Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Bir Tapınak Yapıldı - 7  (Okunma sayısı 4972 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ekim 12, 2010, 08:13:21 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Hiram Usta’nın adını çok duymuştum. Burnumuzun dibinde sayılacak Sur’a kim bilir kaç kez gitmiştim ama hiç denk düşmemiş, tanışma fırsatım olmamıştı. Selek bana o teklifi yapana kadar da önemsememiştim zaten. O anda önemli olup çıkıverdi. Zanaatta herkesi tanımak, herkesle tanışmış olmak olanağı yoktu ki. Her zanaatçı kendi ustasının yanında, kendi kardeşleriyle birlikte çalışır; belki öteki ustalardan birkaçını daha tanımak fırsatını bulurdu, o kadar. Bu hem çıraklar hem kalfalar için geçerliydi. Ha, ustalar kendi aralarında toplanır mıydı, orasını bilemem. Ancak yakın çevrede çalışanlardan birçoğu birbirini tanıdığına göre, ara sıra bir araya geliyorlardı sanırım.

Hiram usta bir mimardı yani zanaatta ustalığın da ötesine geçmişti ama geçmişi bakımından özellikle maden işlemedeki ustalığıyla ünlenmişti. Yanında çalışan herkesin onu “baba” bildiği söylenirdi. Bu da herhalde herkese babalık ettiğinden, her bir zanaatçıyla yakından ilgilendiğinden olsa gerek. Bu yüzden gerek bizim gerekse İbranilerin dilinde “Hiram Abif” diye anılırdı. Birisi onunla konuşurken “Adon Hiram Abif” derdi yani “Sayın Baba Hiram”. O da kendisine böyle denilince gülümserdi. Pek alçak gönüllü bir kişiydi aslında ama sanırım kendisine öyle denilişi de hoşuna giderdi. Kimin hoşuna gitmez ki!

Bir de onu “dul kadının çocuğu” diye niteleyenler olurdu.

Onunla bağlantılı olarak bu sözü ilk duyduğumda garipsemiş, yadırgamış hatta bir küçültme yapılıyor gibi gelmişti bana. Sonradan bunun gerekçesini öğrendim. Meğer Hiram Usta küçük yaşta yetim kalmış. Babası ölünce, İsrailoğullarının Dan kabilesinin bir kolu olan Naftali’den gelme annesi öz yurduna dönmemiş, Fenike’de yerleşip kalmış, Ancak bir daha evlenmeyip, oğlunu yalnız başına büyütmüş. Başka yerlerde de böyleleri görülürmüş. Kocası ölmüş olan bir annenin yetiştirdiği bir erkek çocuk şu ya da bu bakımdan üstün düzeyde biri olup çıkınca, “dul kadının çocuğu” diye parmakla gösterilirmiş. Dolayısıyla bu terim aslında bir yüceltme, onurlandırma amacıyla kullanılırmış; daha çok o kişinin kendisini değil de, annesini yüceltmek ve onurlandırmak düşüncesiyle.

Hiram Usta böyle biriydi işte… İmrenilir ölçüde erdemli, üstelik çok bilgili, yetenekli, çalışkan, akıllı ve özgür düşünceli olduğu söylenirdi. Onun yönetimi altında çalışmak, hiç kuşkusuz mesleki bakımdan çok yarar sağlardı ama bu aynı zamanda bir mutluluk kayrağı da olabilirdi; en azından benim için…

Sidon’daki işimizi alelacele bitirdik. Pek öyle yapmayız ama korkarım da çabucak bitsin diye biraz da şişirdik. Ustamız Akizar’ın yönergesiyle bir an önce derlenip toparlanarak, Kudüs’ün yolunu tuttuk.

Ancak elimizdeki işi bitirelim derken biraz gecikmiş, tapınağın temel atma törenine yetişememiştik.

