Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: İslâm’ın Doğuşu - 2  (Okunma sayısı 3412 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 16, 2010, 10:28:35 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Bir sözcük olarak “islâm”, S-L-M kökünden türemiştir. Selim sözcüğü de bu kökten türemiş olduğu için İslâm’ın “barış” anlamına geldiği belirtilir.

Öte yandan bu kökün ortak formu “esleme” sözcüğü olduğundan, “islâm” sözcüğünün bir başka anlamı da “teslimiyet” olarak verilir. Dolayısıyla “müslüman” da teslim olmuş anlamına gelir. Burada teslim olunan Allah’tır. Bu sözcük “bağlanan” anlamında da değerlendirilmektedir.

Müslümanlık, Yahudiliğin Elohim ve Yehova ikiliğiyle Hıristiyanlığın üçlüğü (Tanrı-İsa-Kutsal Ruh) karşısında, katıksız olarak tektanrıcıdır.

Müslümanlığın Musevîlik ile Hıristiyanlıktan bir diğer önemli farkı, siyasal bir karakter taşımasıdır. İman ile ameli yani inanç ile uygulamayı birleştiren pratik bir dindir. Yahudilikte bunu Talmutçular yapmaya çalışmış, Hıristiyanlıkta Kilise kendi kurumsal dogmalarını oluşturmaya girişmiştir. Müslümanlığın üstün gelen farkı, bu birleştirmenin özgün oluşudur. (Gerçi sonradan hadislere ve tefsire gereksinme duyulmuştur ama bunları sözünü ettiğim bireşim amaçlı Talmut yargıları ve Kilise dogmalarıyla benzeştirmek doğru olmaz. Aslında İslâm’ı Musevîlik ya da Hıristiyanlık ile karşılaştırmaya girişmek de büyük bir yanılgı olur.)

İslâm düşünürlerinin büyük çoğunluğu “Allah” sözcüğünü kullanmayı yeğler. Ancak İslâmî dil ve yazında bunun yerine Allah sözcüğü yerine kullanılan sözcükler de vardır; “Rabb-ül Âlemin” (âlemlerin efendisi), “Rahman ür Rahim” (esirgeyen ve bağışlayan), Cenab-ı Hak gibi… Farsçada aynı anlama gelen “Hüda” sözcüğü yanında Orta Asya Türkçesindeki “tengri” sözcüğünden türemiş olan “Tanrı” aynı anlamdadır.

Kimi Müslüman çevreler “Allah” sözcüğünün bir başka dinden olanlarca kullanılmasına karşı çıkar. Ancak bu sözcüğün tüm dinler için tek sözcük olarak kullanılmasını önerenler de yok değildir.

Bu bağlamda son yıllarda dünyanın çeşitli yerlerinde ilginç olaylarla karşılaşıldı. Konu “Allah” sözcüğünün o bölge ya da ülkelerin kendi dilinde “Tanrı” anlamına gelen sözcük ile bire bir eş anlamlı olup olamayacağı idi. Bu olaylar sona ermiş değil. Kimisinin bu bağlamda toleranslı bir tutum takındığı görülüyor; kimisi bağnazca kökünden karşı; tıpkı Müslümanların tutumu gibi.

Müslümanlığın kutsal kitabı Kuran, Arapçanın “mudhar” adı verilen Hicaz lehçesiyle yazılmış. Toplam 114 sureden oluşur. Bunların 86’sı Mekke’de, 28’i Medine’de inmiş. Çeşitli zamanlarda, değişen gerekler uyarınca Allah’ın buyruğuyla Hz. Muhammed’e, Cebrail aracılığıyla tebliğ edilmiş. Halife Osman zamanında ayıklanıp son biçimi verilmiş.

Böylece İslâm’ın gerek Yahudilik gerekse Hıristiyanlıktan önemli bir farkı daha belirmiş oluyor. Çünkü Yahudilerin kutsal kitabı olan Tevrat (Hıristiyanlara göre Eski Ahit), kimileri peygamber olarak da nitelenen çeşitli kişilerce yazılmış; Hıristiyanlığın kutsal kitabı İncil (Yeni Ahit) ise öncelikle İsa’nın havarîleri, sonra da bu dinin yayıcıları olan ilk Hıristiyan babalar tarafından kaleme alınmış. Kuran ise doğrudan “Allah kelâmı”.

