"Filistin'i dünya hakimiyeti için stratejik bir askeri merkez olmasından ötürü seçtik.."
(Yahudi Kongresi 3. Bşk. Goldman)
SİYONİZM SÖMÜRÜ VE IRKÇILIKTIR Birleşmiş Milletler'in bugünkü gibi emperyalistlerin mutlak bir yan kurumu haline gelmediği 1970'li yıllarda, İsrail aleyhine birçok karar alınmıştı. 1975 tarihli bu kararlardan birinde özetle şöyle deniliyordu: "Siyonizm ırçılıktır, Filistin halkının direnişi meşrudur..." Bu karar, Sovyetler'in yıkılmasının ardından, ABD'nin baskıları ile 1991'de kaldırılmış olsa da, bir gerçek tescil edilmişti. Elbette bunun için, BM kararına da gerek yoktu. Doğuşundan, Ortadoğu'ya taşınmasına ve gerek İsrail toplumu içinde gerekse de Filistin halkına karşı uygulamaları ile gizlenemeyen bir gerçektir ırkçılık.
Siyonist ırkçılık, Avrupa'da gördüğümüz ve Yahudiler'in kendisinin de hedef olduğu ırkçılıktan farklıdır elbette. Filistinliler'i topraklarından sürme temelinde şekillenmiş, sömürüyle ilişkisi de bu çerçevede kurulmuştur.
Siyonizm doğuşu itibariyle felsefi düzeyde ırkçıdır. İlk bölümde değinmiştik. Yahudi düşmanlığını "insan doğasının değiştirilemez parçası" olarak kabul ederek, bunun karşısına kendi ırkçılığını çıkararak varolmuştur. Pratik düzeydeki ırkçılığı ise, devletin mutlak bir şekilde tek bir ırkı barındırmasında, diğer ırkları dışlamasında kendini ifade eder. "Yahudiler'den oluşan ve Yahudiler'e ait bir devlet kurma" düşüncesinin kendisi ırkçıdır. Resmi düzeyde kabul edilmese dahi, siyonist liderler birçok kez bu yaklaşımı çok açık bir şekilde, "tek çözümün Araplar'ın bulunmadığı bir Filistin" olduğu sözleriyle ortaya koymuşlardır. Yalnız burada görüleceği üzere, "ırk" anlayışı, bilinen ırk özellikleri üzerinden değil, dini inanç üzerinden şekillenmektedir. Örneğin, bir Afrikalı Yahudi ile Orta Avrupalı Yahudi aynı ırksal özellikleri göstermez. Bu nedenle siyonist liderler Hitler gibi bir ırk prototipi ortaya çıkarmakta zorlanmışlardır. İsrail toplumunun kendi içindeki çelişkilerinden biri olarak da bu durum varlığını hep korumuştur. Dünyanın dört bir yanından Yahudiler'in göç ettirilmesine dayanan bir yapıda, bu çelişki elbette kaçınılmazdı. Bu nedenle uzun yıllar, örneğin ordunun propaganda afişlerinde vb. "İsrailli" tiplemeleri, Avrupa kökenliler üzerinden yapılmış, esmer İsrailliler daha silik ya da hiç gösterilmemiştir. Bu kendi içinde de olan ırkçılık, asıl olarak da, gerek devlet sınırları içinde, gerekse de dışında yaşayan Araplar'a, Filistinliler'e yöneliktir.
Filistin halkına yönelik katliamlara varan politikanın temelinde, emperyalizmle uyumlu siyasi, ekonomik çıkarların yanısıra, devlet ideolojisinin ırkçı niteliği gözardı edilemeyecek bir paya sahiptir. "Utanç Duvarı"nın kendisi dahi bu yaklaşımın en yalın ifadesidir.
