Öncesi “Henry” başlıklı bölümde…
Henry Sinclair, Orkney’e sahip olduktan sonra kendi adına para bastırdı; çünkü bu egemenliğinin kanıtı sayılırdı.
Orkney’in kuzeyinde, Kirkwall adlı yerde bir şato yaptırdı. Bitişiğine bir de kule diktirdi. Oradan çıplak gözle bakıldığında, hem Shetland Adaları hem İskoçya’nın kuzeyindeki Caithness adlı bölge iyi kötü görebiliyordu.
Shetland’ı egemenliği altına alabilmek için âdeta gecesini gündüzüne kattı. Bu işi savaş tehdidiyle ya da gözdağı vererek değil, barış yoluyla, iyilikle halledebilmek için yıllarca uğraşıp durdu. Olmuyordu. Egemenliğini savaşarak değil, iyilikle, gönül rızasıyla kabul ettirebilmesi için bile, çok güçlü bir donanmanın desteğine gereksinmesi vardı.
İşte tam o sıralarda, gerek ona bu olanağı sağlayacak gerekse bundan sonraki yaşamını baştan sonra değiştirecek bir şey oldu.
Bir sonbahar günü, Faereo adalarında bir geminin karaya oturmuş olduğu, gemidekilerin zor durumda kaldığı haberi geldi.
Henry bunu pek umursamadı. «Halk kazazedeleri kurtarır.» dedi. Ancak, hiç de öyle iyi bir niyetleri olmayıp, aksine gemiye saldırmak eğilimini gösterdiklerini, hava çok sert olduğu için bir türlü sokulamadıklarını, gemiyi sarmış ve çevresinde dolanarak fırsat kolladıklarını öğrenince, çok sinirlendi.
Böyle bir şey, her zaman her denizcinin başına gelebilirdi. Kurtarmaya çalışmak, insanlık göreviydi. Saldırmaya kalkışmak ne demek oluyordu?
Hemen gemisinin hazırlanmasını istedi.
Kaptan bu havada çıkmanın hiç de akıllıca olmayacağını söylediyse de, aldırmadı. Zor da olsa, ertesi gün geminin karaya oturmuş olduğu yere ulaştılar.
Dendiği gibi, yerel balıkçılar gemiyi çevirmişti. Bayraklı bir teknenin yaklaştığını görünce, bağrışa çağrışa kaçtılar.
Henry, şimdilik onlarla uğraşmak istemedi. Sırası değildi. Zaten henüz burada sözü geçmezdi. Önce kazazedelere yardım edilmeli, sonra da varsa geminin yükü kurtarılmalıydı.
Bu gemi, Henry’nin anımsayabildiği kadarıyla Akdeniz’de rastlanan tekneleri andırıyordu ama garip bir görünümü vardı. Gövdesi, direkleri, parçalanmış yelkeni, her şeyi farklı gibiydi.
Bu sularda böylesi bulunmazdı. Acaba nereliydiler?
Kazazedelere bayrak salladılar. Gemideki birkaç kişi de kollarını çaprazlama sallayarak karşılık verdi.
Dalgalar yüksekti. Rüzgâr da onları kayalara doğru itiyordu. Gemiyi bordalamaya girişirlerse, kendilerinin de olmadık bir kazaya uğraması işten bile değildi. Kıyıdan uzak durmalıydılar. Demir de tutmadığı için, kaptan sürekli manevra yaptırıyordu.
Filikaları indirdiler. Henry de birine binerek gemiye gitmek istedi. Kaptan, «Buna hiç gerek yok efendim. Adamlarımız nasıl olsa hepsini toplayıp getirir.» diyerek, onu engelledi.
Filikaların bile gemiye yanaşabilmesi zor oldu. Gemiden halat atılıp çekilmesi gerekti.
Toplam 20 denizci vardı. Hepsini filikalara doldurup, orada hiç oyalanmadan getirdiler.
Henry, kazazedelerin nereden geldiğini öğrenmeyi sonraya bırakmayı öngörmüştü ama kurtarıcılarına teşekkür sözcükleri etmeye çalışırlarken, İtalyan olduklarını çıkardı. Baksana, hepsi sevinçle «Grazie.» deyip duruyordu.
