Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Medeniyetler Çatışması ve Samuel Huntington  (Okunma sayısı 15365 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Eylül 01, 2011, 01:11:18 öö
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 91

"Medeniyetler Çatışması" Pek çok sayıda çalışmaya imza atmış olmakla birlikte, ülkemizde ve dünyanın çeşitli yerlerinde daha çok Medeniyetler Çatışması adlı kitabıyla tanınmaktadır.

Huntington 1988 tarihinde yayımlanan kitabında ülkeler arasındaki çatışmaların ve ülkelerin kendi bünyelerinde yaşanan çatışmaların giderek kültürel ağırlık kazandığını savunmaktadır. Yazar, küreselleşme sürecinde Batı ve diğerleri arasındaki çatışmaların artacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Huntington, milli devletlerin 21'nci yüzyılla birlikte artık merkezi siyasi rolünün tamamlandığı görüşüne asla katılmamaktadır.

 2004 yılında yayımlanan "Biz kimiz? Amerika'nın Ulusal Kimlik Arayışı" (Who Are We - The Challenges to America's National Identity) başlıklı kitabı da tartışma yaratmıştır. Kitap, medeniyetler çatışması tezini Amerika'nın "içinden" değerlendirmekte, ülkedeki farklı kültürlere ilişkin gözlemini aktarmaktadır. Başta Meksika olmak üzere Latin Amerika'dan gelen göç dalgalarını kaygı verici olarak değerlendirmekte, ABD'nin gerçek milli kimliği olarak kabul ettiği, Avrupalı ilk göçmenlerin Anglo-Sakson-Protestan değerlerine dönüşü önermektedir. Bu yaklaşım, özellikle Latin Amerikalı örgütlerle sol-liberal aydınların tepkisine neden oldu. Huntington'un resmettiği geleceğe dair muhtemel senaryolar, Latin Amerika kökenli göçmenlerin bazı eyaletlerde hakim unsur haline gelip Anglo-Sakson kökenlilerin belli eyaletlerden kaçışını, ABD'nin giderek çift dilli, çift kültürlü bir topluma dönüşümünü içermektedir.

 Türkiye tespitleri Huntington'ın kitaplarında Türkiye'ye de önemli bir yer verildiğine dikkat çekmek gereklidir. Huntington, Türkiye'de Atatürk'ün önderliğinde yaşanan toplumsal değişim sürecini incelemiş, bu konuyu kitaplarında irdelemiştir.

"Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen" adlı kitabında Türkiye'yi de bir konu çalışması olarak ele alıp incelemiş olan Huntington, siyasi iktidar tarafından halkın değiştirilmesinin hedeflenerek iktidar yollu gerçekleştirilen bir değişimin ne gibi sonuçlar ortaya çıkaracağı konusuna eğilmiştir.

Huntington, Türkiye'de Atatürk döneminde yaşanan toplumsal değişim ve bu değişimin ürünü kurumsal yapılanma sürecini "Medeniyetler Çatışması" adlı kitabında da ele alıyor. Kitabında Türkiye'ye ayırdığı sayfalarda Türkiye'nin çağdaşlaşmaya direnim gayretleri nedeni ile "bölünmüş ülke" statüsü kazandığını söyleyen Huntington, siyasal değişimin Türkiye gibi bir ülkede çok tehlikeli olduğuna ve bu gibi uygulamaların "bölünmüş ülke"ler ortaya çıkaracağına değiniyor. Huntington her ne kadar çağdaşlaşma yanlısı olsa da, bunun doğal bir süreç içinde gerçekleşmesi gerektiğini belirtiyor.

Yazar Türkiye'yi, Atatürk devrimleri ile çağdaşlaşma çabalarına karşı direncin halen süre gelmiş olmasının kendisinde bıraktığı izlenim ile bölünük bir ülke olarak, kendisinin tasavvur ettiği ve belki de uygulamaya dökmek istediği bir Batı / Konfüçyus-İslamcılık ittifakı karşıtlığı tabanlı kurgusal fay hattının diğer tarafında bir karşıt olarak müstakbel müttefiklerine göstermek çabasındadır


Eylül 01, 2011, 01:12:19 öö
Yanıtla #1
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 91

