Şimdi Efes’teki konser sırasında kurduğumuz zihinsel iletişimimizde Yasef Bey’in anlattıklarına onun ağzından aktararak devam ediyorum... Bir yandan müziği dinliyor, diğer yandan iletişimi sürdürüyordum.
«Masonlukta “tekris” dediğimiz kabul merasiminin yapılacağı gün çok heyecanlıydım.
Bana birçok şey anlatmışlardı, ben de birçok şey okumuştum ama buna rağmen neyle karşılaşacağımı tam olarak bilmiyordum.
O gün öğleden sonra dükkânı kapatıp eve gittim. Banyo yaptım; tıraş oldum. Siyah takım elbisemi giyip, neredeyse bir damat gibi hazırlandım.
Sonra Sıtkı Bey ile Beyoğlu’nda Lebon Pastanesi’nde buluştuk.»
Bu aşamada Yafes Bey bir de nostaljiye takılıp, şöyle dedi:
«O pastane şimdi artık yok. Çok oldu kapanalı. Yazık oldu! Hâlbuki eski İstanbul sosyetesinin, sanatçı ve yazarların buluştuğu bir yerdi.»
Sonra da devam etti:
«Mason locasının bulunduğu bina, oraya çok yakındı; birçok kere önünden geçmiştim o binanın, biliyorum. Masonların orada toplandığı aklıma bile gelmezdi.
Beni binanın arka kapısından içeri aldılar. Bodruma indirdiler. Sıtkı Bey “Haydi bakalım, kolay gelsin!” diyerek gitti. Benimle kalacağını zannetmiştim ama öyle deyince sesimi çıkarmadım. Demek usul böyleydi.
Yalnız değildim. Masonluğa girmek üzere benden önce gelmiş iki kişi daha vardı. Başlangıçta birbirimize karşı biraz çekingen davrandık ama baktık ki burada biz bizeyiz, gelen giden de yok, hoş beş etmeye başladık. O sırada tanımadığım birisi çıkageldi. Her birimizin ismini, ne iş yaptığımızı falan sordu; bir kâğıda yazdı. Bizimle bir süre sohbet ettikten sonra gitti.
Eyvah!... İşte bundan sonrasını aktaramam çünkü bu forum kurallarının 17. maddesine aykırı düşer. Daha önce yapmadığım bir işi burada yapmalı, kitabın uzunca bir bölümünü atlamalıyım.
Yasef Bey’den bu bilgileri edinirken gene kuşkuyla düşünüyordum. Ona belli etmemek isterdim ama bu olanaksızdı. Beni algılamaması için aramızdaki iletişimi kesmem gerekirdi. Aldırmadım. Ne olacaktı ki sanki o da benim düşündüklerimi bilirse!
Bugün internette bir tıklamakla erişilemeyecek bilgi yok. Sırlar, gizler, simgelere bu kadar bağlılık neden?... Bu yüzden dışarıdakiler Masonluğu yanlış anlıyor ve bu kurumda karanlık işler çevrildiğini sanıyor. Masonların her şeyi ele geçirdiğini, çıkarları peşinde koştuklarını düşünüyor. Ya şu “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” üçlemesine ne demeli?... İçlerinde bile bunlara öyle pek inanmayan, ütopya olarak görenler var. Hatta yurdumuzdaki ünlü bir masonun felsefe kitabında kardeşlik ilkesinden söz edilirken, “İnsanları kardeş sayma ülküsüyle toplumu düzenleme düşçülüğü” diye yazılıp, eklenmiş: “Bu metafizik düşüncenin gerçeklerden yoksun törebilimsel düşlerindendir. Dar kafalılar bu propagandaya inanırlar!”
Bunu yazan da bir mason…
Gene aynı şekilde, eşitliği bilimsel açıdan sadece sınıf farklarının ortadan kaldırılması olarak görenler var. Hatta kimileri daha da ileri giderek, toplumda eşitlik isteğini “değerliyi kıskanmak” olarak niteliyor. Dünyada çıkarlar daha ağır basıyor. Onlara göre kardeşlik safsatadan başka bir şey değil.
Buna karşın, öğrendiğim kadarıyla Masonluktaki konu ve yöntemler beni de etkiliyor ve “harici” dediklerinin düşünceleri arasında kararsız kalıyordum. Belki bunlar masonların geniş düşünce özgürlüğünü gösteriyor, bunları açılıma elverişli simgeler olarak kullanıyorlardı. Kim bilir, belki ben de Yasef Beyden öğrenmiş olduklarımı aklımın bir köşesinde tutarak, ancak bu konuyu objektif olarak daha geniş kapsamlı bir şekilde inceleyince açık bir görüşe varabilecektim.