İsrail sınırları içinde yaşayan, Araplar ise, her zaman ikinci sınıf olmuşlardır. Sonraki yıllarda kimisi kaldırılan şu uygulamalar katıksız bir ırkçılığın ifadesidir: Devletin resmi dilinin İbranice olması ve nüfusun yaklaşık %30'unu oluşturan Araplar'ın kendi dilinde eğitim görememesi. Filistinli işçilerin ücretlerinin bir İsrailli'nin ancak yarısı kadar olması, sendikalaşma haklarının bulunmaması, hangi işte ve nerede çılaşacaklarının sınırlanması, kamuda çalışmalarının yasak olması, en temel insan haklarından mahrum bırakılmaları...
Filistin'in İngiliz yönetiminde olduğu 1929'da kurulan ve tüm siyonist örgütlerin üst kuruluşu ve siyasi temsilcisi olan Yahudi Bürosu'nun finanse ettiği projelerde sadece Yahudiler'in çalışabileceği resmi olarak karar altında alınmıştı. 1967'lerde büyüyen sanayinin ucuz işgücünü karşılamak üzere Filistinliler'in İsrail'de çalışmalarına izin verildi. Ancak gündüz çalışıyor, gece İsrail'de kalamıyorlardı, sokağa çıkmaları yasaktı. Birçok işletme, onları daha fazla sömürebilmek için geceleri kaçak olarak fabrikalarda üzerlerinden kilitleyerek, hapsederek tuttu. Bu tür durumlarda yaşanan birçok yangında çıkamadıkları için ölen Filistinliler oldu. Irkçılık, sömürü politikalarıyla içiçe geçerken, sınırda kurulan 'köle pazarı' benzeri yerlerde, Filistinli aileler çocuklarını gündelikçi olarak kiralıyorlardı. İsrail'de çalışan Filistinli bir emekçi, asla süreli bir iş sahibi olamıyor, istedikleri zaman işten atılıyor, maaşlarından sendika aidatı kesiliyor ama sendikaya üye olamıyorlar. Aynı şekilde maaşlarından vergi, sosyal sigorta, emeklilik gibi kesintiler yapılmasına karşın, bu haklardan yararlanamazlar. Çünkü bu haklardan yararlanmak için İsrail'de yaşamak gerekiyor ve onların geceleri kalmasına dahi izin verilmiyordu.
Siyonist sermayenin Filistin'i sömürgeleştirdiği, devlet kurulmadan önce üç temel sloganları vardı. 'Toprağın Fethi' sloganı; toprağın sadece Yahudiler tarafından işlenmesini ifade ediyordu. Bunun için parayla satın alma ya da Filistinliler'i zorla sürerek ele geçirme yöntemleri kullanıldı. 'Emeğin Fethi' sloganı; Yahudi işletmelerinde sadece Yahudiler'in çalışmasını öngörüyor, sendikalar da Arap işçileri örgütlemedikleri gibi, Arap emeğinin boykot edilmesine öncülük ediyorlardı. 'Toprağın Ürünü' sloganı ise; Arap topraklarının ürünlerinin boykotunu içeriyordu. Bu ırkçılık devletin kuruluşuyla, resmi ideolojiye dönüştü. "Dönüş Yasası" bunun örneklerinden biridir. Buna göre; dünyanın neresinde doğarsa doğsun bir Yahudi gelip İsrail'e yerleşebilir, ama işgal edilen bir yerde, örneğin Kudüs doğumlu Filistinli terk etmek zorunda bırakıldığı toprağına geri dönemez.
Siyonizm, aynı zamanda emperyalizm adına bir sömürgecilik hareketidir. Ancak bu sömürgecilik, Avrupa sömürgeciliğinden farklı olarak, sadece sömürgeleştirilen topraklarda yaşayan halkın emeğini, zenginliklerini sömürmeyi değil, daha çok onları topraktan sürmeyi amaçlayan bir sömürgeciliktir. Kendi toplumu içinde de, emekçilerin daha yoğun sömürüsünün ideolojik kalkış noktası olmuştur. Yukarıda Arap emekçilere yönelik ırkçı uygulamalar bu konuda örnektir. Bir başka örnek ise, Arap'ı, Yahudisi ile bütün emekçilerin, İsrail devletinin (siyonizmin) güvenliği adına her tür hak aramalarının birçok kez yasaklanmasıdır. Çarpıcı olan ise, güya bir "işçi örgütü" olarak kurulan Histadrut aracılığıyla yaşama geçiriliyor oluşudur. Özellikle Yahudi göçünün yoğunlaştığı ve siyonist sermayenin aktarma yoluyla değil doğrudan göçle geldiği 1920-35 arasında, siyonizmin çıkarlarıyla çatıştığına karar verdiği birçok grev bizzat Histadrut tarafından yasaklanmıştır.
