âlemin cisminden küçük olsa bile, insan büyük âlemin bütün hakîkatlerini kendinde toplamaktadır. İnsan-ı kâmil Allâh'ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil, maddî ve mânevî bütün kemâl mertebelerini kapsamaktadır. İnsan-ı kâmil, Hz. Muhammed'dir. Ancak O'nun târihî şahsiyeti değil, henüz Âdem balçık hâlinde iken peygamber olan Muhammed'dir. Yâni hakîkat-i Muhammediyye'dir. İnsan-ı kâmil, varlığın ve hilkatin gâyesidir. Zira ilâhî irâde ancak onun vâsıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kâmil olmasa Allâh bilinemezdi.
Aziz Nesefî (ö.700/1300), ilk defa İnsan-ı kâmil adlı Farsça bir eser kaleme almış, ardından Abdülkerim Cîlî (ö.820/1417) aynı adlı eseriyle, bu konuda söylenebilecek olanları toparlamıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1194/1780) da İnsaniyet-i kâmile adıyla bir eser yazmıştır. Azizüddin Nesefî, "insan-ı kâmil"i şerîat, tarîkat ve hakîkatte tam olan insandır, diye târif eder ve bunu şöyle açıklar: "Kâmil insan, iyi söz, iyi hareket, iyi ahlâk ve iyi bilgide tam olandır. Bu dört şeyi kemâle erdiren kemâle ulaşmış sayılır. Kâmil insana birçok isimler verilmiştir. Bunlardan bâzıları şunlardır: Şeyh, hâdî, mehdî, ârif, imam, halîfe ve sahib-i zaman. İnsan-ı kâmil, cihanı gösteren ayna, ölüyü dirilten Îsâ, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sâhibi, âb-ı hayâtı içen Hızır gibidir. İnsan-ı kâmil âlemde dâimâ vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberutta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir."25
İbn Arabi'nin yolunu izleyen Abdülkerim Cîlî de insan-ı kâmil'in "hakîkat-i Muhammediyye" olduğunu ifâde eder. Ancak bu hakîkat, her devirde zamana göre değişen isim ve sûretlerde peygamber ve velî olarak zâhir olur. Nitekim Aziz Mahmud Hüdâyî'nin:
Ayinedir bu âlem herşey Hakk ile kâim
Mir'ât-ı Muhammed'den Allâh görünür dâim
…beyti de bu düşüncenin ifâdesidir. İnsan-ı kâmil, varlığın hakîkatlerine tekabül eder. Meselâ O'nun kalbi arşa, inniyyeti (benliği) kürsüye, makamı sidre-i müntehâya, aklı kalem-i a'laya, nefsi levh-ı mahfuza, tabiatı anâsır-ı erbaaya taalluk eder.
İnsan-ı kâmil, ilâhî tecellîlerin temsilcisi olduğu için onu tanımak Allâh'ı tanımak demektir. Bu yüzden tasavvufî muhitlerde "Kendini bilen Rabbım bilir."26 hadîsi yaygınlık kazanmıştır. Nitekim Hacı Bayram Veli'nin şu kıt'ası bu anlamdadır:
Bilmek istersen seni
Can içre ara anı
Geç canından bul ânı
Sen seni bil, sen seni
Sûfîlerin anlayışına göre her insan, insan-ı kâmil olabilmek için bâzı kâbiliyetler taşır. Bu kâbiliyetlerini tasavvuf terbiye usullerine göre geliştirenler, o makama adaydır.
İbn Arabî'den sonra gelişen "insan-ı kâmil" düşüncesi, ondan sonraki sûfîlerde belli bir şekilde ifâde edilmiştir. Osmanlı döneminin büyük sûfîlerinden Aziz Mahmud Hüdâyî (ö.1038/1628) özellikle padişahlara yazdığı mektuplarında bu konuya yer vermiştir.
"İnsan-ı kâmil cümlenin rûhudur. Cümleyi câmi olup cümlenin hakkını verendir. Halkta Hakk'ı, Hakk'ta halkı gören ve Hakk'ın da halkın da hukukunu eda etmeye çalışandır."
* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat
___________
23 bk. Keşfü'l-hafâ, I, 263 (823)
24.ez-Zümer, 39/22
25.bk. Azizüddin Nesefî, İnsan-ı Kâmil, trc. Mehmed Kanar, İstanbul 1990, s. 14. Ayrıca krş. İbrahim Düzen, Aziz Nesefî'ye Göre Allâh, Kâinat ve İnsan, Ankara 1991, s.213-223
26.Keşfu'l-hafâ, II, 262 (2532)