1. MEDENİYETLER ÇATIŞMASI?
Harvard Üniversitesi’nde görev yapan siyasal bilimler profesörü Samuel Huntington, 1993
yılında Foreign Affairs dergisinde yayınlanan 'medeniyetlerin çatışması' konulu makalesinin
gördüğü yoğun ilgi üzerine bu çalışmasını genişleterek 1996 yılında 'Medeniyetlerin Çatışması ve
Dünya Düzeninin Yeniden Yapılması' adıyla kitaplaştırdı. 11 Eylül (2001) saldırılarının ardından
tekrar ilgi odağı olan kitap, pek çok sosyal bilimci tarafından yeniden ve daha dikkatlice
okunmaya başlandı.
Huntington, 'medeniyetler çatışması' kavramı ile, önümüzdeki dönemde uluslararası ittifakların
kurulmasında medeniyetlerin belirleyici olacağı ve dolayısıyla olası çatışmaların farklı
medeniyetler arasında gerçekleşeceğini ifade ediyor. Huntington'ın kitabının ilk bölümünde yer
verdiği üç haritanın kitapta ifade edilen düşüncelerin bir ilüstrasyonuna karşılık geldiğini
söylemek ve 21. yüzyılda uluslararası politik alanda neden kimlik ve medeniyet unsurlarının öne
çıkacağı argümanını bu haritalar arasındaki geçişlerle izah etmek mümkün.
1920'li yıllara ait olan ilk harita, Batı tarafından kolonileştirilen dünyayı resmediyor. Dünyayı
'Batı tarafından yönetilenler' ve 'Batıdan bağımsız olanlar' şeklinde ikiye ayıran bu harita,
20’lerde Batının dünyaya ne denli hakim olduğunu gösterdiği kadar, dönemin global politik
ekonomisini şekillendiren öğenin kolonileşme olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Zira Avrupa
kolonileri 1800 yılında dünya yüzölçümünün %35'ini, 1878 yılında %67'sini, 1914'de ise %84'ünü
kontrol ediyordu.
Huntington'ın yer verdiği ikinci harita ise 1960'lı yıllara ait. Soğuk Savaş döneminde ABD ile
Sovyetler Birliği etrafında kümelenen ülkelerin oluşturduğu iki kutuplu dünyayı resmeden ikinci
harita, tamamen politik ve ekonomik ideoloji bazında bir gruplaşmaya dayanan ve bu nedenle
de birinciden çok daha farklı olan bir yapılanmayı gözler önüne seriyor.
Komünist blokun 1989 yılında çözülmesiyle birlikte Soğuk Savaş döneminin sona ermiş olması,
Samuel Huntington'ın 1990'ları resmeden üçüncü haritasını sonuç veriyor ki, bu noktada zaten
söz konusu haritanın ortaya çıkardığı tablonun aynı zamanda Huntington'ın makale ve kitabının
yazılma nedenine karşılık geliyor. Zira Huntington, 1990'lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak ya
da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler
olmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ifade ediyor; ve bunun ne
anlama geldiğini açıklayabilme adına da, dünyanın farklı yerlerinde yaşanan çeşitli olayları örnek
veriyor.
Huntington'ın tezini en iyi şekilde açıklayan örneğin, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından
çözülen Yugoslavya olduğu söylenebilir. Zira Yugoslavya'da yeni sınırların farklı inançlara
mensup olan Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasındaki savaşlardan sonra çizilmiş olması, söz konusu
savaşlar esnasında Batı'nın Bosna'ya yardım etme konusunda isteksiz davranması ya da Sırp
vahşetini kınarken Hırvat vahşeti konusunda aynı tavrı sergilememesi gibi gelişmeler
Huntington'ı doğruluyor. Dünya ülkelerinin önceden sadece bir 'Sovyetler Birliği müttefiki'
olarak gördükleri Yugoslavya konusunda, artık 'içindeki farklı unsurlara göre' politika belirliyor
olmaları, örneğin Ortodoks Rusların Sırpları, Katolik Almanların ise Hırvatları desteklemesi,
ilişkilerde artık giderek artan oranda medeniyetlerin esas alınmasının bir sonucu. Bosna'daki
savaş boyunca Bosna'ya sadece müslüman ülkelerin yardım etmiş olması da yine bu durumun
bir başka örneği.
Huntington'ın tek örneği elbette Yugoslavya değil. 2000 yılı olimpiyatlarının Pekin'de değil
Sydney'de gerçekleştirilmesi kararının alınmasını sonuç veren oyların neredeyse tamamının
medeniyetler ekseninde gruplaşmış olması, Bağdat'ın (1990'da) ABD tarafından
bombalanmasına tüm Batılılar sessiz kalarak destek verirken müslüman ülkelerin neredeyse
tamamının harekatı lanetlemesi gibi çok sayıda örnek yer alıyor Huntington'ın çalışmasında.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bağımsızlıklarına kavuşan cumhuriyetlerin tavırlarına
da değinen Huntington, Türki cumhuriyetler ile Türkiye arasındaki ilişkilere ve oraya yatırım
yapan işadamlarının dil, din, tarih ve hatta mutfak birliğine vurgu yapmasına da yer veriyor.
Bağımsızlığına kavuşan ülkelerin Rus sömürüsüyle ilişkilendirdikleri Kiril alfabesini terk
etmelerinin ardından Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan'ın (Türkiye gibi) Batı
alfabesine geçerken, Farsça konuşan Taciklerin, kendilerini İran'a yakın hissederek Arap
harflerini kabul etmeleri de Huntington'ın vurguladığı diğer noktalar arasında.
Alfabe konusunda benzeri gelişmeleri, birbirine çok yakın lisanlar konuşan Eski Yugoslavya
ülkelerinde de gözlemlemek mümkün. Sırpların önceden Sırbo-Hırvatça olarak adlandırılan
dillerini artık sadece Sırpça olarak adlandırmaları, dahası, Batı alfabesini de reddederek
Ortodoks Rusların Kiril alfabesini kabul etmeleri, Hırvatların dillerindeki Türkçe ve Arapça
kelimelerden kurtulmaya çalışmaları, Ancak Boşnakların aynı Türkçe ve Arapça kelimelere artık
daha çok rağbet ediyor olmaları, Balkanlardaki yeni yapılanmanın medeniyetler ekseninde
gerçekleşiyor olmasının bir sonucu.
Bütün bunlar dikkate alındığında, Soğuk Savaşın ardından yeniden şekillenen dünyada 'Hangi
taraftasin?' sorusunun terk edilerek, 'Sen kimsin?' sorusuna odaklanıldığı gerçeğiyle
karşılaşıyoruz.


Eylül 01, 2011, 01:13:43 öö
Yanıtla #2
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 91