Son filika ile gelenlerden, bordaya uzatılmış ip merdivene tırmanıp küpeşteye çıkan ilk denizcinin yüzünü görünce, yüreği ağzına gelmiş gibi oldu.
Bir an durdu. Emin olmaya çalışarak yüzüne dikkatle baktı.
Sonra, «Sen!... Sen!» diye bağırarak âdeta üzerine atladı. «Sen osun!... Evet sensin!... Nicolo!»
Nicolo, epeydir orada dalgalar arasında sıkışıp kalmış, sanki yetmezmiş gibi bir de saldırı girişimine uğramış olmalarından ötürü allak bullaktı. Gerçi başından çok daha dehşetli olaylar geçmiş, kaç kez ölümden dönmüştü ama tam kurtulmak üzere iken böyle bir durumla karşı karşıya gelmesi onu pek sarsmıştı. Ne olduğunu anlayabilecek halde değildi. Tanımadığı biri boynuna sarılmış, «Nicolo!» diye bağırıp duruyordu. Sarılmasını geçtik; adını nereden biliyordu?
Biraz geri çekilerek, dikkatle bu adamın yüzüne baktı. Bir yerden gözü ısırıyor gibiydi ama çıkaramamıştı.
Henry, onun kendisini tanıyamamış olduğunu anladı. Çok zaman geçmişti. En azından otuz yıl. Dile kolay.
«Nicolo, benim. Henry Sinclair.» diye bağırdı. Üstelik bu kez kendi dilinde “benim” değil de, İtalyanca “sono” dedi.
Nicolo, işte o zaman birden tanıyıverdi. Bu kez o «Ziçni!» diye bağırarak Henry’nin boynuna sarıldı.
Neden öyle dediğini bir tek Henry anlayabilirdi. Venedik’te iken, Nicolo onun adını bir türlü söyleyememiş, dili dönmemişti. Birkaç denemeden sonra kızıp, “Sinclair” demeye uğraşmaktan caymış, kendince ona “Ziçni” (Zichmni) diye bir ad takmıştı.
İkisi de hüngür hüngür ağlamaya başladı.
* * * * * *
Nicolo koynundan yelken bezinden bozarak yapılma çanta gibi bir şey çıkardı. «Al... Bu senindir. Zaten benden çok senin işine yarar. Güle güle kullan.»
«Nedir bu?»
«Açınca göreceksin.»
Henry çantamsı nesneyi açtı. İçinden sudan etkilenmemesi için özel olarak reçine gibi bir madde emdirilmiş bohçalar çıktı. Bir şey soracakmış gibi Nicolo’ya baktı. Nicolo başıyla devam etmesini işaret etti.
Reçineli bohçaların içinde harita parçaları vardı.
Henry, haritalara baktı, baktı... Birazını anlar gibi oldu ama çoğunu çıkaramadı. «Bunlar nereyi gösteriyor?» diye sordu.
Nicolo, «Aslında hepsini bir araya getirmek, birleştirip yeni baştan düzenlemek gerekir.» diyerek, harita parçalarını masanın üzerine yan yana dizdi. Bazılarını da üst üste bindirdi.
«Bak şimdi, burası Frizlanda... Şurası da İzlanda. Şu ötekine ben “Engronelanda” diyorum. Şu köşesi görünene “Estotilanda” adını koydum. Şu uç nokta ise “Drageo”.
Henry, Nicolo’nun anlattıklarını kavrayamamıştı. «Dur bir dakika.» dedi. «Şimdi sen İzlanda’nın ötesinde bir başka kara parçası daha olduğunu mu söylüyorsun?»
Nicolo, «Sadece tek bir tane olsa!» diye yanıt verdi.
«Olmaz. Olamaz.»
«Daha önce ben de öyle diyordum ama oluyor işte... Var! Bazılarının haritası da gözünün önünde duruyor.»
«Peki, Norveç nerede?»
«Şu haritanın bu yanında olsa gerek.» Engronelanda dediği yerin bulunduğu haritanın doğusunu gösteriyordu. «Fakat biz o yana yani doğuya hiç gitmedik. Onun için burada yok.»
