Ben bu konuya biraz zorlamayla giriyorum. Hani böyle deyince sanmayın ki birisi beni zorladı. Ben kendi tuzağıma düştüm. Bir ara diyalektikten söz edeceğim tuttu; Sayın Popperist de benden bu konuyu açmamı istedi. Aslında onun benden bu bağlamda çok daha bilgili olduğunu biliyorum. Ancak bir kez öyle bir söz etmiş oldum; başlayacağım. Elbette Sayın Popperist başta olmak üzere bu konuya ilgi duyanlardan, bu konuyu bilenlerden katkıda bulunmalarını, benim yapacağım olası yanlışları gidermelerini rica edeceğim.
İnsan hep evrensel gerçekleri öğrenmenin peşinde koşar… Bu tarihte de böyleydi, günümüzde de böyle…
Gerçekleri araştırmak için uygulanabilecek farklı yöntemler var. Bunlardan birini seçebiliriz. Örneğin belirli bir felsefî düşünüş biçimine uymayı tercih edebiliriz. Tersine, hiçbir belirgin felsefeye uymadan, birbirinden farklı felsefeleri irdeleyerek bir sonuca varmayı da öngörebiliriz. Hatta hepsini göz ardı edip, tümüyle sübjektif bir görüşe bağlanabiliriz.
Belirli bir felsefî düşünüş biçimine uyarsak, düşüncelerimizin gelişmesi bakımından zorunlu bir alıştırma, bir tür antrenman yapmış oluruz. Bu tür bir alıştırmanın, düşünme özgürlüğümüze ve hiçbir etki altında kalmaması gerekli özgür düşüncelerimizi üretmemize engel olmamasına hatta kısıtlamamasına çok dikkat etmemiz gerekir. Aksi takdirde, o belirli felsefe, sınırları ve kalıpları bakımından araştırmak istediğimiz gerçeklerin ya gerisinde ya da tümüyle dışında kalmamıza neden olabilir.
Bunun karşıtını alalım… Belirli bir felsefeye uymamak, özgür düşüncenin sınırlarını alabildiğine açar. Ancak bu kez de gerçekleri araştırma yolunda yapacağımız çalışmanın amaçtan tümüyle uzaklaşması, “gerçek” ile hiçbir ilgisi olmayan birtakım yanıltıcı sonuçlara yönelmesi gibi bir tehlike vardır.
Herhangi bir felsefeye uymamak demek, hiçbir felsefî düşünüşe değer vermemek demek değildir. Birbirine benzer ya da tümüyle farklı felsefeleri irdeleyip bir ortak sonuca yönelirken, uygulanan bu yöntemin diğerlerinden daha olumlu ve daha etkili olduğunu güvenceye almak gerekir.
Beri yanda tümüyle sübjektif bir görüşe bağlanacak olursak, bunun bize yararı ancak bir süre için zekâmızın canlı tutulması, düşünce jimnastiği yapmak olur. Böyle bir yöntemle olsa olsa önceden belirlenmiş, sonucuna varılmış, kesin ve değişmez sayılan birtakım gerçeklere ulaşabiliriz. Dogmalara saplanabiliriz. Hatta kör inançlar ile bağnazca savunulan katı görüşlerin tuzağına düşebiliriz. Daha ileriye gitme gerçekleri bulma olanağını yitirmiş oluruz.
Dolayısıyla bu tür bir yöntem, daha başlangıçta kişinin kendi özgürlüğünü ortadan kaldırması demektir. Gerçekleri araştırılmayı gerçekten istiyorsak, bu tehlikeli bilmeli, bu riski göze almamalıyız.
İnsanlık ya da düşünce tarihine şöyle bir göz atacak olursak, gerçekleri araştırmayı hedefleyen felsefî düşüncelerin metafizik ile başlamış olduğunu görürüz.
Şimdi burada diyalektikten önce metafizik üzerinde duracağım. Önce onu anlayalım ve bilelim ki, diyalektiği kavrayabilelim. (Aslında bu da diyalektiğin yöntemi ama çaresiz…)
Metafizik, varlığın her türünün ruhsal bir nedenden oluşup gene ruhsal olan bir ereğe yöneldiğini benimseyen, bundan ötürü değişmezliği ve ilintisizliği savunan dünya görüşüdür. Sözlük anlamı bakımından “fizik ötesi” demektir. Dolayısıyla felsefede bir olgunun, birtakım fiziksel yöntemlerle anlaşılıp açıklanabilmesini olanaksız görür.
Temelini metafizikten alan felsefeler şunu savunur: “Her varlık ya da her olgu, her zaman ve ancak kendisinin aynıdır. Bir şey hiçbir zaman kendisinden başka bir şey olamaz.”
Dolayısıyla bu felsefede kavramlar bütünden soyutlanarak incelenir. Aynı anda var olan iki zıt kavram birbirlerinden apayrı tutulur. İlişki ve çelişkileri kabul edilmez.