Bu temel atma, daha doğrusu tapınağın yapımına başlanması törenini şöyle anlattılar:

Kral Süleyman herkesi toplayıp Küdüs’in kentsel yerleşme alanının hemen bitişiğindeki Siyon Platosu’nda yer alan üç tepeden biri olan “Moriah” adlı tepeye çıkmış. Taş yontma işinin ilk aşamasında kullanılan ağır çekiçlerden birini eline almış. Orada özenle seçtiği bir kayanın üzerine üç kez vurmuş. Bu vuruşun sesi, ilerideki tepelerden çın çın yankılanmış. Sonra, bundan böyle burada hiçbir ses duymak istemediğini belirtip tapınağın yapımına başlanmasını ama bunun tam bir sessizlik içinde yürütülmesini buyurmuş.

Kudüs’e vardığımızda hepimize bu doğrultuda yönerge verilmiş, görevimiz uyarınca her ne iş yapacaksak olabildiğince ses çıkarmadan çalışmamız gerektiği anlatılmıştı.

Önce bunun nasıl olacağını, sanki bu işin asıl sorumlusuymuş gibi kara kara düşünmüştüm.

İşin sorumlusu Hiram Usta’ydı. O bunu kabullenmiş olduğuna göre, demek ki yapılamayacak iş değildi.

Ben düşünememiştim nasıl yapılabileceğini ama aslında çok basit: Gerek taş yontma ve işleme, gerek döküm ve maden dövme gerekse kereste kesip biçimlendirme işleri uzakta, ayrı ayrı yerlerde yapılırdı. Sadece işlenmiş olan parçaları Moriah Tepesi’ne getirip, burada birleştirmek kalırdı. Oysa öteden beri çok iyi bilirdik ki, işin yapımı sırasında birtakım beklenmedik olaylar, aksilikler çıkar ve bunun çözümü işyerinde bulunurdu. Burada ise öyle bir durumla karşılaşılacak olursa, çok zaman yitirilecek demekti. Bunu önlemek için, mutlaka çok iyi bir plan ve program gerekliydi.

Yapılmıştı. Böyle bir plan ve program olduğunu, her şeyin önceden ve inceden inceye, en küçük ayrıntılarına kadar hesaplanmış bulunduğunu sonradan öğrendim. Bu planlamanın nasıl bir şey olduğunu da bir örneğini vererek anlatacağım ama sonra, sırası gelince…

Şimdi önemli olan, tapınağın yapımı sırasında Moriah Tepesi üzerinde çalışanların hiç ses çıkarmamasıydı. Ben duvar ördüğüm için orada çalışırdım. Bu kurala kesinlikle uyardık. Öyle ki, hiç kimse başkasına uzaktan seslenmez, bir şey söylemesi gerekirse yanına giderdi.

Hazırlanmış her parça bizim şantiyeye getirilir, orada son kez gözden geçirilip onay verilir, sonra da işte o çok önceden belirlenmiş plan uyarınca yerine konurdu.

Bu arada bir de orada kurulmuş olan organizasyondan söz etmeliyim. Bütün bunlar daha bir Kudüs’e gelmeden önce düzenlenmişti.

İşin plan ve projesiyle birlikte teknik uygulamasının yanı sıra, genel olarak yönetiminde de sıralı bir düzen oluşturulmuştu.

Üst düzeydeki yöneticilerin topluluğuna “Harodim” deniyordu. Aralarında işleri denetleyen deneyimli ustalarla birlikte aslında meslekten olmayan, Kral Süleyman’ın görevlendirerek atamış olduğu prens ve yargıçlar da vardı.

Prensleri anladık diyelim; onlar bir bakıma “işveren vekilleri” sayılır ama yargıçlar niye?