Diğer tek tanrılı semavî dinler ile karşılaştırıldığında, İslâm’ın çok daha dünyevi nitelikli bir din olduğu da görülür. Yahudilik ve Hıristiyanlıktan alınma birçok öykü ve öğüt içerir ama toplumun günlük yaşamına ilişkin çok ayrıntılı açıklamalarla donanmıştır.

Gerek Tevrat gerek İncil sayısız mucize ile doludur. Kuranda ise bunları tek tük görürüz. Çünkü Kuran’da böyle anlatılardan çok güncel yaşam ve onun kuralları ön plandadır.

Kuran’ın hiçbir âyeti, suresi, noktası, virgülü değiştirilemez. (Sayın Mozart’ın bu aradaki bir aktarımında da değiştirilmemiş olduğu ileri sürülüyor.) Allah’ın kelâmı üzerine akıl yürütme ve mantık yoluyla birtakım sonuçlara varılamaz. Kuran öğrenilir, Allah’ın buyrukları dikkatle kavranır ve uygulanır. Bunların üzerinde tartışma yapılamaz. İşte bu İslâm’ın dogmasıdır. Daha sonra düşünülen, yazılan ve söylenenler ancak Kuran’a paralel oluşları ölçüsünde geçerli sayılır.

Güncel yaşamda karşılaşılan bazı soruların yanıtı Kuran’da bulunamıyorsa, Hz. Muhammed’in yaşantısında ne yapmış olduğuna ve “hadis” olarak anılan sözlerine bakılır. Hadisler, Hz. Muhammed’in ölümünden yüz yıl kadar sonra derlenip, yazılı hale getirilmiştir.

Kimi İslâm din bilginleri, Kuran’ın Türkçeye yapılmış ve “meal” olarak anılan çevirilerine dayanarak İslâm hakkında belli kararlara varmanın sakıncalı olduğunu belirtir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda yayınladığı bir yazıda şöyle demektedir: “Diğer ilim dallarında olduğu gibi, İslâmî konularda da herhangi bir yargıya varabilmek için dinî ilimlerde belli bir seviyeye ulaşmak gerekir. Bu seviyeyi elde etmeden, ayet ve hadislerden hüküm çıkarmaya kalkışmak ilmi bir davranış olmaz. İslâmî hükümlerin ve Müslümanların hareket tarzını belirleyen kuralların iki temel kaynağı Kuran-ı Kerim ve sünnettir. Kuran-ı Kerim’in doğru olarak anlaşılabilmesi için «Tefsir Usulü» ilmine; sünnetin doğru olarak bilinmesi ve anlaşılabilmesi için «Hadis Usulü» ilmine ihtiyaç vardır. Bu iki kaynaktan «hüküm» çıkarabilmek için ise «Fıkıh Usulü» ilmine (İslâm Hukuku Metodolojisi) vakıf olmak gerekir. Bu ilimlere vakıf olmadan, Kuran ve sünnetten hüküm çıkarmak mümkün değildir.”

Doğru… Hz. Muhammed, sağlığında ortaya çıkan sorunların çözümü bakımından tek ve tam yetkiliydi. Bunlarla ilgili bir vahiy indirilmesini beklemekle kalmadığı, kendi inisiyatifiyle çözüm ürettiği de olurdu. Peygamberin ölümünden sonra ortaya çıkan yeni gerekler ve sorunların çözümü için ise, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yazısından belirtilen İslâmî bilimlerin oluşturulması zorunda kalındı. Orada belirtilmeyen bir diğeri daha var ki, o da her ne yapılırsa yapılsın bir türlü giderilemeyen aykırı anlayışlar arasındaki tartışma sonucunda ortaya çıkmış olan “Kelâm Usulü”.