Yasef Bey, düşündüklerimi onayladıktan sonra anlatmayı sürdürdü:
O sürdürmüş ama ben kesmek zorundayım ne yazık ki… Sadece yazarın bu aradaki bir deyişini verebilirim:
Evet, anlaşılan orada âdeta bir piyes sahneye konuyor. Bu öyle bir piyes ki, izleyiciler de rol alıyor. Herkes kendi üstüne düşen rolü oynuyor, kendi payını anlayabildiği kadarınca alıyor. Tasavvuftaki “kaşığı kadar alma” örneğinde olduğu gibi... Masonluğa olasıya karşı bir kitapta bunların saçma sapan bulunduğunu ve masonları kendi aralarında tiyatro oynattıkları gerekçesiyle alaya alındığını okumuştum.
* * * * * *
Bu noktada Yasef Bey töreni anlatmasına ara vererek, bir başka konuya geçiş yaptı.
«Çok üzüldüğüm bir şey var... Maalesef o gün Masonluğa birlikte girdiğimiz o iki kardeş, benimle beraber bu güzel, mutlu ve faydalı yolda yürümedi. Birkaç toplantı sonra ikisi de sık sık toplantıları ihmal etmeye başladı; daha sonra hiç gelmez oldular.
“Neden?” diye düşündüm hep... Kendilerini görüp soramadım.
Sonradan öğrendim ki, ismi Erim olan kardeşim sıkılmış, Masonluğa girerken burada bambaşka bir ortam bulacağını zannediyormuş ve aradığı her ne idiyse onu bulamadığı için ayrılmış. Öteki yani Maksut ise buradaki felsefeyi kendine göre çok ağır görmüş. Halbuki o değil miydi Evrenin Ulu Mimarı hakkında çok güzel bir yorum yapıp, üstatların takdirini kazanan?...
Her ikisi de benim gibi sabredip, Masonluğu kendilerine bir hayat tarzı edinme, hem kendilerine hem çevrelerine ve cemiyete faydalı olma fırsatını teptiler. Bence yazık oldu. Üstelik oradaki iyi niyetli masonları epeyce uğraştırdılar...
Fakat biz Masonlukta bundan ötürü şikâyet etmeyiz. Tek bir tekris merasiminin bile kişiye çok şey kazandırdığına inanırız. Onlar da mason olmaya layıktı; oldular ve hayatları boyunca öyle kalacaklardır; locadan ayrılmış olsalar bile...
Buna rağmen ismi Erim olan o kardeşin ayrıldıktan sonra, çeşitli çevrelerde bizleri ve Masonluğu eleştirdiğini de duyduk ve çok üzüldük. Masonluk zaten kardeşlerin hür eleştirilerine açıktı. Sonra ahde vefa diye bir şey vardır. Ayrılıp kötüleyenler, kendi gerçek karakterlerini belli ediyorlar. Demek o kardeşimiz hakikaten Masonluktan çok daha başka şeyler beklemişti.»
Yasef Bey, benim dileğim üzerine Masonluğa nasıl girdiğini, böylece bu kuruma giriş töreninin de nasıl bir şey olduğunu anlatıyordu ama bu arada gene Masonluk ile bağlantılı birtakım başka konulara değinmeden edemiyordu.
Onu haklı gördüm ve hiç dokunmadım. Masonluğa öylesine sıkı bağlanmıştı ki…
Düşünceleri arasında verdiği diğer bilgiler, bu kurumu daha iyi anlayabilmek bakımından yararlı da oluyordu.
Hem başka bir şey daha anlaşılıyordu: Belki Masonluk, bir kurum olarak ve ilkeleri bakımından çok güzel olabilirdi. Fakat bu kuruma girip mason olan kişilerden kimileri buna ayak uyduramıyor, her ne kadar “Masonlukta bireysel çıkar yoktur.” denilse de kendi derdine düşenler oluyor, böylece bu kurum da bundan zarar görüyordu. Okumuş olduklarım da bunu teyit ediyordu. Çoğu Masonluğu kötülüyordu ama asıl kötülenmesi gereken kimi masonlardı; Masonluğun bütünü değil.
Bunun acısı Yasef Bey’in de içine oturmuştu. Anlatmaya devam etti:
«Sonra bir “and” metni okundu ve bize yemin ettirildi.
