Forumun “Milletler Tarihi” bölümünde “Kızılderililerin Dramı” genel başlığı altında bir dizi anlatı yazıyordum. Aslında bu aşamaya kadarki dört bölümde sadece bir başlangıç yaptım ve tarihsel olayların asıl anlatımına 5. bölümde geçmeye niyetliydim. Ancak bu arada düşündüm ki, o tarihsel olayları daha derinlemesine kavrayabilmek için Kızılderililerin inanç ve geleneklerini de bilmekte yarar var. Bunun tarih değil de sosyoloji ile daha bağdaşır olacağını düşündüğümden bu bölüme kaydım.
Şimdi artık neredeyse yoklar, pek azı kaldı ama Kızılderililerin (var oldukları sırada) özelliklerine, gelenek ve inançlarına şöyle bir göz gezdireceğim. Burada anlatacaklarım “Kızılderililerin Dramı” genel başlığı altındaki yazı dizisinden bağımsız olarak da okunabilir.
Biz Kızılderilileri çoğu kez tek bir toplum olarak biliriz; öyle sanırız. İşin ilginç yanı, Kızılderililer arasındaki inanılamayacak ölçüde dil, kültür ve dinsel inanç farkları oluşudur. Yaşadıkları bölgelere bağlı olarak birbirinden farklı gelenek, görenek, yaşam ve inanç biçimleri oluşturmuşlardır. Bunu da yadırgamamak gerekir; hep denir ya kültür coğrafyaya bağlıdır diye…
Pak çok Kızılderili türü vardır. Biz Kızılderiliyi Hollywood kovboy filmlerinden uzun sırıklarla çatılmış ve üstü bizon kürkleriyle kaplı çadırlarda yaşayan, makosenlerinden alın bantlarına kadar boncuklar ve tüylerden yapılmış güzel başlıklar takan, örgülü uzun saçlı, bedenleri boyalı kişiler olarak tanırız. Kızılderilinin bir de baltası, davulu, tam-tamı, bıçağı, gösterişli bir şekilde süslenmiş piposu vardır.
Doğru ama yetersiz. Bunlar sadece bazı dış görünüşler. Biraz ayrıntıya girelim bakalım neler göreceğiz.
1541 yılında İspanyollar Büyük Ovalar’a vardığında, Kızılderililerin kullandığı yegâne yük hayvanı köpekti. Kaçan İspanyol atlarının Kızılderililer tarafından da kullanılmasıyla birlikte eşsiz bir kültür doğmaya başladı. Göçebeliği kendilerine yaşam biçimi haline getirmiş, özellikle Büyük Ovalar’da ve batısında yaşayan Sioux, Cheyenne, Arapaho, Apache ve diğer kabileler için at, son derece önemli bir araç haline geldi.
Büyük Ovalar’daki Kızılderili kabilelerinin ortak anlaşma biçimlerinden biri işaret ve beden diliydi. Bu dil kuzeyde Crowların yardımı ile Kanada topraklarına kadar uzanmıştı.
Cherokee halkından Sequoya’nın 1809 yılında geliştirmiş olduğu alfabe, Kızılderililerin bilinen tek alfabesidir. Yazılı geleneği olmayan bir dil için buna gerek yoktu ki!
Batılıların gelmesinden önce Kuzey Amerika’da 300’dan fazla Kızılderili dili konuşuluyormuş. Ne yazık ki bu dillerin çoğu belgelenmeden ortadan kalkmış. Arta kalmış olanlar da günümüzde yok olmak üzere. Dil bilimcilere göre bu dillerin bir genelleme yapılamayacak kadar farklı yapılara var. Sanılanın aksine aynı bölgede yaşayan Kızılderililer bile aralarında anlaşamazmış. Buna karşılık Kuzey Amerika’da birçok yer hâlâ Kızılderili adı taşıyor: Minnesota, Seattle, Chicago, Ottowa, Québec, Oklahoma, Miami gibi...