2. MEDENİYETLER BAZINDA ÜLKELER
Soğuk Savaş döneminde ittifaklar, ülkelerin iki süper güç etrafında kümelenmesiyle oluşuyordu.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bu durum tamamen değişti. 'Biz kimiz?', 'Nereye
aitiz?', 'Kim bizim gibi değil?' gibi kimlik ve medeniyet eksenli sorulara verilen yanıtlar, yeni
gruplaşmalarda fazlasıyla belirleyici oldu.
Ancak bu durum, ülkelerin hangi medeniyetlere mensup oldukları konusuyla sınırlı kalmadı.
Zira, Huntington'ın dikkate aldığı başlıca dünya medeniyetleri olan Batı, Latin Amerika, Afrika,
İslam, Çin, Hindu, Ortodoks ve Japon medeniyetlerine kimlerin mensup olduğunu incelemek,
yeni ittifakları algılama adına yeterli değildi. Çünkü dünyanın gittiği yönü daha iyi anlayabilmek
için, her ülkenin mensup olduğu medeniyetle ilişkisini ve o medeniyet içerisindeki nüfuzunu da
dikkate almak gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebilme adına, Huntington beş ayrı yapı tanımladı:
Üye ülke, yalnız ülke, merkez ülke, bölünmüş ülke, kararsız ülke.
Huntington'ın, herhangi bir medeniyet ile tamamen ilişkilendirilebilen ülkeler için ortaya attığı
üye ülke kavramı, Mısır'ın İslam, İtalya'nın da Batı medeniyetine 'üye' bir ülke olması gibi basit
bir anlam ifade ediyor. Yalnız ülke kavramı ile de, Haiti ya da Etiyopya gibi, herhangi bir başka
ülke ile kültürel bir bağı bulunmayan, medeniyeti itibariyle dünyadan soyutlanmış olan ülkeler
kast ediliyor. Merkez ülke kavramı ise, ait olduğu medeniyete beşiklik eden, o medeniyetin
kültürünün kaynağı olarak kabul edilen ülke ya da ülkeleri tanımlıyor. Ancak böyle bir kavramın
olması, her medeniyetin bir merkez ülke ya da ülkelere sahip olduğu ya da olacağı anlamına
gelmiyor. Örneğin, Batı medeniyetinin ABD ve Franko-Germen olmak üzere iki merkezi olmasına
karşın, Latin Amerika, Afrika ve İslam medeniyetlerinin herhangi bir merkez ülkesi yok.
Bölünmüş ülke ve kararsız ülke kavramları yukarıdakilerden bir parça daha karmaşık.
Bölünmüş ülke ile, içerisinde farklı medeniyetlere mensup olan çok sayıda insan bulunan ülkeler
kast ediliyor. Ciddi oranlarda etnik azınlığa sahip olan Sudan, Hindistan, Çin, Malezya, Filipinler,
Endonezya gibi ülkeleri (farklı seviyelerde de olsa) bu başlık altında incelemek mümkün.
Soğuk Savaş yıllarında kendilerini politik ideoloji ekseninde tanımlayan insanların, (otoriteryen
komünist idarelerin hakimiyetinin sona ermesiyle birlikte) bu aidiyet hissini kaybetmelerinin pek
çok 'bölünmüş ülke' doğurduğu da söylenebilir. Yugoslavya ve Sovyetler Birliği bu tür 'bölünmüş
ülke'lerin ilk akla gelenleri. Sırbistan, Hırvatistan, Bosna, Estonya, Latviya gibi ülkeler,
medeniyetler ekseninde şekillenen yeni dünyanın ürünleri.
Ukrayna ise farklı bir 'bölünmüş ülke' örneği. Ukrayna'nın tamamı Ortodoks olmasına rağmen,
ülkenin sadece batısı Ukrayna dili konuşuyor. Dahası, ülkenin bu kesimi, doğudaki ortodoksların
aksine Papanın dini liderliğini de kabul ediyor. Ülkenin doğu kesiminde ise, Rusça konuşuluyor
ve burada yaşayan insanlar kendilerini Ortodoks medeniyetinin merkez ülkesi olan Rusya'ya ait
hissediyorlar. 1994 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanan adayın %52 gibi
dengeli bir oy oranıyla seçilmiş olmasına rağmen oyların doğu ve batı arasında son derece net
bir şekilde dağılmış olması, kimlik duygularının güçlenmesinin Ukrayna'yı da tehdit ettiği
anlamına geliyor.
Huntington, bütün bu kavramlar arasında en çok kararsız ülke üzerinde duruyor.


Eylül 01, 2011, 09:54:27 ös
Yanıtla #3
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 91