Böyle bir inşaatta hiç istenmese de birtakım tatsız olayların, uzlaşmazlıkların çıkabileceği düşünülmüştü. Biz, Diyonisos Zanaatçıları’nın geleneklerinden biri olarak kendi aramızda böyle bir sorun çıktığında, bunu “Kol kırılır, yen içinde kalır” dendiği üzere kendi aramızda çözümlerdik. Fakat burada çok sayıda usta ve her birinin yönetimi altında ayrı ayrı gruplar vardı. Sadece tapınağın yapılmakta olduğu, benim de çalıştığım tepeyi düşünmekle kalmayın. Bu yapım işi çok daha geniş bir alana, Kudüs’ün ötelerine yayılmıştı. Dedim ya burada hiç ses çıkarmama kuralı konmuştu diye… Taş yontulurken nasıl olur da ses çıkmaz? Bu işler öyle uzaktaki bir vadi içinde yapılıyordu ki, sesi bizim bulunduğumuz yerden hiç duyulmuyordu. Bir başka yerde marangozlar, bir diğerinde dökümcüler ve madeni dövmeciler çalışıyordu. Binlerce işçi… Hepsini de bir düzen ve disiplin altında tutmak gereği vardı.

Söylendiğine göre; Mimar Hiram Usta, o “Harodim” denilen topluluğun işine pek karışmazmış. Gerekli malzemenin sağlanması, genel düzen ve disiplinin korunması, işçilerin her türlü gereksinmesinin sağlanıp ücretlerinin ödenmesi gibi işleri hep o topuluk ya da kurul yürütürmüş.

Harodim’in altında çalışan ve işte Mimar Hiram Usta’nın yönettiği tüm ustalara topluca “Menaşim” deniyordu. Ustalar, çalıştıkları meslek alanlarına göre ayrı ayrı bölümler halinde toplanmıştı. Her bir bölüm, bizimki gibi birkaç gruptan oluşmaktaydı. Bize yani bina yapımcılarına genel olarak “Bonaim” deniyordu. Sadece taş kesen, yontan ve işleyenler ise “Giblim” olarak anılıyordu; sanırım çoğu Gebal kentinden gelme olduğu için. Keresteci ve marangozlara ise topluca “İş Hozeb” denmekteydi.

Biz tüm bunların çoğunu görmez ve tanımaz, en çok “İş Sabal” diye anılanları bilirdik. Bunun nedeni de tüm taşıma işlerini Diyonisos Zanaatçılarından sayılmayan bu özel topluluğun yapmakta oluşuydu.

Hiram Usta bunların hepsiyle birden başa çıkamazdı. Bu nedenle pek deneyimli bir ustayı kendisine yardımcı seçmişti: Adoniram. Bilgisi, erdemi, yetenekleri bakımından Hiram Usta’dan aslında hiç de aşağı kalmazdı. Hatta daha önce değinmiş olduğum gibi kimi zaman Hiram Usta’dan “Adon Hiram” diye söz edildiğinden, ikisini birbirine karıştıran bile olurdu. Adoniram’dan daha sonra çok söz edeceğim.

Buradaki işimiz sadece bir tapınak yapımıyla kalmıyordu. Tapınağın yanı sıra, çoğu bitişik düzende olmak üzere daha birçok bina yapılıyordu. Bunlar, küçük bir kent kalesi gibi birbiri ardınca iki aşamalı olarak tapınağı çevreleyecek şekilde projelendirilmişti. Zaten önce o çevrede yer alan binaların kaba diyebileceğim işleri bitirilmiş, zanaatçılar bunları geçici barınak olarak kullanmaya başlamıştı.

Projesi uyarınca tapınak, bu çevresel yerleşimin ortasında, gene bitişik düzende bloklar halinde yapılmış birçok binanın arasına oturtulmuştu.

Bu blokların çevrelediği avluya -isterseniz ona “dış avlu” diyelim- sadece tek bir yerden, bir “dış kapı”dan geçilerek girilebiliyordu. Burasını, çoğu üç katlı olmak üzere bitişik düzende yapılmış binalar çevreliyordu. Yön olarak batıya bakan bu kapıdan o dış avluya girilince, güney ve kuzey yönleri boyunca sıralanan binaların mimari güzellikleri dikkati çekerdi. Bu binalar çeşitli amaçlarla kullanılmak üzere planlanmıştı. Doğu yönünde ise bina yoktu; oraya sadece bir yüksek duvar yapılmıştı.