Coğrafi bölgelere ve yaşama biçimlerine göre Kızılderililerin barınma biçimleri de farklılık gösteriyor. Eskimolar buzdan iglolarda yaşarken, güneybatıda kerpiç evlerle yerleşik bir düzen, Havasapai gibi kimi kapalı yerlerde ise son derece zengin bir kanyon yerleşim kültürü görülüyor. Özellikle Büyük Ovalar’daki avcı göçebe halkların vazgeçilmez barınağı elbette çadır ama doğudaki ormanlık alanlarda çadır yerine ahşap çatılı yapılar da var.
Kızılderili toplumunun en ilginç yönlerinden biri kadının işlevi… Bunun üzerinde biraz durmak isterim.
Kızılderili kadını, kendi toplumunun büyük yaşam çemberinin tam ortasında yer alırdı. Askerî ve yönetsel işlerden dışlanmazdı. Aileyi çekip çevirme görevi de onun üzerindeydi. Birçok kabilede mallar kadının sayılır; mal ve unvanlar kadınlar tarafından sonraki kuşaklara aktarılırdı. Hele Cherokee ve Iraquois halklarında kadınlar etkin olarak yönetim görevi de alırdı. Kızılderili kadını, topluluk içinde üstlendiği görev her ne olursa olsun kesin saygı görürdü.
Kızılderililerin geleneksel silahları arasında ilk sırayı ok ve yay alırdı. Deneyimli bir atıcı, dakikada altı ok atabilirdi. Bu silah Amerikan ordusunun kullandığı tüfeklerden daha hızlıydı ama genel olarak etkisi daha azdı.
Özellikle at üzerinde yapılan dövüşlerde tercih edilen mızraklar aynı zamanda tören havası olan silahlardı. Yakın dövüş silahı olarak ise balta ve çeşitli biçimdeki bıçaklar öne çıkardı.
Savaşı ve dövüşü bırakalım da sanata bakalım.
Kızılderililerin çok çeşitli amaçlarla uyguladıkları ritüelleri vardı. Müzik, hemen her zaman bir rütüelin tamamlayıcısı hatta yönlendiricisi niteliği taşırdı. Şarkı başta gelirdi. Enstrüman ise onu izlerdi. Temel olarak ritim amaçlandığı için, en çok davul ile bir tür zırıltı kullanılırdı. Ancak bu arada flüttü de göz ardı etmeyelim.
Dans, genellikle bir ritüelin parçası olarak ortaya çıkardı. En tanınmış danslar Savaş, Dağ Ruhları (Apache) ve Ateş danslarıydı. Ova Kızılderililerinin Güneş Dansı, yaradılışın bir temsili olarak kabul edilirdi. 1890’lara doğru ortaya çıkan Hayalet Dansı (pow wow) ise Beyaz Adam’ın çekip gideceği ve yaban sığırlarının geri dönmesini sağlayacağı inancı ile çok kısa sürede popüler olmuştu.
Büyük Ovalar’daki kabilelerin yaşamı temel olarak bizonlara bağlıydı. Sürülerin peşinde göçebe bir yaşam tarzı gelişmişti. Nitekim Beyaz Adam’ın Kızılderililere karşı kesin zaferi onları teker teker ya da topluca öldürmek suretiyle değil, milyonlarca bizonu yok etmeleriyle gerçekleşti. Güney ve güneybatı halklarının özgün tarımsal yöntem ve meyve bahçeleri de savaşlar sırasında yok oldu. Her iki okyanusun kıyı bölgelerindeki halkların geçim kaynağı orman ve su ürünleriydi. Ancak Beyaz Adam’ın bu kaynakları sahiplenmesiyle pek çok Kızılderili ölecek duruma geldi; bir kısmı da gerçekten öldü gitti.