Bugün de ırkçılık hem içeride, hem de Filistin halkına karşı en yaygın şekilde sürmektedir. Güney Afrikalı Başpiskopos Desmond Tutu, 2002 Nisanı'nda 'Kutsal Topraklarda Aparthaid' başlığıyla The Guardion'da yayınlanan konuşmasında, şunları söylüyordu: "Anlaşılmaz ve haklı görülemez olan şey, İsrail'in kendi varlığını güven altına almak için başka halklara yaptıklarıdır. Kutsal Topraklar'a yaptığım son gezide çok derin şekilde üzüldüm; burası bana Güney Afrika'da biz siyahi insanlara yapılanları çok hatırlattı. Filistinliler'in kontrol noktalarında ve yollarda maruz kaldıkları aşağılamayı gördüm; aynen beyaz polislerin bizi etrafta serbestçe dolaşmaktan alıkoymalarında olduğu gibi acı çekiyorlardı."
Güney Afrika'nın Aparthaid rejiminin yerinde siyonist devlet; zencilerin yerinde ise Filistinliler vardır. İsrail'e yönelik eleştirileri hemen anti-semitizmle suçlayarak bastıran siyonistler, ırkçı Güney Afrika rejimiyle de en sıkı ilişkilere sahip ülkelerden biriydi. Aparthaid rejimi zencilere en koyu ırkçı uygulamaları yaparken, İsrail onunla askeri anlaşmalar imzalamış, ırkçı rejime destek vermiştir.
ORDU VE MİLİTARİST YAPI Filistin Ulusal Konseyi'nin Temmuz 1968 tarihli "Filistin Ulusal Sözleşmesi"nin bir maddesinde, siyonizm şöyle tarif edilmektedir:
"Madde 22 - Siyonizm uluslararası emperyalizmle organik bağları bulunan ve dünyadaki kurtuluş hareketleriyle ilerici hareketlerle çelişen siyasal bir harekettir. Doğası gereği ırkçı ve fanatik, amaçları gereği saldırgan, yayılmacı ve sömürgeci ve yöntemleri gereği faşisttir. İsrail, siyonist hareketin aletidir, Arap yurdunun ortasına stratejik olarak yerleştirilmiş, Arap ulusunun kurtuluş, birlik ve ilerleme umutlarıyla savaşan dünya emperyalizminin coğrafi üssüdür. İsrail, Ortadoğu'da ve tüm dünyada barışa yönelik sürekli bir tehdit kaynağıdır."
Sıkça "Ortadoğu'da barış"tan söz edilir. Siyonist devletin tam da burada ifade edilen varlık nedeni ve nitelikleri anlaşılmadan, bu "barış" söylemlerinin de hiçbir anlamı yoktur. Zira, daha kuruluşundan, hatta ilk Yahudi göçünden itibaren Ortadoğu'yu emperyalist çıkarlarla bütünleştirme hedefiyle yola çıkan bir hareketten ve onun kurduğu devletten söz ediyoruz.
