Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: İşitilmeyen Dil III ve Gerisi  (Okunma sayısı 2276 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ekim 27, 2010, 01:55:20 ös
  • Ziyaretçi


Yanıtlara cevap vermeden tüm geri kalan bölümleri eklemeyi uygun gördüm.Biraz uzun oldu, oldu da...

İşitilmeyen dil deyince...

Artık “İşitilmeyen Dil”  başlığına dönebiliriz diye düşünüyorum.

Soru şudur: Dili dillendiren insanın dili işitmemesi ne demektir?

Dilin işitilmemesi demek kısaca okumaz-yazmazlık demektir. Okumaz-yazmazlığı mekanik olarak okuma-yazma bilmeme halini değil, okuma-yazmayı eleştirel bilinçle ve dünyayı tanımlamak, açıklamak ve geliştirerek değiştirmek üzere yapmama halini belirtmek için kullanıyorum.
Okuma-yazma insanların kendi yaşamlarıyla doğrudan ilişki kuramıyorsa ve bu ilişki bireyin en erken döneminden itibaren başlamıyorsa, sonuç bireyin okumaz-yazmaz olacağıdır. Okuma-yazmanın içeriğinde bireyin yeniden keşfetmesi, yeniden gözden geçirmesi, yeniden değerlendirmesi ve yeniden yaratması vardır.

Kısaca okuma-yazma, bir tanıma ve yeniden yaratma olayıdır. Okuma-yazma karşılaştırma yoluyla benzerlik ve ayrılıkların kavranmasını sağlıyorsa, anlam verme yollarımız olan tanımlama ve adlandırma eylemlerinin yürütüldüğü etkin bir eleştirel bilinci ifade ediyor demektir. Tanıma koşulu, kavrayışın temel belirleyicisidir. Söylemin açıklığı ise tanımayı kolaylaştıran veya zorlaştıran bir niteliktir. Söylemin sınırları niyetlere ve engellere işaret eden, “çünkü… ,  …gibi, …bakımından, …açısından, …na göre, …çerçevesinde” gibi deyimler ile belirlendiğinde, tanıma karmaşıklaşır.
Gördük ki  “okuma-yazma” bir bilme eylemidir. Bu eylem “Ali topu at.” çerçevesinde geliştirildiğinde tanıyamama, kavrayamama ve dolayısıyla da yaratamama hali oluşur. Sonuç tarihsel meydan okumalara cevap verememek, tarihte var olmamak ve sadece temsil edilen olarak nitelendirilmektir.
İnsan için tanıma, yeniden yaratma, kavrama eylemleri önemli midir de bu kadar üstünde durulur?
Önemlidir. Çünkü tarihi biçimlendirmek ancak onun içinde var olarak olur, tarihin içinde temsil edilmek ile değil. Aşağıdaki örneğin bu konuya açıklama getireceğini düşünüyorum.

Diyelim ki egemen her Salı günü, saat 16 da insanların birbirlerine “seni seviyorum” demesine karar verdi ve bunu duyurdu. Bu duyuruyu en ufak bir kaygı duymadan, edilgen olarak kabul eden insanlar tarih içinde temsil edilen ama var olmayan grubundadır.
-Birey kaygı duyma haline nasıl gelir?
-Bilinçlenerek.
-Bilinç bunu nasıl yapar?
-Cevap bilgilenme sürecimizin incelenmesiyle bulunur.

Bilgilenme sürecimiz kısaca şöyledir: Bilinçten bağımsız olarak var olan nesnel gerçekliği duyularımızla algılarız. Algıladığımız nesnel gerçekliği usumuz; soyutlar, analiz eder ve sentezleyerek kavramlar oluşturur. Bu kavramlar yargıları, yargılar da uslamlamaları oluşturur. Kavramlar, yargılar ve uslamlamalar ise bilginin vardığı en üst biçim olan kuram ve varsayımları oluşturur. Başka bir deyişle kuram ve varsayımlar bilginin düşüncemizde üretilmesiyle oluşur. Doğru olup olmadıkları ise pratik yaşamın içinde denetlenir ve gerçekle bağlantılarının kopmamış olduğundan emin olunur. Doğrulanma halinde ulaşılan bilgidir. Düşüncenin gördüğü düş değil, gerçeği ifade eden bilgi. Görmekteyiz ki; bilimsel yöntemle soyutlama, analiz ve sentez yapan aklımızın gücünü kullanarak; kavramlar, yargılar, uslamlamalar ve sonucunda varsayım ve kuramlar oluşturan güç düşüncedir. Düşünce nedir? En temel tanımıyla, düşünce bilincin ürünüdür. Bilinç bu nedenle en kapsamlı tanımını “Bilinç; insanın düşüncesi, duygusu, iradesi, karakteri, heyecanı, anlağı, kanısı, sezisi vb. gibi tüm anlıksal süreçlerinin toplamıdır.” ifadesinde bulmuştur. Sürecin bu şekilde işlediğini bilen birey düşüncenin düşünü değil, doğrulanmış bilgiyi, gerçeği arar. Birey bir kere gerçeğin ve bilimsel bilginin peşine düştüğünde ise ilk kavrayışı ve özlemi özgürlük olacaktır. Bütün bunları bireye veren bilinçtir.  Başka deyişle bilinç; bireye tanıma, kavrama ve yeniden yaratma olanağını sunar. Böylece birey tarihi, tarihin içinde olarak biçimlendirme olanağına kavuşur. Kaygı duymak, duyabilmek bu olanağın kullanılmaya başlanması halidir.