Kızılderililere göre bize her şeyi cömertçe sunan ve kendisi de canlı olan kutsal bir varlıktır: Toprak Ana. Büyük Ruh’un yarattığı her şey değerlidir ve eşit derecede öneme sahiptir. Buna göre bir kaya, bir bulut, bir insan, dört ayaklı ya da kanatlı bir hayvan, nehir, çiçek ya da ağaç aslında hep aynıdır; hiçbiri birbirinden farklı değildir; hepsi birbirine bağlı ve bağımlıdır. (Bir çağrışım yaptırıyor, değil mi?)
Kızılderililerin eşitlikçi var oluş inançlarının aksine, Beyaz Adam’ın gelenekselleşmiş inancında keskin bir hiyerarşi vardır: İnsan, üstün yaratıldığı için bu dünyanın ve içindeki her şeyin efendisidir; bu yüzden de doğayı ve dünyayı istediği gibi kullanabilir. Oysa Kızılderili doğaya ve dünyaya saygı göstermek durumundadır; yaşamı da buna bağlıdır zaten.
Kızılderililerin yaradılış efsaneleri aynı zamanda temel değerlerini de ortaya koyar: “Yaratıcımız Usen ilk önce Gaanları gönderdi, insanlara yol göstersinler diye. Sonra insanlara “Kutsal Yaşam Yolu”nda yürümeyi öğretti. İnsanlar birbirlerine ama özellikle de yoksullara ve güçsüzlere karşı nazik olmayı, avda ve savaşta birbirlerinin haklarına saygı duymayı, Toprak Ana ve birbirleriyle uyum içinde yaşamayı öğrendiler.”
Doğaya uyum ve saygının Kızılderili kültüründe çok önemli bir yeri vardır. Çağdaş bir Onondaga kabile büyüğü sayılan Audrey Shenandoah şunları söylüyor: «Bizim dilimizde “doğa” diye bir sözcük yoktur. Doğa sözcüğü sanki insanoğlundan ayrı bir şeyi anlatıyor gibi. Bu bizim kabul etmediğimiz bir ayrım. Bizim dilimizde doğa fikrine en yakın sözcükler, yaşamın sürmesini sağlayan şeyleri anlatır.»
Nitekim Kızılderili kendini doğadan ayrı değil, onun bir parçası olarak görür. Toprak Ana, bedeninin geldiği yerdir. Gökyüzü büyükbabası, ay büyükannesidir. Dört ayaklı, iki ayaklı ya da kanatlı kardeşlerinin hepsi onun için aynı değerdedir. Yaşayan hiçbir varlığı kendisinden farklı görmez.
Kanada Lethbridge Üniversitesi’nde çevre uzmanı olan Kızılderili kökenli Leroy Küçük Ayı, Kızılderililer için bugün de geçerli olan düşünce tarzını şöyle dile getiriyor: «Ağaçlar canlı olduğu için ruhları vardır; ruhları olduğu için benimle aynıdır.»
Tatanga Mani (Yürüyen Boğa) adlı bir Stoney Kızılderilisi, yaşlılığında Kanada hükümeti tarafından Kızılderili halkının temsilcisi olarak bir dünya turuna çıkarılmıştı. 19. yüzyıl ortalarında artık yaşı iyice ilerlemiş olarak Londra’da yaptığı bir konuşmada, Kızılderililerin Yüce Ruh ve onun yarattığı doğa ile olan ilişkisini şöyle dile getirmişti: «Biliyorsunuz, dağlar her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde yaşamak yapay bir var oluştur. Orada birçok insan, ayaklarının altındaki gerçek toprağı hiç hissedemiyor; saksıdakiler dışında bitkilerin büyümesini göremiyor ya da caddelerin ışıklarından geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü görebilecek kadar uzaklaşamıyor. İnsanlar Yüce Ruh’un yarattığı sahnelerden uzakta yaşadığında, onun yasalarını da kolayca unutuyor. Biz her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Yüce Ruh ile iyi geçiniyorduk. Siz beyazlar bizim vahşi olduğumuzu sandınız. Bizim