Bu, Masonluğa ve prensiplerine sadık kalacağımıza dair, geleneksel ve her toplulukta yapılabilen bir sadakat yeminiydi. Ne dinimize veya inancımıza bir aykırılığı vardı ne de vatana karşı olan mükellefiyetlerimize… Üstelik, bu yemini etmeye mecbur olmadığımız, istemiyorsak gidebileceğimiz de söylenmişti. Hiç gider miyim? Aksine, ne olursa olsun burada kalmaya, Masonluğun nurundan feyiz almaya kararlıydım.
Sadakat yemini çoğu kimseye belki manasız gelebilirdi. Formalite gibi de görülebilirdi. Çünkü cemiyetimizde onca yeminler edilmesine rağmen hepsinin çiğnendiğini görüyoruz. Nice sözler unutulup gidiyor. Belki de hep formalite icabı ve zaten çiğnenmek için olduğundan.
Bu yemin sırasında bana en çok tesir eden üstad-ı muhteremin konuşması olmuştu.
Yine keseceğim, çaresiz… Çünkü burada ritüelden aktarmalar var.
Doğruydu dedikleri.
O gün orada, isteyerek ve samimiyetle verdiğim sözlerin ne kadarını yerine getirebildim acaba?
Pek muvaffak olamadım. Keşke o günlere dönebilsem. Keşke yeniden başlayabilsem. Geç kaldım.
Konfüçyüs’ün bir sözü var; demiş ki, “Bir insan ölünce ölmez. Çünkü öteki insanlar onun ölümünden sonra da zaman zaman ondan bahseder, adını söyler. Fakat bir gün gelir; o artık unutulur. Hiç kimse onu hatırlamaz, adını söylemez olur. İşte o insan o zaman ölür.”
Bu sözü o anda düşünmemiştim. Zaten zannedersem sonradan öğrendim. Fakat benden sonra mason olanların tekris merasiminde bu safhaya gelinince hep bunu düşünürdüm. «İnsan ölmemeli.» derdim. İşte, nice ölümsüz insan var. Beethoven de onlardan biri değil mi? Onu ve diğer birçoğunu ölümsüzleştiren ise biziz; yaşayanlar. Bırakmış oldukları eserler temin ediyor bunu.»
Haklıydı!... Gerçekten de dünyada iz bırakanlar hiç ölmüyordu.
Ancak yalnızca insanlığa yararı olmuş kişileri hatırlamıyoruz ki!... Sayısız kötülük, zulüm ve katliamlar yapmış insanlar gelip geçmiş bu dünyadan. Onları da hatırlıyoruz. Üstelik isimleri kitaplara da geçmiş; ölümsüzleşmişler.
Konfüçyüs’ün o sözünde bir yanılgı mı var acaba?
Hayır!
Çirkin olmazsa güzeli nasıl betimlersiniz? Kötülük olmasa iyiliği nasıl anlar, nasıl anlatırsınız? Yanlışı, hatayı görmeden, doğru denilenin doğru olduğuna nasıl güvenebilirsiniz?
Bu iletişim sırasında ben de düşüncelerimi canlandırmaktan geri kalamıyordum.
Ancak şimdi benim düşündüklerimi bırakalım da, yine Yasef Beyin Masonluğa girişine ilişkin anlattıklarına dönelim.
Burada yine bir kesme yapacağım. Kusura bakmayın, kuralarımız böyle… Yasef Bey’in anlatısıyla devam edebilirim:
O gece oradan çok mutlu ayrıldım. Kararımda ne kadar isabetli olduğumu bir kere daha anladım. İnsanın kan kardeşini seçme imkânı yoktu. Fakat toplumdan kardeş seçme imkânı vardı. Bu suretle benim de çok geniş bir kardeş çevrem olmuştu.
Buradaki kardeşlik, kan kardeşliği gibi mecburi olmayan, beklenti veya yük getiren hısımlık değil, manevi anlamda, dostluk, birlik ve beraberlik demekti. Gittikçe bozulmaya yüz tutan cemiyetimizde dini topluluklar, gayeye yönelik birlikteliklerde insanlar boşluktan kurtulmak, manevi güç oluşturmak için bir araya gelmiyorlar mıydı? Kültürlü, akıl, bilim ve bilgelik yolunda ilerlemek isteyen insanlar zaviyesinden de bundan iyisi olabilir miydi?
Masonluğa girdiğim için talihliydim. Herkes bu fırsatı bulamıyor, mason olamıyordu. Halime şükrettim. Başta Sıtkı Bey ve Affan Bey olmak üzere, bana bu imkânı verenlere de hep şükran duydum.»[/i]
Bundan sonra yazar, “Masonluk” başlığı altında olmak üzere bir diğer irdeleme yapıyor. Onu da aktaracağım, sonraki bölümde.