3. KARARSIZ ÜLKELER
Samuel Huntington, hal-i hazırda kendilerine ait bir medeniyetleri olan, ancak liderleri (halka
rağmen) bu medeniyeti terk etmeyi ve başka bir medeniyete geçmeyi amaçlayan ülkeleri
kararsız ülke olarak tanımlıyor. Huntington, yeni bir kimliğe geçişin (identity redefinition) gerek
sosyal, gerek politik, gerek kurumsal, gerekse kültürel açıdan son derece uzun, kesintili ve acılı
bir süreç olduğunu ifade ediyor ve bugüne kadar bu tür girişimlerin hep başarısız olduğunu
belirtiyor.
Huntington'ın kararsız ülkelere verdiği örnekler ise, Rusya, Türkiye, Meksika ve Avustralya.
Bu ülkeler arasında, özellikle Rusya ve Avustralya'da yaşanan tecrübelerden, Türkiye'nin alması
gereken çok önemli dersler var.
Rusya
Huntington, Rusya'nın 'kararsızlığı' konusunda daha çok Büyük Peter ve Bolşevik devrimi
üzerinde duruyor.
Büyük Peter konusu özetle şöyle:
1697 ile 1698 yıllarında Avrupa'yı gezen Büyük Peter, döndüğünde ülkesini Batılılaştırmaya
karar vererek bir dizi inkılaba girişir. İlk olarak asil sınıfın sakallarını traş ettirerek vazifeye atılan
Peter, koni biçimindeki geleneksel şapkayı yasaklar, Kiril alfabesini basitleştirir, Batıdan
kelimeler ithal eder ve başkenti Moskova'dan St. Petersburg'a taşır. Despotça uygulamalara da
girişmekten çekinmeyen Peter, sosyal ve politik alanda çoksesliliğin önüne geçecek önlemler
alır. Ortodoks Kilisesi'ni de, doğrudan Çar tarafından atanacak olan bir meclis tarafından
yönetilecek şekilde yeniden yapılandırır.
Sonuç itibariyle Peter, (Huntington'ın ifadesiyle) bir eline Batılılaşmayı, diğer eline de
despotluğu almış vaziyette Rusya'nın 'Batılılaştırılmasına' önayak olur. Ancak (yine
Huntington'ın ifadesiyle) Rusya'daki demokratikleşme yanlıları Batılılaşmayı da savunurken,
Batılılaşma yanlıları demokrasiden pek hazzetmezler ve bu durum 1980'lere kadar devam eder.
Bu şekilde kör topal giderek geçirilen iki asrın ardından Bolşevik devriminin gerçekleşmesiyle
birlikte Rusya'nın Avrupa'ya bakışı yeni bir hal alır. Buna göre, Rusya, iki Alman tarafından
Avrupa'da ortaya konan bir ideolojiyi Avrupa'dan önce benimseyerek Avrupa'nın da önüne
geçecek, ve dahi onlara da öncülük edecektir!
Tıpkı Büyük Peter gibi, komünistler de sosyal dönüşüm konusunda başarılı olamazlar. Ortodoks
Rus halkının Batı konusundaki kafa karışıklığı da hiçbir zaman sona ermez.
'Rusya kendi geleneğine mi sahip çıkmalı, yoksa Batıyı mı örnek almalı?' sorusu, bugün itibariyle
Rusya'nın gerek entelektüelleri, gerek politikacıları, gerekse halkı arasında halen tartışılmakta.
Rusya'nın bu konuda tamamen ikiye bölünmüş durumda olduğu da rahatlıkla söylenebilir. 1992
yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarına da değinen Huntington, halkın %40'ının
Batıya açık, %36'sının Batıya kapalı, %24'ünün ise kararsız olduğu şeklindeki sonuca (ve bu
rakamlara çok yakın olan 1993 yılı seçim sonuçlarına) da dikkat çekiyor.
Avustralya
1990'lı yılların başında, kimi Avustralyalı politikacılar 'Anglofil' zihniyetin terk edilmesi ve Asyalı
bir kimliğe sahip çıkılması yönünde bir politikanın ülke için daha iyi olacağını ifade etmeye
başladı. Ticaretinin çok önemli bir kısmını Asya'daki komşularıyla yapan Avustralya'nın
'imparatorluğun bir şubesi' olarak faaliyet göstermesine bir son verilerek kraliyetten tam
bağımsız bir cumhuriyete geçilmesine yönelik halk desteği 1993 yılında bir ara %46'ya kadar
yükseldiyse de, takip eden dönemde bu konu halk nezdinde çekiciliğini yitirdi.
Daha da kötüsü, Asyalılar da Avustralya'yı kendi birlikleri içinde görmek istemediler!
Malezya'nın (o zamanki) başbakanı Mahathir Muhammed 1994 yılında yaptığı bir açıklamada,
Avustralya'nın kültürel olarak hala Avrupalı olduğunu, Asya'ya ait olmadığını, başkalarını
doğrudan eleştirmekten ya da yargılamaktan uzak duran Asya geleneğine karşın, Avustralya'nın
'kültürel olarak Avrupalı olmasından ötürü' başkalarına ne yapıp yapmayacaklarını, neyin doğru
neyin yanlış olduğunu söyleme eğiliminde olduğunu ve bütün bunlardan ötürü Asya ile uyumsuz
olduğunu ve Avustralya'nın ASEAN adaylığına bu nedenlerden ötürü karşı çıktığını belirtti.
(Samuel Huntington, bu noktada, Asyalıların Avustralya'yı kulüplerine almayı reddetme
nedenleri ileAvrupalıların Türkiye'yi almama nedenlerinin tamamen aynı olduğunu ifade ediyor:
'Onlar bizden farklılar')


Eylül 01, 2011, 09:55:35 ös
Yanıtla #4
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 91

Kemalizm ve Türkiye
Samuel Huntington, kitabında Türkiye ve Kemalizme sıklıkla değiniyor. Dahası, Türkiye dışındaki
pek çok yerde gerçekleştirilen ve bizim daha çok 'halk için halka rağmen' olarak adlandırdığımız
medeniyet ithali ve dayatması eylemlerine de 'Kemalizm' olarak referansta bulunuyor.
Huntington'ın ifadesiyle 1920 ve 1930'larda Türkiye'yi Osmanlı ve müslüman geçmişinden
uzaklaştırma adına faaliyet gösteren Kemalizm, medeniyet ithaliyle Türkiye'yi Avrupalı yapmaya
kalkan bir projeydi. Huntington tıpkı benzeri diğer projeler gibi sonuç itibariyle Kemalizmin de
başarısız olduğunu söyledikten sonra, bu başarısızlığın neden kaçınılmaz olduğunu şu cümlelerle
açıklıyor:
Eğer Batılı olmayan toplumlar modernleşmek istiyorlarsa, bunu Batılılar gibi değil, tıpkı Japonya
gibi, kendi yöntemleriyle, kendi gelenek, kurum ve değerlerini kullanarak ve geliştirerek
başarmak zorundalar.
Toplumlarının kültürlerini temelden yeniden şekillendirebileceklerini düşünebilecek denli kibirle
dolu politik liderlerin başarısızlığa uğrayacak olmaları mukadderdir. Böyle liderler, atı
kültürünün kimi öğelerini tanıtabilseler bile, mevcut kültürün temel öğelerini ortadan
kaldırmaya ya da sonsuza dek bastırmaya güç yetiremezler. Daha da kötüsü, Batı virüsü bir kez
bir başka topluma yerleştiği an, onu oradan söküp atmak zordur. Bu virüs orada yaşamaya
devam edecek olsa da, öldürücü değildir; hasta, yaşamaya devam eder, ama virüsün zararından
korunamaz. Politik liderler tarih yapabilirler, ama tarihten kaçamazlar. Kararsız ülkeler ortaya
çıkarırlar, Batılı toplumlar yaratamazlar. Kalıcı olan ve tabiat haline gelen kültürel bir şizofreni ile
ülkelerini malul ederler.
Batılılaşma konusunda Türkiye bugün itibariyle (tıpkı Rusya gibi) ikiye bölünmüş durumda.
Çünkü Türkiye artık Kemalizm öncesindeki gibi olmadığı (ve olamayacağı) gibi, Batılı da değil.
Zira Türkiye, Kemalist dayatmalar sonucunda, ne Orta Doğulu ne de Batılı olmayan, iki arada bir
derede, kafası karışık ve bütün bunlardan ötürü tanımsız ve kimliksiz bir ülke haline gelmiş
durumda. 'Kararsız' olmasının nedeni de yine bu kafa karışıklığı.
Tıpkı Avustralya'nın Asyalılar tarafından reddedilmesi gibi, Türkiye'nin de kültür ve
medeniyetinin Avrupa ülkelerinden farklı olması nedeniyle yıllardır Avrupa kapısında bekliyor
olması da ilk olarak aklımıza Kemalizmi getirmeli. Çünkü her ne kadar ilkokuldan itibaren
hepimize 'artık Avrupalı olduğumuz' öğretilse de, dışarıdan bakıldığında gerçeğin hiç de öyle
olmadığı (ve daha da önemlisi, olamayacağı) açıkça görülüyor.
Türkiye, eğer bu kararsızlıktan kurtulmak istiyorsa, geçmişine ve kimliğine vurulan ölümcül
darbeleri algılayabilme adına Kemalizmin aslında nasıl bir proje olduğunu objektif bir gözle ve
(hepsinden önemlisi) ezberlerini bozmaya baştan hazır olarak dikkatle incelemeli. Kendini
bulabilmesi ve kaldığı yerden yola devam edebilmesi için bu şart.