Bu örnek, örnekle oluşan sorular ve cevaplar bizi “okuma-yazma” nın yöneldiği temel öğeleri hatırlamaya yöneltir. Bu öğeler kısaca şöyle özetlenebilir:
1.Üretici eylemin kendi içinde kavranması,
2.Dar alanda kalmadan veya yabancılaşmaya gitmeden örgütlenme ve toplumu geliştirme yollarının oluşturulması,
3.Kültürün rolünün sadece özgürleşme sürecinde değil, ulusal yapılanma ve bu yapılanmanın geliştirilerek değiştirilmesi sürecinde de var edilmesi,
4.Başka kültür katkılarını şiddetle yatsıma anlamında olmayan kültürel kimlik sorunlarının ele alınması,
Bu temel öğelerin mekanik okuma-yazma ile bireye taşınamayacağı ise açıktır.

Ne tür bir okuma-yazma ?

Yeniden yaratma, yeniden yaratılacak uygulama ve yaşantıya eleştirel bir yaklaşım içinde olabilmek için, bilinci edinebilen öznenin “Okuma-yazma” sının niteliği aşağıdaki gibi olmalıdır:
1.Algının kavram kurmaya model oluşturduğunu temel alan,
2.Bakmanın, tümüyle yaratıcı keşif ve eleştirel düşünme biçimi olduğunu belirginleştiren,
3.Gözlemin kaçınılmaz bir başlangıç ve doğrulama noktası olduğunu açıklayan.

Eleştirme ise açıklamaları yorumlama, bağlamları yeniden düşünme, birden çok tanım geliştirme, belisizliği hoş görebilme anlamındadır. Eleştiri bu nedenle dünyayı adlandırmaya özenli bir yaklaşımdır. Söylemler meramlarını eleştirilerin içine yerleştirdiğinde de, dil göz önüne getirmenin gücü olur, toplumsal dönüşüm modelini anlatır ve aktarır.

Okumaz-yazmaz olmanın kültürel bir yoksunluk damgası olması bu nedenledir. Okumaz-yazmaz ile eş anlamlı kullandığım dili işitmeme hali de bunu belirtir. Başka bir deyişle dili işitmeyenler tarih, dil, bilimsel yetkinlik, deneyim, toplumun yaşam düzeyi gibi yüceltilmesi gereken konularla ilgili olarak yetersizlik içindedirler. Bu yetersizlik çok derin bir adaletsizlik oluşturur ve günlük yaşamlarımızı, gelecek kuşakların yaşamını çok derinden etkiler. Yaşadığımız en basit adaletsizlik, okumaz-yazmazların kendileri için karar vermekte ve siyasal sürece katılmalarındaki yetersizlikleridir. Demokratik veya demokratik olduğu iddiasında olan toplumlarda, demokratik ilkelerin en büyük düşmanı da bu yetersizlik halidir. Bu yetersizliğin çağdaş demokrasilerin çatışmalı doğasındaki haksız ve asimetrik güç ilişkilerini daha da olumsuzlaştıracağı ise tartışılamaz bir gerçekliktir.
Çok açıktır ki dili işitenler, eş anlamlı olarak okuma-yazma bilenler, tarihlerini onun içinde yeterlilik ve yetkinlikle yer alarak biçimlendirirler. Dili işitenler bilinçli eylem gücüne sahip olurlar. Böylece hem özgürleşme sürecindeki güçlükleri, hem de ekonomik, toplumsal ve kültürel çevrede karşılaşacakları güçlükleri kavrar ve tanımlarlar. Böylece hem kendilerini hem de toplumlarını yeniden yapılandırma görevini üstlenebilirler, üstlenirler, üstlenmeleri gerekir.

Ayrılmaz ikili ve son söz.