İsrail'in kurucularından, Dünya Yahudi Kongresi 3. Başkanı Dr. Nahum Goldman, 1947'de Montreal'de devletin "neden ille de Filistin'de kurulmak istendiği?" sorusuna, "Uganda'yı, Madagaskar'ı ya da başka yerleri elde edebilirdik" dedikten sonra, şu cevabı veriyordu:
"Filistin'in dini öneminden, ölü deniz sularından buharlaşma yoluyla beş trilyon değerinde metaloid ve toz halinde metal elde edileceğinden, Filistin toprak altının Amerika kıtasının tüm rezervlerinin toplam yirmi misli fazla petrol ihtiva ettiğinden değil, Filistin'in Avrupa, Asya ve Afrika arasında bir kavşak noktası olmasından, Filistin'in dünya hakimiyeti için stratejik bir askeri merkez olmasından ötürü!"
"Süveyş Kanalı'nın bekçisi olacağız" söylemiyle örtüşen bu sözler, İsrail devletinin emperyalizmin bölge ve dünya hakimiyeti açısından önemini gösterdiği gibi, bu önemin "stratejik askeri merkez" olarak tanımlanmasını da ortaya koyuyor.
Bu misyonun oynanabilmesi, yani Ortadoğu'nun emperyalist çıkarlarla bütünleştirilmesi ise; ancak sürekli bir savaş, halkların terörize edilmesi, katliamlar, suikastler, toprak işgalleri, direnenlerin sindirilmesi ve ezilmesi ile mümkündür. Emperyalistler bir yandan Arap diktatörler aracılığıyla, sömürü çıkarlarına darbe vuracak olan, "Araplar'ın birliği"ni engellerken, asıl olarak da İsrail'i kullanır. siyonist devlet, Arap ulusunun birliğine karşı bir sabotaj unsurudur. Onyıllardır hiç bitmeyen işgal ve katliamları ile bölge halklarının kendi ayakları üzerinde durmasını engelleyerek, bölgeyi, emperyalist politikaların uygulanabileceği bir zeminde tutmaktadır. İsrail'in bir devlet olarak neden "savaş makinası" olarak örgütlendiğinin ve "ordu devlet" tanımlamasının cevabı da buradadır.
Siyonistlerin bir ordu kurma çalışmaları, 1920'den itibaren başlar, yani Filistin'e ilk göçlerin kısa süre sonrasında. Haganah, İrgun, Stern (Lehi) gibi siyonist çeteler, bugünkü ordunun çekirdeğidir. Daha kuruluşlarından itibaren Filistinliler'e karşı terör eylemlerine başladılar, Arap nüfusu sürmek için sayısız saldırı gerçekleştirdiler. Ve bu süreçte Filistin halkının örgütlü bir direniş hareketi de yoktur. Yani, o bilinen İsrail vahşetinin, terörün, Filistin halkının direnişiyle açıklanması da doğru değildir. İngilizler'in de desteğiyle teröre ve toprak işgallerine yönelen siyonist çetelerin katliamlarından biri olan, 1948 Deir Yassin Köyü Katliamı'nda 250 kişi katledilirken, tutsak aldıkları kadınları, genç kızları Kudüs sokaklarında kırbaçlayarak dolaştırmışlardı. Örgütsüz Arap halkı üzerinde bu tür vahşet örnekleriyle korkuyu büyütmüş ve 700 bin Filistinliyi topraklarından sürmüştür. 1902'de Filistin'deki Yahudi nüfusu 25 bin iken, 1947'de 600 bine ulaşmış, toprak mülkiyetinde de 1918'de %2.5 iken, 1947'de %77.5'e yükselmiştir. İsrail devleti de bundan sonra kurulur.
15 Mayıs 1948'de İsrail devletinin ilan edilmesinden sadece on gün sonra, çeteler birleştirilerek İsrail Güvenlik Güçleri'nin kuruluşu ilan edildi. Yeni bir devlet olmasına karşın, iki ay gibi kısa bir süre içinde de, dönemin koşullarında en gelişmiş teçhizatlarla donatılmış, en mükemmel ordulardan biri haline geldi. Elbette ki, İsrail'in kendi dinamikleriyle değil, ABD, Fransa ve İngiltere desteğiyle. Klasik bir orduda bulunabilecek birliklerinin yanısıra, özel birlikleri de ihtiva eden ordu, 1970'lere gelindiğinde, dünya çapında en gelişmiş orduların başında yeralıyordu. Bu yıllarda İsrail ordusu 170 bin kişilik bir askeri güce sahipti. Bu bile, o yıllarda 3.2 milyon olan nüfusa göre "normal" olmayan bir rakamdır. Ancak, askerileşmiş toplumun çarpıcı bir örneği olarak, bu sayı bir çağrı ile 455 bine kadar yükseliyordu. Milli gelirden orduya ayrılan pay da, hiçbir ülkede olmayacak şekilde yüzde 25-30 arasındadır.