İslâm’da bunların her biri “ilim” olarak niteleniyor. Günümüz Türkçesinde “bilim” sözcüğünü kullanırız. Bilimin de bir genel geçerli tanımı var; herhangi bir ilgi, araştırma ya da uğraşı alanının bilim olarak nitelenebilmesi için birtakım özelliklerinin bulunması gerekir. Bu nedenle tarih, coğrafya hatta jeoloji gibi birçok salt gözlem, araştırma ve incelemeye dayanan, deneme ve sınama, ardından kanıtlama ve kuram uygulaması olmadığı için bilimsel yönteme tam olarak gelmeyen birikimlerin bile “bilim” sayılıp sayılamayacağı tartışmalı. Sayın Abdülhak Adnan Adıvar “Tarih Boyunca İlim ve Din” adlı ünlü ve değerli kitabını boşuna yazmamış. Buna karşın, sözcük üzerinde durmanın pek bir anlamı da yok. Çünkü şurası da bir gerçek ki, İslâm’da “bilim” sayılan bu yöntemlerle bağlantılı olarak çok geniş çaplı çalışmalar yapılmış ve çok yapıt üretilmiştir. Burada bilim ya da ilim sözcüğü, araştırma, inceleme, irdeleme ve anlayıp kavrama ölçüsünde kullanılmaktadır.

Ancak bunların yetmediği, yetmemiş olduğu da ortadadır. Nitekim gerek Kuran’da yazılı olanlar gerekse Hz. Muhammed’in sözlerinin ardındaki gizli anlamları ezoterik bir yöntem çerçevesinde araştırma gereği duyulmuş, bundan ötürü bir de o bilimlerin ötesinde “tasavvuf” gelişmiştir. O ise başka bir âlemdir; bambaşka bir âlem…

Aklıma şöyle bir soru takılıyor: «Nasıl Müslüman olunur.»

Bunun için beş farzı (yükümlülüğü) yerine getirmek ve altı dogmaya inanmak gerekir.

Birinci farz: Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu dille, sesli olarak söylemek… Buna “kelimei şahadet getirmek” denir. Şahadet imanın gereği ve ibadetin kaynağıdır. İslâm dini gereğince “şahadet olmadan iman, ibadet ve muamelat olmaz.” Kelimei şahadet getiren kimse, onu yürekten de onaylamışsa “mümin” olur. Zaten yürekten onaylamamışsa yani öylesine söylemişse bunu dile getirmek de sadece bir okuyuş ya da gösteriştir. Okuyuşa bir diyeceğim olamaz; gösteriş ise hem kendini hem başkalarını kandırmaktır. Müslüman gibi görünmek ile Müslüman olmak arasındaki fark buradadır. (Ne yazık ki İslâm dünyasındaki büyük çoğunluk sadece Müslüman gibi görünenlerden oluşuyor.)

İslâm’ın bu birinci farzını yerine getirmeyenlerin budan sonraki farzlara uymalarının hiçbir anlamı yoktur. Kimileri İslâm dini için “akıl dini” terimini kullanırsa da, bana göre dinin bu ilk farzı uyarınca İslâm öncelikle bir “gönül dini”dir.

İkinci farz: Günde beş vakit namaz kılmak. Ancak bunlara cuma namazı, cenaze namazı gibi “farz-ı kifâye” denilen müminlerin bir bölümü için zorunlu olan namazlar ile bayram namazı ve teravih namazı gibi “sünnet” denilen yani peygamber tarafından kılındığı için uyulması zorunlu olmasa da uyulursa iyi olan namazlar eklenir.

Üçüncü farz: Ramazan ayı süresince oruç tutmak. Ayrıca adak oruçları gibi “vacip” (zorunlu), Muharrem ayının 9, 10 ve 11. günlerinde tutulan oruçlar gibi “sünnet”, her kamerî ayın 1, 15. ve 16. günlerinde tutulan oruçlar gibi “müstehab” olan yani Hz. Muhammed’in ara sıra tuttuğu oruçlar da vardır.

İslam’ın bu üç farzı tüm Müslümanlar için geçerlidir. Bundan sonraki iki farz ise sadece varlıklı olanlar içindir. (Ancak bu ayrıntıyı bilmeyen ya da başkalarının sözüne kanan kimi Müslümanlar, güçleri yetmese de sonraki iki farzı yerine getirmeye girişir.)

Dördüncü farz: Sahip olunan mal ve paranın temizliğini sağlamak için her kırkta birini sadaka olarak dağıtmak… İşte bu, sadece varlıklı kişiler için zorunlu kılınmış, “zekât” olarak anılan bir tür varlık vergisidir. (Ne yazık ki bu da müminlere yanlış anlatılmış, yanlış bilinmiş, sonunda yer yer değişik biçimlere sokulmuş hatta yozlaştırılmıştır.) Bundan başka, varlıklı kişiler, zorunlu olmamakla birlikte Ramazan bayramlarında fitre (sadaka-i fıtır) vermeli ve Kurban Bayramı’nda da kurban kesmelidir. (Evinin geçimini bile sağlayamayan kimi yoksulların her Kurban Bayramı’nda tüm parasal varlıklarını kurban kesmek için harcamaya kalkışmalarına ne demeli?)