Eylül 01, 2011, 09:57:04 ös
Yanıtla #5
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 91

4. KEMALİZM VE BATILILAŞMA
Huntington, Batılı olmayan toplumların 'modernleşme' ve 'Batılılaşma' kavramlarına üç farklı
tepki verdiklerini söylüyor:
1- Hem modernleşmeyi, hem de Batılılaşmayı reddetmek,
2- Her ikisini de benimsemek,
3- Modernleşmeyi benimseyip, Batılılaşmayı reddetmek.
Hem modernleşmeyi hem de Batılılaşmayı benimseyen ikinci tip tepkinin Kemalizme karşılık
geldiğini söyleyen Huntington, Türkiye'de Mustafa Kemal tarafından hayata geçirilen bu
modelin yapısını (Türk kültür mirasının özelliklerini de dikkate alarak) inceliyor.
Kitabında Türkiye’ye sıklıkla değinen Huntington, Kemalizm'in üç varsayıma sahip olduğunu
belirtiyor:
• Modernleşme arzulanır ve gereklidir.
• Yerli kültür modernizasyonla uyumlu değildir ve bu nedenle terk edilmeli ya da ortadan
kaldırılmalıdır.
• Bir toplumun başarılı bir şekilde modernize edilebilmesi için, tamamen Batılılaşması
gerekir.
Modernizasyon kavramını daha çok endüstriyelleşme çerçevesinde ele alan Huntington,
Kemalizmin bu yaklaşımının, 'Başarılı olmak için bizim gibi olmalısınız, çünkü bunun tek yolu
bizim yolumuzdur' anlayışında olan kimi Batılılar arasında popüler olmasının sürpriz olmadığını
belirtiyor. Batılı olmayan toplumların dini değerlerinin, ahlaki varsayımlarının ve sosyal
yapılarının, endüstriyelleşmenin gereklerine en iyi ihtimalle yabancı, zaman zaman da düşman
olduğunu öngören bu anlayışa göre, ekonomik anlamda kalkınabilmek için, günlük hayatın ve
toplumun radikal ve yıkıcı bir şekilde yeniden yapılandırılması, ve hatta bu toplumlarda yaşayan
insanların varlığı anlamlandırılma şekillerinin dahi değiştirilmesi gerekiyor.
Huntington, bu noktada, medeniyetler çatışması ve Orta Doğu politikaları gibi konularla ilgili
olanların yakından tanıdığı bir isim olan Daniel Pipes'ın 'In the Path of God' adlı kitabından bir
alıntı yapıyor. Bu kitabında İslamın modernleşme adına herhangi bir alternatif sunmadığını
belirten Pipes, laikliğin, Avrupa dillerinin ve Batı eğitim kurumlarının kaçınılmaz olduğunu,
müslümanların ancak Batı modelini açıkça kabul etmeleri durumunda kalkınabileceklerini, ancak
Batı kültüründen bir şeyler öğrenebilmek için, öncelikle onun üstünlüğünü kabul etmiş olmak
gerektiğini söylüyor.
Bu noktada sözü Mustafa Kemal Atatürk'e getiren Huntington, Atatürk'ün bu sonuçlara
Pipes'tan 60 yıl önce vardığını ve bu nedenle de Türkiye'yi Batılılaştırma ve modernleştirme
adına büyük bir hamle başlattığını belirtiyor.
Huntington, Atatürk'ün ülkenin İslami geçmişini reddettiğini ve diniyle, mirasıyla, kültürüyle ve
kurumlarıyla Müslüman olan bir toplumu modern ve Batılı kılmaya kararlı olan yönetici elit sınıf
ile birlikte hareket ederek, Türkiye'yi 'kararsız ülke' (torn country) haline getirdiğini ifade ediyor.
Bu noktada da, Kemalizmin yüzyıllardır var olan bir kültürü yok etmek ve yerine başka bir
medeniyetten ithal edilmiş olan tamamen yeni bir kültür koymak gibi zor ve travmatik bir
göreve sahip olduğu sonucuna varıyor.
Huntington, kitabının bir başka bölümünde, Türkiye'de 1920'li ve 30'lu yıllarda gerçekleşen
devrimleri de yine bu çerçevede açıklıyor. Bu noktada, halkı Osmanlı ve müslüman geçmişinden
uzaklaştırma girişiminde bulunan Atatürk'ün, dini gelenekçiliğin bir sembolü olan fesi
yasaklamasına ve insanları şapka giymeye teşvik etmesine değiniliyor.
Bu amaç doğrultusunda yapılan onca değişikliği tek tek sayan Huntington, bütün bunlar
arasında harf inkılabının çok daha hayati bir önem arz ettiğini belirterek, daha önce yazdığı
'Değişmekte Olan Toplumlarda Politik Düzen'2 adlı kitapta yer alan konu ile ilgili bir kısmı
alıntılıyor ve kendilerine Roma alfabesi öğretilen yeni nesillerin devasa boyuttaki geleneksel
yazına erişimlerinin imkansızlaşacağı konusunu vurguluyor. Roma harfleriyle eğitimin Avrupa
dillerini öğrenmeyi teşvik edecek olması da Huntington'ın önemli bulduğu bir diğer nokta.
Türkiye'de Fransızca bilenlerin Fransızlar, İngilizce bilenlerin ise Anglosaksonlar gibi düşündüğü
hatırlanacak olursa, Huntington'ın bu vurgusunun, (yukarıda da belirtildiği gibi) eşyaya bakışı ve
varlığı algılayışı dedelerinden çok farklı olan yeni bir neslin 'üretilecek' olması konusuyla bire bir
irtibatlı olduğu söylenebilir.
Huntington'ın kitabında, Atatürk'ün, çokmilletli bir imparatorluk fikrine karşı olması nedeniyle,
homojen bir ulus devlet oluşturmaya niyetlenmesi ve bu süreç dahilinde Ermeni ve Rumları
öldürmesi gibi konulara da değinilse de, asıl odak noktası, Batılılaştırılması hedeflenen bir
toplumun geçmişine ve değerlerine yabancılaştırılarak Batılı kılınmaya çalışılmasında. Böyle bir
şey dünyada Mustafa Kemal'den önce tecrübe edilmediği için de, konu medeniyetlerin
çatışması olduğunda, Türkiye önemli bir 'çalışma konusu' haline geliyor. Kemalizm'in
(Huntington'ın ifadesiyle) nihayetinde başarısızlığa uğramış olduğu gerçeği de, Türkiye'nin
incelemelere konu olma özelliğinin ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor.
« Son Düzenleme: Eylül 01, 2011, 09:59:08 ös Gönderen: Eagle35 »