Sonraki bir aşamada ortaya “Septisizm” ya da “Kuşkuculuk” (Şüphecilik) olarak anılan bir akımın çıktığını görürüz. Gerçi bu öyle birdenbire olmamıştır; birçok evreden geçilmiştir ama burada tüm felsefe tarihini baştan sona gözden geçirmeme olanak yok.
Septisizm, gerçeklere ilişkin kesin bilgiye hiçbir zaman ulaşılamayacağını öngörür. Bu nedenle, “Bilinemezcilik” ya da “Agnostisizm” olarak anılan akım ile de uyuşur.
Bunun ardından “Kritisizm” ya da “Eleştiricilik” denen bir akımdan söz edilebilir. Bu ise, bir yandan Septisizme karşı çıkarken, diğer yandan da akıl yoluyla metafiziği çökerten bir tutum takınmıştır.
Felsefe akımları, neden sonda “Pozitivizm” ya da “Olguculuk” ile bir atılım yapmıştır. Bu yeni akım ile birlikte gerçeklerin araştırılmasında artık ne akıl yolu ne de gözlemle elde edilen bulgular yeterli bulunmaktadır. Her bilginin “gerçek” sayılabilmesi için mutlaka kanıtı aranır. Dolayısıyla bundan böyle gerçeklerin araştırılması salt felsefe alanında bırakılmayarak, “bilim”in doğrultusuna oturtulmuştur.
Ne bunlar ne de sonradan ortaya çıkmış felsefelerden en sonuncusu, en yenisi ve en gelişmişi --hangisi ise- felsefî düşüncenin evrimini tamamlamış bulunduğunu gösterir. Gerçi sözlük anlamı bakımından “felsefe” gerçeklerin düşünce yoluyla araştırılmasıdır ama kavramsal olarak bu kadarla kalmaz.
Felsefe, ilk doğuşundan günümüze dek geçirmiş olduğu değişimle, edindiği aşamalarla elbette gelişim göstermiştir. Bu da artık daha ileri bir aşamaya varamayacağını değil, aksine evrende araştırmaya değer bir gerçek bulundukça, gerçeklerin tümü açıklığa kavuşturulmuş olmadıkça gelişimini sürdüreceğini gösterir.
Hemen her felsefe sistemi, tarihte kendini “tek doğru” saymış, bu yüzden dogmasını oluşturmuş, sonra da bağnazlığa düşmüştür. Şu ya da bu felsefenin zaman içinde canlılığını, geçerliğini yitirmesi, dayandığı bilgi birikimi ve deneyimin eskimesinden, tasarımlarının zamanla değişen koşullar altında yürümez hale gelişinden, sonunda işlevini sürdüremeyip geçersiz kalışından ileri gelir. Oysa gerçekleri araştırırken zamanla değişebilecek felsefelere değil, değişmeyecek bilimsel temellere, deneye, sınamaya ve doğrulamaya dayanan bilgilere hatta bunların sırf kendilerine bile değil, bilimsel yönteme ve ilkelere güvenmek gerekir.
Gerçekleri araştırırken tümüyle sübjektif bir görüşe bağlanmak bizi nasıl dogmalara sürüklenme ve giderek bağnazlığa düşme tehlikesiyle baş başa getiriyorsa, belirli bir felsefeyi temel dayanak olarak almak da bir diğer benzer tehlike (risk) yaratır. Bundan sakınmak, sadece kuralları ve ilkeleri kesinleşmiş olan felsefelerin sınırlarını özgürce aşmak ya da olabildiğince genişletmekle olanaklıdır.
Şu diyeceğim belki bir yineleme olacak: En uyumlu ve gerçekleri araştırmak bakımından amaca yönelmede en etkili yol, herhangi bir felsefeye bağlı kalmayıp, değişik felsefelerin derinlemesine incelenmesiyle bir senteze doğru ilerlemektir. Hatta bu amaçla gelmiş geçmiş felsefeleri birer araç gibi kullanmak, birbirlerinden apayrı olanların bağdaştıkları noktaları bulmak için aralarında ilişkiler kurup ortak oldukları noktaları belirlemek, âdeta felsefeler üstü olarak nitelenebilecek bilimsel ve akılcı (rasyonalist) bir yöntem uygulamaktır.
Şöyle de diyebiliriz: Gerçekleri tüm felsefelerin dışında olmakla birlikte tüm felsefeleri içeren bir düşünce ve eylem biçimiyle bilimsel yönteme güvenerek araştırmak, en doğru ve en etkili yol olur. Bunun için de felsefeler üstü bir yöntemle gerçekleri araştırırken başarılı olabilmek için, ilgili olan olmayan tüm felsefeleri de bilmek, tüm doğruları ve yanlışlarıyla göz önünde tutmak gerekir.
Şimdi burada durmalıyım. Çünkü bu dediklerimle zaten adını vermesem de diyalektikten söz etmeye başlamış oldum. Onu sonraki bölüme bırakayım. Ben onu yazana kadar da katkılarınızla buyurun, gerekirse tartışalım.