Dış kapıdan girildiğinde tam karşıda tapınağın iç avlusuna geçişi sağlayan “orta kapı” görülürdü. Sonradan kimileri bu kapıya “ana kapı” ya da “batı kapısı” dedi çünkü iç avlunun güney ve kuzeyinde de daha küçük olmakla birlikte birer kapı vardı. Orta kapıdan iç avluya girilir girilmez de, önce sunak yeriyle karşılaşılmış olacaktı ama o henüz bitirilmemişti. Onun arkasında ise işte o görkemli ana tapınak binası yer alıyordu.

Ana tapınak binası aslında yüksek tavanlı tek bir yapıydı ama güney ve kuzey duvarları boyunca üç katlı eklentileri de vardı. Tapınağa basamaklarla çıkıldıktan sonra mozaik döşemeli bir terasın uzantısındaki tek ve yüksek bir kapıdan girilip çıkılabilirdi. Buna ise “iç kapı” deniyordu. Sonradan Mimar Hiram Usta, bu kapının her iki yanına ve tüm yüksekliği boyunca doğrudan kendi gözetimi altında döktürüp işletmiş olduğu iki bronz sütun diktirmişti. Zaten biz Diyonisos Zanaatçıları, öteden beri tapınak ya da saray gibi binaların asal kapılarının her iki yanına mutlaka böyle iki sütun dikerdik. Bunlar olmayınca o bina bitmiş sayılmazdı. Bu sütunlar herhangi bir yük taşımaz, sadece girişi pek görkemli kılar, ayrıca olağanüstü bir güzellik de katardı. Buradaki tek fark, bu sütunların taş değil, bronz oluşuydu.

Aslında bu tapınak ve bir külliye oluşturan öteki binalar elbette çok daha ayrıntılı hatta buna ilişkin bazı özelliklere sonra da değinirim belki ama şimdilik bu kadarı yeter.

Bunlardan niçin söz ettiğimi, hele şu kapıların üzerinde niçin durduğumu merak etmiş olabilirsiniz. Daha sonra başımdan geçmiş olanlara ilişkin anlatılarımın en azından bir bölümünü izleyebilmek için burasının nasıl bir yer olduğunu bilmek gerektiğini düşündüm de ondan…



« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 02:43:08 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ocak 09, 2016, 11:25:50 öö
Yanıtla #1
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 234
  • Cinsiyet: Bay

Ağır ağır, düşüne düşüne okuyorum. Forumda şimdiye kadar rastladığım en güzel yazı dizisi. İnternet üzerinde çok vakit harcayan birisi olarak, böyle değerli yazıların çok nadir bulunduğunu biliyorum. Elinize sağlık tekrardan.
“Tehlikeli bir dönemde yaşıyoruz, insan kendine hükmetmeyi öğrenmeden doğaya hükmetmeyi öğrendi.” Albert Schweitzer


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
3 Yanıt
5903 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 22, 2017, 11:53:28 ös
Gönderen: Tık-Tik-Tak
0 Yanıt
2962 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 07, 2010, 02:11:05 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2551 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 13, 2010, 03:40:47 ös
Gönderen: ADAM
5 Yanıt
4246 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2016, 02:54:24 öö
Gönderen: resurrected
0 Yanıt
2576 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 20, 2010, 11:38:49 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2684 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 23, 2010, 11:14:59 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2350 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 25, 2010, 04:19:21 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2587 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 27, 2010, 10:54:02 öö
Gönderen: ADAM
8 Yanıt
6578 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 10, 2016, 10:21:48 ös
Gönderen: kurt
0 Yanıt
2844 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 01, 2010, 10:31:32 öö
Gönderen: ADAM