dostlarımızı anlamadınız; anlamaya çalışmadınız. Biz güneşe, aya ya da rüzgâra övgüler düzerken, siz bizim putlara taptığımızı söylediniz. Hiç anlamadan, yalnızca bizim tapınma şeklimiz sizinkinden farklı diye bizi kayıp ruhlar olarak nitelediniz. Biz Yüce Ruh’un eserlerini her şeyde görürdük; ayda, güneşte, ağaçlarda, rüzgârda ve dağlarda. Bazen bunlar aracılığıyla ona yaklaşırdık. Bu çok mu kötüydü? Bence biz Yüce Varlığa, bize putperest diyen beyazların çoğundan daha güçlü bir imanla, gerçek bir inançla bağlıyız. Doğaya ve doğanın yöneticisine yakın yaşayan Kızılderililer karanlıkta değildir. Siz ağaçların konuştuğunu bilir miydiniz? Evet, konuşurlar. Birbirleriyle konuşurlar; kulak verirseniz sizinle de konuşacaklardır. Asıl sorun, beyazların dinlemeye yanaşmamasıdır. Kızılderilileri dinlemeyi hiç bir zaman öğrenemediler. Bu yüzden doğadaki başka sesleri dinleyeceklerini de hiç sanmıyorum. Oysa ben ağaçlardan çok şey öğrendim; bazen hava, bazen hayvanlar, bazen de Yüce Ruh hakkında...»
Öte yandan Iroquois Konfederasyonu sözcüsü Oren Lyons’un sözleri, günümüz Kızılderililerinin, atalarının yüzyıllardır söylediği şeyleri hâlâ uygulamakta olduğunu gösteriyor: «Doğa yasaları, insan yasalarından üstündür. İnsan yasalarını çiğneyenler, avukatların, yargıçların elindedir ve çoğu zaman suçlular bile kurtulur. Ama doğa yasalarına karşı gelirseniz, gerçekten cezalandırılırsınız; hem de çok kötü. Doğa yasalarından biri, her şeyi temiz tutmaktır; özellikle de suyu. Suyu yok ederseniz, yaşamı yok edersiniz. Bunu herkes bilir. Toprak Ana üzerindeki tüm yaşam, temiz suya bağlıdır ama biz hâlâ her türlü pislikle suyu zehirlemeye devam ediyoruz. Sizin yasalarınız buna tamam diyebilir ama hayır, tamam değil! Doğa, insan yasalarını dikkate almaz. Onun yasalarıyla oynayamazsınız. Suyu öldürürseniz, yaşamı öldürürsünüz; kendinizinkini de. İşte doğa yasası budur.»
Yüzyıllardan günümüze taşınmış geleneksel inanışlar…
Dinsel inanç açısından kabileler arasında bazı ufak farklar olmasına karşın, genel olarak benzer tapınma biçimleri vardı. En önemlisi, dinsel inanç sistemlerinin semavi dinlerdekinden çok farklı oluşuydu. Eskimo dışındaki Kuzey Amerika kabilelerinin ortak inancına göre; bir yaratıcı dünyayı yaratmış, efsanevi bir lider ise kabileye kültürünü öğretmiştir. Doğal olayları kontrol eden ruhlar vardır. Bu ruhlarla yaratıcının ortak varlığı tek bir ruhsal güç olan Büyük Ruh (Wakan Tanka) Manitu’yu oluşturur.
Birçok kabilede ölümden sonraki yaşama yani reenkarnasyona inanılır.
Kızılderililere göre evren, merkezinde dünya olan çok katmanlı bir yapıdadır.
Kızılderili inancının temelinde yatan “tüm yaratıkların kardeş olduğu” düşünüsü, doğa ile kurdukları olağanüstü ilişkiyi açıklar. Kızılderili yolunun bir çemberle belirtildiğine ve her şeyin başı ve sonu olmayan bir döngüde varlık bulduğuna inanır ve her şeyi bir çembere göre yapar çünkü dünyanın gücü çemberdedir. Ona göre her şey bir çember olmaya çalışır… Gökyüzü yuvarlaktır; yıldızlar yuvarlaktır… İnsan yaşamı da çocukluktan çocukluğa giden bir çemberdir; gücün olduğu her yerde bu böyledir.