Eylül 02, 2011, 12:56:19 öö
Yanıtla #6
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 91

5. KEMALİZM VE BAŞÖRTÜSÜ
Samuel Huntington'ın tasvir ettiği şekliyle Kemalizm, bir tür 'toplumsal dönüşüm projesi' olarak
karşımıza çıkıyor. Bu da, Kemalizmin 'bir ideoloji' olduğunu duymaya alışmış olan Türkiye'deki
kitleler için pek alışıldık olmayan bir yaklaşım.
Zaten kendisini Kemalist hisseden Türkler istisna edilecek olursa, dünyada Kemalizmi 'kendine
özgü' yeni bir felsefeye sahip olan ideoloji olarak gören hiç kimse yok denilebilir. Kemalizm
dendiğinde, 'Batılı olmayan' bir toplumun, son derece dar bir elit çevre tarafından, 'herşeyiyle
Batılı' bir topluma dönüştürülmeye çalışılması süreci akla geliyor.
Batılıların, zamanında memnuniyetle karşıladıkları Kemalist devrimleri, Türkiye'nin Avrupa
Birliği'ne girmesi söz konusu olduğunda 'demokratik olmaması' nedeniyle eleştirmeleri de
buradan ileri geliyor. Çünkü Kemalist uygulamalar Batıda, Türk toplumunu demokrasiye
yaklaştırdığı için değil, Batı için tehlikeli bulunan bir anlayış ortadan kaldırıldığı için sempati
topluyor. Ancak, Kemalist uygulamalar çerçevesinde Türkiye'de yaşananların demokratik bir
düşünce geleneği dahilinde izahı mümkün olmadığı ve Türkiye bu antidemokratik yapı ile
Avrupa'ya entegre olamayacağı için, Türkiye'nin Avrupa'ya dahil olması ihtimali söz konusu
olduğunda, aynı Kemalizm, 'terk edilmesi gereken yapısal bir sorun' haline geliyor. Türkiye'nin
herşeyi milli duygularıyla yorumlamaya alışmış olan ve Kemalizmi 'Batı yanlısı bir felsefe'
zanneden belli bir kesimi, ülkedeki uygulamaların aslında Tunus'takilere benzer bir nitelik arz
ettiğini algılayamadığından ötürü, Batının Türkiye'ye çifte standart uyguladığını söylemeye
başlıyor.
Kemalizmin gerçekte ne olduğu konusu adamakıllı netleştirilmediği müddetçe, Türkiye'de (bu
konuda da) aynı tartışmalar hiçbir sonuca ulaşılamadan devam edecek. Bu konularda,
Huntington gibi, konuya 'dışarıdan' ve 'tarafsız' bakan insanların yaklaşımlarını da dikkate almak,
işte bu nedenden ötürü önemli ölçüde yol gösterici olabilir.
Huntington, kitabının farklı bölümlerinde Türkiye'ye ayırdığı sayfalarda, Kemalizmi, 1920 ve
30'larda, 'Batı medeniyetiyle uyumsuz olduğu' varsamıyla Anadolu halkının kültürünü yok
etmeye odaklanan ve ithal edilen bir kültürü tüm halka dayatmayı esas alan bir anlayış olarak
açıklıyor. Zaten kitabında Kemalizmden bahsetmesinin tek nedeni de bu! Huntington'ın
Kemalizme değinmekteki amacı, Batı medeniyetinin bir topluma yerleşmesinin reformla değil,
ancak ve ancak 'yerli' kültürün(ün) tamamen imhasıyla mümkün olabileceği yönündeki bir
görüşün de var olduğunu okurlarına iletmek. Huntington'ın Kemalizm söz konusu olduğunda çok
doğru bir seçim yaparak 'fes' örneğini vermiş olması da bu nedenle çok önemli. Zira Huntington,
Kemalizmin gelenek ve dini ortadan kaldırmayı hedeflediğini belirterek, fesin yerine şapkanın
kabul edilmesini (elbette) bir ideoloji değil, kültür transferi olarak değerlendiriyor.
Türkiye'de ise Kemalizm, gerek lehinde, gerekse aleyhinde olan çoğu insan tarafından 'belirleyici
nitelikleri' ile değil, tekil vurgularıyla tartışılıyor ve bu nedenle de Kemalizm eksenli bütün
yapısal sorunlar çözümsüz kalıyor. Bir başka deyişle, Türkiye Kemalizme bütünsel ve akademik
bir gözle bakmayı başardığı an, ülkenin sosyal ve politik sorunları arasındaki ara-ilgileri de
kurabilecek ve bu da, çözüm adına çok büyük kolaylıklar sunacak.
Kemalizmin bütünsel olarak kavranamıyor olmasının doğurduğu algı sorununa en iyi örnek,
insanların fes yasağı ile başörtüsü yasağı arasındaki ara-ilginin çoğu zaman farkında olmamaları
olabilir. Zira Batı medeniyetine ait olmayan fes adlı serpuşu takmak nasıl Kemalizme tamamen
karşıt bir tutumsa, başörtüsü de (tıpkı kendini 'çağdaş' ilan eden bir kısım dernek mensuplarının
haklı olarak iddia ettiği gibi) Kemalist mantığa sonuna kadar terstir. Çünkü Kemalizm, genel
niteliği itibariyle, Türkiye'de hakim olan 'kültürü' ortadan kaldırarak, insanların Batılılar gibi
giyinmesini, Batılılar gibi yemesini, Batılılar gibi içmesini ve genel anlamda hayata Batılılar gibi
bakmasını amaçlayan bir sürecin ifadesidir.
İşte bu nedenlerden ötürü, Kemalizm bir ideoloji değil, bir toplumsal dönüşüm projesidir. Ve
yine bu nedenlerden ötürü ilkokuldaki çocuklara uzun yıllardır Kemalist devrimler konusunda
'hoşa gitmeyen' düşüncelerin özgürlüğü değil, şapkanın fese, pantolonun şalvara, gramın okkaya
ve metrenin arşına üstünlüğü anlatılır. Ve yine bu nedenlerden ötürü, ilkokul çocukları uzun
yıllardan beri resim derslerinde önce beyaz sayfanın ortasından dikey bir çizgi çizerek sayfayı
ikiye ayırır, sonra da sayfanın bir yarısına eski kültürlerine ait kötü şeyleri, diğer yarısına da yeni
kültürlerine ait iyi şeyleri çizerler.


