Hoşgörüye Dair Bir Mektup*
John Locke
Hoşgörüye dair aşağıdaki mektup, Locke’nin bu konuda yazdığı dört mektubun ilkidir. İngiliz Parlamentosu’ndan geçen ve Presbiteryenlere, Ayrılıkçılara4, Baptistlere ve Quaker’lara ibadet özgürlüğü sağlayan Hoşgörü Yasası’na felsefi bir temel hazırlamıştır.
Sivil hükümetin işlerini din işlerinden kesin biçimde ayırmak ve bunların arasındaki doğru bağları belirlemek için gerekli olan her şeye büyük önem veririm. Bu yapılmazsa din işleri ile hükümetin işleri arasında ortaya çıkan ya da ortaya çıkıyormuş gibi görünen çelişkileri sona erdirmek mümkün olmaz; bir yanda insanların ruhuna faydalı şeyler için kaygılanmak, diğer yanda devletle ilgilenmek vardır.
Devlet bence, sadece sivil faydaları elde etmek, korumak ve geliştirmek için bir araya gelmiş insanlardan oluşan bir topluluktur.
Yaşamayı, özgürlüğü, vücudun sağlığı ve dinlenmesini; para, toprak, ev, mobilya ve benzeri harici şeylere sahip olmayı sivil faydalar olarak adlandırabilirim.
Sivil yargıçların görevi yasaları eşit ve tarafsız biçimde uygulamak, genelde tüm insanlar, özelde de tüm tebaası için güvenlik sağlamak, bu hayata dair şeylere sahip olmada adalet sağlamaktır. (...)
Yargıçların tüm yargı hakkı sadece bu sivil kaygılara erişebilir; tüm sivil güçler, haklar ve egemenlik, bu şeylerin geliştirilmesiyle ilgilenmeye bağlı ve bununla sınırlıdır, ruhların kurtuluşuna uzanması ne mümkün ne de uygundur; aşağıdaki düşüncelerin bence mutlaka açıklanması gereklidir.
Birincisi, ruhlarla ilgilenmek görevi ne sivil yargıçlara ne de başka insanlara verilmemiştir. Bence Tanrı tarafından böyle bir görev verilmemiştir; çünkü görünen odur ki, Tanrı hiçbir insana diğerleri üzerinde, insanları kendi dinine zorlamak için bir otorite vermemiştir. İnsanların onayıyla da yargıçlara böylesi bir güç verilemez, çünkü hiç kimse kendi kurtuluşuyla ilgilenmeyi, ister hükümdar ister tebaa olsun, ona hangi inanç veya ibadet biçimini seçmesi gerektiği konusunda komut veren başka bir insanın tercihine gözü kapalı biçimde bırakamaz. Çünkü hiçbir insan, istese bile, kendi inancını başkalarının dikte ettiği biçimde değiştiremez. Gerçek dinin bütün hayatı ve gücü, zihnin görünüşte ve tam anlamıyla ikna edilmesine bağlıdır ve iman, inanç olmadan iman değildir. (...)
İkinci olarak, ruhlarla ilgilenmek sivil bir yargıca ait olamaz, çünkü onun sahip olduğu güç dışsal bir güçtür ama gerçek ve kurtarıcı din zihnin içsel olarak ikna edilmesine dayanır. Aksi hiçbir yöntem Tanrı tarafından kabul edilemez. Anlama yetisinin doğası da böyledir, yani kimse dışsal bir güçle bir şeye inanmaya zorlanamaz. Mallarına el koymak, hapsetmek, işkence etmek ve bu türde hiçbir şey, insanların zihinlerindeki şeyleri düzenledikleri içsel hükümlerini değiştirecek kadar etkili değildir.