Peki, Kızılderiliye göre Beyaz Adam’ın dünyası nasıldır?
Yakın ilişkiye girmeden önce bu onu elbette hiç ilgilendirmiyordu ama sonradan şöyle betimledi Beyaz Adam’ın dünyasını: O dörtgendir. Evi dörtgendir; çalıştığı yer de, kapıları da, paraları da, öteki malları da. Kullandığı şeyleri dörtgen kutulara koyar. Aletleri, makineleri, her ne kullanıyorsa hepsi köşeli ve keskin kenarlıdır. Hapishaneleri de dörtgendir. Bütün bu eşyası da Beyaz Adam’ın kendi hapishanesidir.
Kızılderililerin çembere verdikleri önem danslarına da yansımıştır. Yanan ateşin çevresinde belli bir ritim ile dönerek dans edilir. (Hollywood yapımı filmlerde ateşe atılmak üzere elleri kolları bağlı beyaz adamlar bu törene eklenerek, değişik bir hava verilmesine çalışılmıştır.)
Kızılderili dinlerinin hemen hepsinde tüm var olanlar dünyasını kapsayan ve yaratan Büyük Ruh inancının yanı sıra, “kutsal ruhlar” inancı da vardır. Bu ikincil ruhlar, ataların, bitkilerin hayvanların, dağların, ırmakların, bulutların, güneşin, rüzgârın, kayaların ruhlarıdır. Bu arada evrende koruyucu iyi ruhların yanı sıra sakınılması gereken kötü ruhlar da vardır elbette. Birçok Kızılderili kabilesi, inançları uyarınca koruyucu ruhlardan yardım ve destek alırdı. Kimilerinde aileden aileye geçen bu ruhlar, ailelere sağlık, uzun ömür, savaşta başarı, sürekli yiyecek sağlar; karşılığında da onlara tütün ve küçük nesneler sunulurdu. Daha uzak bir yerde sayılabilecek Büyük Ruh ile karşılaştırıldığında, bu ruhlar daha yardımseverdi ve doğrudan yaşamın içindeydiler.
Güneybatıda yaşayanlar, özellikle Apaçi ve Navajolar, ölülerin ruhlarından korkardı. Ölü ile temastan kaçınır, onu bir an önce defneder, sonra da adını ağızlarına almaz ve yapabilirlerse onun yaşadığı yöreyi bile terk ederlerdi. (Bu ilginç inançsal geleneğin tam tersini Doğu kültürlerinde görürüz. Ancak onlar göçebe değil yerleşik toplum oldukları için, ölünün gömüldüğü yerden ayrılmak bir yana dursun, her an onun mezarının başında olup onu anmayı yeğlerdi. Böylece onun yaşamının sürdüğüne inanırlardı.)
Su kaynakları, yıldırım, yıkılan ağaçlar, maden yatakları, şelâleler ve girdaplı nehirler, Kızılderililerin ruhsal güç topladıkları yerler olarak kullanılırdı. Topladıkları çiçek ve ağaç tozları, yaprak, kök, kabuk, tüy, diş, boynuz, taş ve benzeri şeyleri şifa çantalarında taşır, hem yaraların ve hastalıkların tedavisi hem kötü ruhları kovmak amacıyla kullanırlardı.