Eylül 02, 2011, 12:57:05 öö
Yanıtla #7
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 91

Kemalizm Neden Tanımlanmak İstenmiyor?
Kemalizmin tanımlanmaması, bugün itibariyle bu anlayışı tekelinde tutan çevrelerin Kemalizm
adına farklı zamanlarda farklı politikaları uygulamalarına olanak tanıyorsa da, bu anlayışın
içyüzünün Türk halkından gizlenmesinin asıl nedeni bu değil. Zira Kemalizm gibi 'insanları
değiştirmeye odaklanan' bir anlayışın, yapısı gereği kendisini açıktan tanımlaması mümkün
değildir. Çünkü insanlar, değişim 'olabileceğin en iyisine doğru' dahi olsa, bir başkası tarafından,
bir başkasının tasarrufu dahilinde değiştirilme düşüncesine hemen her zaman direnirler. Bu
nedenle de, Kemalizmin temel niteliği ve amaçları sürekli muğlak bırakılmak zorunda olan bir
anlayış durumunda. Türkiye'de halkın çok önemli bir kesiminin bireysel haklar ya da toplumdevlet
ilişkileri gibi konulara yabancı olmasından ötürü, Kemalizmi ölesiye savunanların dahi
(tıpkı Kemalizme karşı çıkanlar gibi) bu anlayışı bütünsel bir şekilde idrak edebilmeleri mümkün
olmuyor.
Sonuç
Hemen her toplumda olduğu gibi Türkiye'de de, halkın çoğunluğu zihnindeki iyi-kötüleri
'kendisine belletildiği şekilde' oluşturuyor ve bu iyi-kötülere küçük yaşlardan itibaren duygusal
bir bağlılık-düşmanlık içerisine giriyor. Farkında dahi olmadan savundukları düşüncelerin hangi
önkabuller üzerine bina edildiğini de merak dahi etmiyorlar. Bu nedenle de, fes ile başörtüsü
arasındaki ilgiyi kuramıyor, (sözgelimi) ilgili kanun hala yürürlükte olmasına rağmen şapka
takmayanlara neden artık yasak getirilmediğini anlayamıyorlar. Çünkü toplumsal dönüşüm
projesi, slogan bazında düşünen ve bir tür hayal dünyasında yaşayan insanlar üretiyor.
Bu insanlar, hayallerindeki kurgu olaylar ya da kurgu kişilerin daha gerçekçi zeminlerde
incelendiğine şahit oldukları durumlarda ise, hayatlarına anlam kazandırdığını zannettikleri ve
vazgeçilmez buldukları bu hayalin ellerinden bir anda uçup gitmesi tehlikesiyle karşı karşıya
kaldıklarından, böylesi durumlarda, elinden oyuncağı alınmak istenen çocuklar misali rahatsızlık
sergilemeye ve (daha da kötüsü) hırçınlaşmaya başlıyorlar. Argümanlarıyla rüyalarını tehdit
eden kişi, konusunun uzmanı bir profesör dahi olsa, ilkokulda öğrendikleri masalları akademik
çalışmalardan daha muteber buluyorlar. Bütün bunlar, toplumsal dönüşüm projesinin, slogan
bazında düşünen, farklı fikirlere tahammülü olmayan ve her seferinde ezberlerini koruma adına
yeni yollar arayan insanlar üretmiş olmasından ileri geliyor.