Geldiğimiz noktada gördüğümüz şudur: Bilinç ve dil birbirini etkileyen, biçimlendiren ve geliştiren ve yalnızca insana özgü olan iki hazinedir. Bilinçli kavrayış ve yeniden yaratım kendini dil ile ifade eder. Eder ama, dil aynı zamanda kendi yasaları olduğundan göreli bir bağımsızlığa da sahiptir. Bu göreli bağımsızlık, egemenliklerini sürdürmek adına toplumda okumaz-yazmazlık halinin oluşmasını amaçlayanlar açısından büyük bir silahtır ve bu silah modern dünyada tüm uygarlık tarihi boyunca kullanıldığından daha fazla kullanılmaktadır. Neden? Çünkü günümüzde yönetim biçimlerine ilişkin öğeler sermayedarlar tarafından belirlenmekte, bu kesimler güçleriyle devleti denetleyebilmekte ve halkın sessizce seyrettiği bir yönetim dizgesinin devamını istemektedirler. Demokrasi gibi seçkinci karar ve kamusal onay sistemlerinde, kamu siyasasının oluşmasında halkın katılımı ciddi bir tehdit olarak düşünülür. Egemen katılımı demokrasi yönünde bir adım olmak yerine, üstesinden gelinmesi zorunlu olan bir bunalım olarak görür. Bunalımı aşmakta kullanılan en güvenilir silah halkın dili işitmez, başka bir deyişle okumaz-yazmaz hale getirilmesidir. Halk okumaz-yazmaz hale geldiğinde,  dilin insanlara verdiği hatırlatma gücü, dolayısıyla da yorumlama gücü yok olur. Bu gücün yok olması bilinçte eleştirel boyutun varlığını tehdit eder. Kuram her öğrenmenin zorunlu etkinliği olarak gerçekleştirilemez ve biçimlendirilemez olur. Kuram olmayınca toplumun nesnel yasalarında doğrulanacak bir şey de kalmaz. Böylece toplumun gelişerek değişmesinin önü tıkanır.

Varılan sonuç doğanın değil ama egemenin sınırlarını belirlediği çevrede yaşamını sürdürmek zorunluluğudur. Bu zorunlulukta da özgürlük, bağıntılı olarak gerçek, bilimsel bilgi, insanın onur ve saygınlığı artık sanal gerçeklik bile değildir. İnsan artık dili zaman ve mekâna yayan anlam bilgisiyle değil metaforlaştırılmış sözcüklerle konuşmaya başlar, dile egemenlik kavramsal olarak da yok olur. Hukuk, ahlak, siyasa, töre, bilim, sanat gibi tüm toplumsal bilinç biçimleri kendini metaforlarla ifade eden yaşamla biçimlenmeye başlar. Toplumsal yaşama bakarak edinilen bilinç de artık toplumsal gelişmenin değil, gelişmemenin ürünü haline gelir. Bu döngüyü kırmak ise içinde olduğumuz çağda tüm zamanlarda olduğundan daha zordur.
Bilinç toplumsal bir üründür, hayatımızda ahlak, hukuk, siyasa, din, töre, sanat ve benzerlerinin adı altında biçimlere bürünerek somutlaşır ve toplumumuzun karakterini yansıtır. Yansıttığı toplumsal gelişmenin neyse o olduğu noktadır. Dil ise yaşadığımız dünyayı adlandırır, böylece onu belleğimizde tutabilir, anlamı üzerinde düşünebilir, değişen ve değişmekte olan dünyayı imgeleyebiliriz. Dolayısıyla dil, değişimi tasarlamanın ve daha ileri dönüşümler getirecek seçimler yapmanın yolu olan bilincin aracıdır. Böylelikle dil şimdiki an içindeki şeylerden, gelecekte oluşacak durumlara, süreçlere yanıt olacak etkinliklere dönüşür.

Dil bir ilerleyiş aracıdır ama özgürleşmeyi getirmez. Özgürleşme insanların dillerini ve dilleriyle ifade ettikleri yaratılacak farklı dünyayı istediklerinde, bunun için emek sarf ettiklerinde gelir. Özgürleşme olay ve olgular karşısında kaygı duyabilme sorunudur. Kaygı duyabilme bilimsel bilgiye sahip olma sorunudur. Bilimsel bilgi nesnel gerçekliğin bilinçte yansımasıyla başlayıp insan düşüncesinde yeniden üretilmesi ve üretilen bu bilginin toplum ve doğanın yasalı ilişkilerinde denetlenmesi ve doğrulanması sorunudur. Denetleme ve doğrulama yeniden üretilen bilginin dil ile nesnel olarak ifade edilmesi ve yorumlanabilmesi sorunudur. Kısaca sorun dilin işitilmemesi, işitilmesinin engellenmesi veya işitmek istenmemesi sorunudur. Dil; bir ilerleyiş olarak toplumu ancak işitildiğinde dönüştürür, bilinç kendini işitilen bir dille ifade edemezse dönüşüm gelişmeye değil, gerilemeye yönelir. Peki, bireye sunulan hangi yetkinleşme ortamı; işitmek içindir, erdemle donatılmış bilinçli eylem içindir, toplumu geliştirilerek dönüştürmek içindir?




 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
İşitilmeyen Dil I

Başlatan ZAMAN « 1 2 » Kavramlar

12 Yanıt
6494 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 02, 2010, 04:34:42 öö
Gönderen: Prometheus
İşitilmeyen Dil II

Başlatan ZAMAN « 1 2 » Kavramlar

13 Yanıt
6888 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 27, 2010, 02:14:48 ös
Gönderen: ZAMAN