Her kabilenin kendine özgü, yeri, zamanı ve anlamı değişen törenleri vardı. Ancak bu törenlerin tüm Kızılderili toplulukları için geçerli, ortak ve değişmeyen bir öğesi vardı: Dans…
Bu törenler, şifa vermek, ruhsal varlıklarla temasa geçmek, topluma yeni üye almak, av ve ürünün bereketli olması, yağmur yağdırmak gibi amaçlarla düzenlenirdi. Kutsal sayılar yerlerde dua edilir, oruç tutulur, ruhsal rehberlik istenir ve gençler topluma kazandırılırdı. Kızılderililer, buralarda atalarının, insanların, bitkilerin ve hayvanların ruhlarıyla iletişim kurardı. Gizemcilik (Mistisizm) anlayışı da vardı. Bu amaçla “ter hücresi” denilebilecek, ısıtılmış taşlarla bir tür âdeta bir sauna havası verilmiş küçük bir çadır kullanılırdı. Ruhlarla konuşmak için bir kaç gün boyunca bu çadırda kalınırdı. Bu uygulama sırasında bazı kabileler tam bir sessizliğe bürünür, bazıları ise dışarıda yüksek sesle şarkı ve dualar söylerdi.
Bu bağlamda “gecenin korkusu” denilen bir uygulama da vardı. Bu uygulamada, ruhlarla ilişkiye geçmek isteyen kişi uzak bir yerde kendi mezarını kazarak bütün gece orada yatardı. Gecenin sesleri ve karanlık, kişinin tüm korkularını temsil ederdi. Orada ölüm ile yüzleşip, onun üstesinden gelmeliydi. Böylece kişinin ruhunun, ölümsüz ruhun sezgisel bilgisiyle yeniden doğabileceğine inanılırdı. (Bu da bildiğimiz birçok gizemci ekol ile birtakım benzerlikler gösteriyor,.değil mi?)
Çağımıza kadar kalabilmiş Kızılderili önderlerinden Black Elk şöyle diyor: «İnsanlar, evren ve onun gücüyle olan ilişkilerin bütünlüklerini fark eder ve evrenin merkezinde Wakan Tanka’nın bulunduğunu, bu merkezin her yerde olduğunu anlarlarsa, ruhları barışla dolar.»
Kızılderililerde erkek ya da kız çocukların erginlenme töreni uygulaması da vardı. Kız çocukların ilk âdet görme olayını yaşayarak kadınlığa geçmeleri son derece önemli bir ritüel ile taçlandırılırdı. Bunu yaşayan kız, kendi başına birkaç gün geçireceği bir çadıra alınırdı. Dışarıda tamtamlar çalınır, kutlamalar yapılırdı. Sonrasında kız kadınlar tarafından yıkanır; üzerine annesinin en güzel giysisi giydirilirdi. Ardından büyükanne (yaşamaktaysa, ölmüşse onun yerine bir başka yaşlı kadın) ona bir kadın olmanın sorumluluk ve yükümlülüklerini öğretirdi. Bu törenin bir benzeri de erkekliğe adım atan gençler için yapılırdı ama onun öyle belirgin bir zamanı olmadığından her biri için ayrı ayrı değil de yılda bir kez topluca.
Tütün, Amerika yerlilerinin ruhsal törenlerinde kullandıkları bir ottu. Pipo, kutsal bir sanat eseriydi ve tütün içme süreci tümüyle gizemsel ve simgesel bir önem taşırdı. Tütün içmek, yaşamın kaynağı sayılan soluğu görünür hale getirirdi. Aynı çubuğu tüttürenler, aynı havayı soluduklarını, aynı yaşamı paylaştıklarını anlardı. Dumanı içine çekip bırakmak, var oluşun ortaya çıkıp geri çekilişi olarak görülürdü. Duman bedene alınır ve sonra bırakılır; havaya doğru yükselirken duaları Büyük Ruh’a taşırdı.
Bir Kızılderili için pipo taşımak, bir sorumluluk, bir onurdu. Bu hak, inisiyasyon ve ruhsal bilgilenmeyle kazanılırdı. Pipo, kabilenin “gizem zekâsı”nın şifresi olarak benimsenirdi. Tütünün içine konulduğu pipo haznesi Büyük Ruh’un dişi yanını, çubuk kısmı ise erkek yanını simgelerdi. Kül haline gelen tütün, doğadaki tüm değişimleri temsil ederdi. Kızılderili, piposunu tüttürdüğünde, bu simgeleri ve anlamlarını bilirdi. Nitekim Beyaz Adam ile karşılıklı pipo tüttürmenin onunla ruh kardeşi olmayı simgelediğini, bu nedenle düşmanlığın ortadan kalktığını kabul eden Kızılderili, bilmeden ve istemeden ona tütün içme alışkanlığını, sigarayı bulaştırdı ama artık Kızılderilinin tütünün dumanına verdiği simgesel anlam, bu ardındaki gizemci nitelikli düşünce kalmamıştı ki..