Eylül 02, 2011, 12:58:39 öö
Yanıtla #8
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 91

Samuel Huntington'ın fikirlerini daha çok Türkiye ekseninde ele alan 9 yazı sonucunda ortaya
çıkan tablonun, Türkiye'de hakim olan 'Dünya Savaşı tellalı Huntington' resmiyle taban tabana
zıt olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Huntington'ın fikirleri ülkemizde (maalesef) gerçekte olduğundan epey farklı bir şekilde
algılanıyor. Huntington'ın çalışmalarını okuma zahmetine girmek yerine, kendisinin şahsını
'planlanan küresel çatışmaların fikir babası' ilan eden güruha katılmak elbette çok daha kolay.
Hal böyle olunca, Huntington'dan bahsetmek de, üçüncü sınıf gazetelerdeki (kendini komplo
teorisyeni zanneden) köşe yazarlarına kalıyor.
'Medeniyetler çatışması' ifadesinin insanları ürküttüğü elbette gerçek. Ancak bunun nedenini,
Huntington'ın kuramının niteliğinden ziyade, oluşturulan sahte Huntington alıgısında armak
daha doğru olur. Türkiye'de ciddi ciddi tartışılan sahte Huntington kuramını izah etmek için 9
yazı yazmak gerekmiyor. Bu konsepti, 'farklı din ve kültürlerin birbirini yemekte olduğu ve
şiddetin daha çok ABD tarafından körüklendiği' bir 21. yüzyıl tablosu' olarak özetlemek
mümkün.
Bu türden çıkarsamalar yapanların Huntington'dan yaptıkları herhangi bir alıntıyla argümanlarını
desteklediklerine şahit olmak epey zor. Zaten böyle bir alıntı teknik olarak da mümkün değil,
zira Huntington kitabının hiçbir yerinde medeniyetlerin savaşına şahit olacağımızı söylemiyor.
Huntington'ın tezinin temel noktası, sadece ve sadece, Soğuk Savaş'tan sonra günümüz
politikalarının şekillenmesinde belirleyici olan unsurun politik ideoloji değil, kimlik olacağı. Yani
Huntington bir savaştan söz etmiyor. Dünya tarihi boyunca zaten varolmuş olan
kamplaşmaların, bundan böyle politik ideoloji değil, kimlikler doğrultusunda gerçekleşeceğini
belirtiyor o kadar.
Bu noktada sorulacak soru, 'kimlik algısının en üst çatısını oluşturan medeniyetlerin birbirleriyle
ne derece uyumlu ya da uyumsuz oldukları' oluyor elbette. Ancak Huntington bu noktada dahi
bir savaştan söz etmiyor. Hatta tersi yönde ifadeleri de yok değil. Zira kitabında, 'Belli başlı
dünya medeniyetlerin merkez ülkeleri arasında bir savaş çıkması imkansız olmasa bile, fazlasıyla
ihtimal dışı' dahi diyor Huntington! Yani Türkiye'deki sözde analistler Huntington'ı 'kendi
söyledikleriyle' değil, 'onun ağzına koydukları cümlelerle' yargılıyorlar.
Medeniyetlerin İttifakı
Bugün itibariyle 'medeniyetlerin ittifakı' adına çalışmaların yapılıyor, anlaşmaların imzalanıyor
olması, Samuel Huntington'ın tezini sonuna kadar destekliyor olsa da, Türkiye'deki hakim algı,
bu gelişmelerin Huntington'ın 'çatışma' tezine karşı, 'ittifak' antitezinin güçlendiği anlamına
geldiği şeklinde!
Her ne kadar Huntington, 'medeniyetler savaşacak' değil, 'gruplaşmalar medeniyetler bazında
olacak' demiş de olsa, Türkiye'nin algı sorunlu yazarları için bu durum herhangi bir anlam
ifade etmiyor. Zira söz konusu yazarların hemen hepsi, ya Huntington'ı hiç okumamışlar, ya
da 'belirleyicilik', 'çatışma' ve 'savaş' gibi kavramların arasındaki farklı algılamaktan acizler. Bu
nedenle de, medeniyetlerin çatışmasının da, savaşmasının da, ittifakının da, 'medeniyetlerin
belirleyiciliğini' teyit eden farklı gelişmeler olduğunu fark edemiyorlar.


Eylül 02, 2011, 09:30:50 öö
Yanıtla #9
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

sn.Eagle35


Samuel Huntington'ın bu kitabını henüz okumadım fakat benzeri bir kitabı okumuştum GEORGE FRIEDMAN  yazaarı.
Arnold tonybee'nin has adamı ve öğrencisidir huntıngton.Bu kitabın oluşturulmasında emeği olduğu söylenir.Çok uzun tartışmalara şahit oldum tv'den,Komplocuların en büyük ilham kaynağı kitaplardandır.

ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
19 Yanıt
7759 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 12, 2007, 07:57:09 ös
Gönderen: paragon
2 Yanıt
2973 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 04, 2007, 08:10:13 ös
Gönderen: shemuel
18 Yanıt
8718 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 07, 2011, 06:05:50 ös
Gönderen: Masor1976
0 Yanıt
2237 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 21, 2011, 05:50:40 öö
Gönderen: ozkann
0 Yanıt
2805 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 25, 2011, 08:57:38 öö
Gönderen: ozkann
0 Yanıt
2080 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 08, 2012, 12:09:56 öö
Gönderen: Nemeçek...
0 Yanıt
1598 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 11, 2015, 10:32:55 öö
Gönderen: Risus
0 Yanıt
1844 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 16, 2015, 01:37:42 öö
Gönderen: Risus