Henry, haritalarda kendi bildiği bir yeri belirlerse, ötekileri çok daha iyi kavrayacağını düşündü. Nicolo’nun kendi diline daha uygun düştüğü için “Frizlanda” dediği Frisland’ı gösteren parçanın doğu yanındaki uç noktayı işaret etti. «Burası İskoçya olmalı, öyle değil mi?»
«Evet, en kuzeyinin batı kıyısı.»
«Yani Caithness’in batısı.»
«Cet ne?»
«Boş ver. Bu bizim İskoçya’nın en kuzeyine verdiğimiz ad. “En tepedeki eyalet” gibi bir anlama gelir.»
Nicolo, kendine çok garip gelen, söylenmesi de zor olan yer adını söylemeye çalıştı. Beceremedi. «Beğenmedim. Böyle garip ve zor adları nereden bulursunuz, bilmem.»
«Dilimizin gereği. Şimdi yine ötekine bakalım. Şu kuzeyi gösterene... Orada benim aklımın almadığı bir şey var. Senin Engronelanda dediğin bu yer, epey büyük bir kıtaya benziyor. Bir bakıma da Norveç’in devamı mı oluyor?»
«Bilemem. Olabilir. Dedim ya, ben o yana hiç gitmedim. Fakat her şeyin olabileceğine inandım.»
«Sana bir Norveç haritası bulurum. Gözden geçirince belki düzeltme yapmak gereğini duyarsın.»
Nicolo biraz alınmış gibiydi. «Anlaşılan sen şimdi benim bu haritalarda gösterdiklerime inanmadın.» dedi.
«Hayır, hayır! Öyle demek istemedim. Fakat sen de şunu kabul et ki, insan böyle bir şey ile, yaşamı boyunca bildikleriyle çelişkili bir bilgiyle karşılaştığında, bunu içine sindirebilmesi hiç kolay değil. Hem sen de bunların hatasız olduğunu iddia edebilir misin? Yanlışların olamaz mı?»
Nicolo, «Yanlış yapmamak, Tanrı’ya özgü.» diye yanıtladı. «Ben sadece gördüğümü elimden geldiğince çizdim. Hepsi bu. Fakat diyorum ki, orada, İzlanda’nın ötesinde öyle kocaman bir yer, âdeta büyük bir kıta var. Onu gördüm. Tanrı da gördüğüme tanıktır. Üstelik bu daha henüz bir başlangıç.»
Henry, «Peki, ona inandım. Bilmediğim için şimdilik doğru olduğunu kabul ettim. Belki gerçekten de dediğin gibidir.» dedi. «Fakat öteki yana, daha ileriye, batıya bakarsak, benim bildiğim orada yalnızca okyanus var. Bitmez tükenmez okyanus. Güneşin battığı yere kadar. Başka hiçbir şey olmamalı.»
«Dedim ya!... Ben de öyle sanırdım ama bana güveniyorsan şimdi sana olduğunu söylüyorum. Tüm bunları görüp yaşadıktan sonra şuna inandım; belki bu sana felsefe gibi gelebilir; şöyle: “Bir şeyin varlığı kanıtlandığında, var olduğu söylenebilir ama hiçbir şey için yok denemez. Çünkü belki vardır.” Şu geçirdiğim son yıllarda gördüklerim öğretti bana bunu. Şayet olmadığında diretiyorsan, benim kazara gitmiş olduğum gibi sen de görmek üzere gidersin. Kendi gözlerinle görürsün. O zaman bana hak verirsen, bu haritaları da kullanırsın. Yanlışsa, atarsın.»
* * * * * *
Henry önce kendi yaşam öyküsünü özetledi.
Nicolo, Henry’nin Orkney’i nasıl ele geçirdiğini öğrenince keyiflendi. Bir yandan kahkahalarla gülerken diğer yandan da omzuna sıkı bir şaplak attı. «İyi etmişsin.!» dedi.
Parayı nereden bulduğunu ise sormadı.
Onu ilgilendirmezdi.
Sonrası “Şövalyenin böylesi” başlıklı bölümde…