Beyazlar, Amerika kıtasına ilk geldiklerinde, her ne kadar yadsısalar da aslında Kızılderililerin gözlem yeteneği ve doğa bilgisinden çok yararlanmışlardı. Kızılderililer ormanda iz sürme, avlanma, bitki ve hayvanlardan yararlanma, doğanın dilinden anlama konusunda beyazlara pek çok şey öğretti. Çevredeki bitkileri çok iyi tanıyan Kızılderili, hemen her hastalığa iyi gelecek bir bitki ya da karışım bulmuştu. Ancak su çiçeği, grip, kızamık gibi Beyaz Adam’a özgü hastalıklar kapısını çalınca, geleneksel ilaçlarının hiçbiri işe yaramadı. Beyaz adamı tedavi eden Kızılderili, bu hastalıklara bağışıklığı olmadığı için yenik düştü. (Bunun Kızılderililerin başına nasıl dert olduğunu hatta dert edildiğini “Kızılderililerin Dramı” genel başlığı altındaki yazı dizisinin ilerleyen bölümlerinde göreceğiz.)
Günümüzde geleneksel inançlarını olabildiğince yaşayanların yanı sıra, tümü Hıristiyanlaşmış Kızılderililer de var. Bu arada hem düzenli olarak kiliseye giden hem geleneği sürdürüp danslara katılanların sayısı hayli fazla. Kimi Kızılderili kökenliler, Özellikle Katolik inancıyla kendi törenlerini harmanlarken, kimisi de kendi kurdukları Yerli Amerikalı Kilisesi’ne devam ediyor. On beş yaşındayken Hıristiyan olan Pequot asıllı William Apes, 1830’lu yıllarda yazdığı “An Indians's Looking-Glass for the White Man” (Beyaz Adam İçin Kızılderilinin Gözlüğü) adlı yapıtında İncil’den alıntılar yaparak, Beyaz Adam’ı Kutsal Kitaba uymaya çağırmış, şöyle demişti: “Tanrı insanları ayırmaz. Eğer gerçekten öyleyse Beyaz Kardeşim, sen Tanrı’dan hangi yönünle daha iyisin? Yok değilsen eğer, neden Kitabına ve ruhuna sahip çıkıyor sonra da tersini yapıyorsun? Şimdi soruyorum sana, neden farklı renkten olanlar böyle aşağılanıyor; neden eğitilmiyor ve vaaz veremiyorlar? Özgür insanları köleleştirmek için ölesiye çalışmaları ve buna da din demeleri aklımın almayacağı bir şey.”
Kızılderili Reisi Kızıl Ceket, 1828 yılında kendisini Hıristiyan olmaya çağıran Misyoner Cram’a şöyle demişti: «Eğer sadece bir din varsa, beyazlar neden bu din yüzünden bu kadar acı çekiyor?»
Burada yazdıklarımı genellikle yaptığımın aksine bölümlere ayırmadım çünkü biraz damdan çardaktan seçmeler gibi oldu. Başta belirtmiş olduğum üzere, “Kızılderililerin Dramı” başlığı altındaki yazı dizimi 4. bölümde bırakmıştım. Şimdi onun 5. bölümüne geçerek anlatacaklarıma devam edeceğim.
Bu arada elbette Kızılderililerin inanç ve geleneklerine ilişkin olmak üzere benim değinmemiş olduğum ilginç noktalar da vardır. Bilenleri katkısı, bu konu ile ilgilenen herkesi mutlu eder.