Beşinci farz: Yaşam süresince en az bir kez hacca gitmek… İşte bu da sadece varlıklılar için söz konusu olan bir farz ama sırf bu farzı yerine getirmek için çiftini çubuğunu satanları, ailesinin geçimini kısarak bundan hac parası çıkaranları, sırf Bu amaçla kendilerini de ailelerini de perişan edenleri görmüyor muyuz? (İslâm “akıl dini” ise, bu ne biçim akıl yürütmek?)

Bunların ötesinde, daha önce değinmiş olduğum gibi bir Müslüman için altı iman koşulu vardır. Bunları da öyle bir sıralayıvereyim:

1-  Allah’ın varlığı ve birliğine iman etmek.

2-  Allah’ın meleklerine inanmak.

3-  Allah’ın peygamberlerine inanmak.

4- Allah’ın peygamberlerine içinde doğru yolu, iyiliği ve kurtuluşu gösteren kitaplar indirdiğine, hepsinin Allah kelâmı olduğuna ve zatına ait olan kitapların aslını, yine kendisinin muhafaza edeceğine inanmak.

5- Ahiretin yani ölümden sonraki dünyanın varlığına inanmak.

6- Kaza ve kadere iman etmek.

İslâm dini, Müslüman olabilmek için işte bu koşulları koymuştu ve hepsi de bu kadardı. Ancak ondan sonra bunlara öyleleri de eklendi ki, özgün İslâm dini bambaşka bir biçim hatta biçimler aldı. Tıpkı gerek Musevîliğin gerekse Hıristiyanlığın başına gelenler geldi İslâm’ın başına da… Bu başkalaşım doğuşundan bu yana geçen yaklaşık 1400 yıl boyunca sürdü ve günümüzde de sürüyor. Buna karşın İslâm’ın diğer tek tanrılı dinlere oranla özelliği ve üstünlüğü de sürüyor. 

Nitekim İslâm dininin doğduğu tarihlerde hızla yandaş kazanıp, kısa sürede büyük bir “devlet dini” biçimini alışında da bu özelliklerinin etkisi oldu. Doğuş yıllarındaki Arap ekonomik geleneklerini sürdüren İslâmî yönetimler, giderek büyüyen devlet yapılanmasının ve günün koşullarının bir gereği olarak yeni bazı ekonomik yaptırımlara da gitmek zorunda kaldı.




Bu başlık altındaki yazılarımın ilk bölümünde İslâm’ın dünyevîliğinin semavîliğine oranla daha ağır bastığına değinmiştim. Güncel ve pratik sorunlardaki görüş ayrılıklarından ötürü bu dinin kapsamında çeşitli mezhepler oluştu. Bunların sayısı giderek öyle arttı ki, Hıristiyan dinindeki mezheplerin toplam sayısını birkaç kez katladı. Bunlara değinmeyi izleyecek bölüme bırakıyorum.


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ağustos 17, 2010, 05:08:10 ös
Yanıtla #1
  • Ziyaretçi

Aslında 6 iman koşulu olmadığını 5 olduğunu,kaza ve kadere iman şartının sonradan Kur'an'ı kendilerince yorumlayan fıkıhçılar tarafından konduğunu söylemekte de fayda var.

Saygılar


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
4 Yanıt
4486 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 17, 2010, 04:53:27 ös
Gönderen: martı
0 Yanıt
2710 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 17, 2010, 10:02:54 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
6376 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 23, 2010, 08:54:46 ös
Gönderen: sun
0 Yanıt
3009 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 24, 2010, 09:54:20 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3134 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 26, 2010, 11:04:58 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
3726 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 27, 2010, 11:31:49 öö
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
2936 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 31, 2010, 12:05:46 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3141 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 02, 2010, 11:41:14 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
8192 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 20, 2010, 02:44:50 ös
Gönderen: Mozart
0 Yanıt
4607 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 28, 2010, 12:50:37 ös
Gönderen: Mozart