Yargıçların bazı argümanlar kullanacakları ve böylece zıt görüşleri gerçeklik yoluna çekip onları kurtarabilecekleri iddia edilebilir. Bunu kabul ediyorum ama bu onun diğer insanlarla paylaştığı bir özelliktir. Eğitimle, öğretimle ve hataları akıl yoluyla düzelterek her iyi insanın yapabileceği şeyi o da yapabilir. Yargıçlık bir kişinin insanlığından veya Hıristiyanlığından vazgeçmesini gerektirmez. Ancak ikna etmek başka, emretmek başkadır; biri argümanlarla baskı yapar, diğeri cezalarla...
Üçüncü olarak, insanların ruhlarını kurtarma çabası yargıçlara ait olamaz, çünkü yasaların katılığı ve cezaların gücü insanların aklını ikna etmeye ve değiştirmeye yeterli olsa da ruhlarını kurtarmaya yardımcı olamaz. Tek bir gerçek ve cennete giden tek bir yol olduğuna göre, insanların sarayın dininden başka bir yol takip etmesine izin verilmezse, kendi akıllarının ışığını söndürmek ve kendi vicdanlarının emrettiğine karşı çıkmak zorunda kalırlarsa, yöneticilerinin iradesine körü körüne tabi olurlarsa, doğdukları ülkeye kök salmış olan dine cehalet, tutku veya batıl inançlar nedeniyle bağlanırlarsa; din daha çok kişiyi kendine çekecek ne tür bir umut vaat edilebilir? (...)
Şimdi kilisenin ne olduğunu düşünelim. Bence kilise, ruhlarının kurtulmasını sağlayabilecek, kendilerine uygun buldukları biçimde, halka açık şekilde Tanrı’ya ibadet edebilmek için kendi belirledikleri düzende bir araya gelen, gönüllü bir insan topluluğudur.
Özgür ve gönüllülüğe dayanan bir topluluktur, diyorum. Kimse bir kilisenin üyesi olarak doğmaz; aksi takdirde ebeveynlerin dini dünyevi malların veraset hakkının geçmesi gibi çocuklara geçerdi ve herkes ülkesindeki mevcut imtiyazlı inancı korurdu; bundan daha saçma bir şey hayal edilemez. Hiç kimse doğal olarak belirli bir kiliseye veya mezhebe bağlı değildir ama herkes Tanrı tarafından gerçekten kabul edilecek bir kılavuz ve ibadet bulduğuna inandığı topluluğa gönüllü olarak katılır. (...)
[Ancak] insan topluluğuna yahut sivil toplumun korunması için gerekli ahlak kurallarına aykırı olan hiçbir fikir yargıçlar tarafından hoşgörüyle karşılanmamalıdır. (...)
Yineleyelim: Kendisine üye olan herkesin ipso facto [yalnızca bu nedenle] başka bir hükümdarın korumasına ve hizmetine girmesine neden olacak biçimde oluşturulmuş hiçbir kilise, yargıçlar tarafından hoş görülemez. Aksi takdirde yargıç ülkesinde yabancı bir yargı yetkisinin oluşmasına ve kendi insanlarının kendi hükümetlerine karşı savaşacak askerlere dönüşmesine izin vermiş olacaktır. (...)
Son olarak, Tanrı’nın varlığını inkâr edenler de asla hoş görülmemelidir. İnsan topluluklarının bağları olan sözler, sözleşmeler ve yeminler bir ateisti bağlamaz. Tanrı ortadan kalktığında, sadece düşünsel olarak bile olsa, her şey dağılır gider. Ayrıca ateizm nedeniyle tüm dinlerin altını oyan ve tümünü yok etmek isteyenler, hoşgörü ayrıcalığına meydan okuyabilecekleri bir din iddia edemezler. Diğer tatbiki fikirler, tüm hatalardan tamamen temizlenmiş olmasalar da, diğerleri üzerinde egemenlik kurmaya eğilimli değillerse veya kendi kiliseleri için sivil dokunulmazlık istemiyorlarsa, onlara hoşgörü gösterilmemesi için bir sebep yoktur.
* John Locke’un Eserleri (Londra: Ward, Lock and Co.; 1888), cilt III, s. 5-7, 30-32.