İsrail hükümetlerinin oluşumunda, karar mekanizmalarında, ordunun ve ordu kökenli unsurların mutlak bir hakimiyeti vardır. Tüm bir tarihi boyunca, siyonist çete ve ordu geçmişi olmayan çok ender hükümet kabinesi görülür. Öyle ki, 1955-67 arasında Savunma Bakanları ile Başbakan aynı kişi olmuş, siyasi ve askeri tüm kritik kararlarda, askeri gereklilik öncelikli olmuştur.
Savaş makinası böyle yaratılırken, toplumsal yapı da buna uygun olarak şekillendirildi. Sürekli bir şekilde "güvenlik, İsrail devletini Araplara karşı koruma" propagandası etrafından militarize edilen toplumsal yapıda, gerçekte sivil olan neredeyse hiçbir kurum yoktur. Geçen hafta İsrail Genelkurmay Başkanı, ne kadar "demokratik" olduklarını göstermek için şöyle diyordu: "Ne pahasına olursa olsun, İsrail'in demokratik görünüşünü koruması gerekir." Evet, yıllardır dünyaya yutturulan "Ortadoğu'nun en demokratik devleti"nde, sivil ve demokratik olan her şey "görüntü"dür. 1999-2003 arasında İsrail Meclisi Başkanlığı yapan Avraham Burg da, "Siyonizmin sonu yakındır" başlıklı yazıda, bu yalana başka bir açıdan şu cevabı veriyordu: "Bir yandan Filistinli çoğunluğu İsrail çizmesi altında bastırıp diğer yandan Ortadoğu'daki tek demokrasi olduğumuzu iddia edemeyiz." (15 Eylül 2003, The Guardion)
Siyonist sağ ve merkez solun arasındaki çatışma da geçmişten beri sahte, düzmece bir şeydir. Siyonist projede, emperyalizmin jandarmalığında hiçbir farkları yoktur. İsrailli Arap Milletvekili Azmi Bişara'nın deyişiyle, 'İsrail parlamentosu' diye adlandırılan savaş sirkinin, yani savaş dansı yapan bir kabilenin demokratik olduğu söyleniyor; savaş davulları çalan, askeri orkestra ritmiyle stüdyo ve matbaada yürüyüş yapan tabura da çok sesli İsrail medyası deniliyor."
İsrail'in bütün kurumları onun misyonuna uygun olarak askeri tarzda ve siyonist ideolojinin gereklerine göre dizayn edilmiştir. Yerinde olarak yapılan, 'İsrail'in ordusu yok, ordulaşmış devleti var' tespiti de, bu gerçekliği yansıtır. Yukarıda örnek verdik, Histadrut, sanırız dünyanın en tuhaf işçi sendikasıdır. İsrail parlamentosunun 2002 Şubatı'nda, sorguda işkence yapılmasını yasallaştırarak, dünyada bu ünvana sahip tek ülke olması, bu yapının doğal sonucu olarak karşımıza çıkan bir başka örnektir.
Savaş makinasının asıl gücünü, dün olduğu gibi, bugün de emperyalistlerin askeri ve mali desteği sağlamaktadır. 1948-1968 arasında İsrail 7.5 milyar dolar ile Amerikan yardımı alan ülkeler arasında ilk sıraya oturdu ve bu durumunu, emperyalizmin Ortadoğu politikalarındaki yerini koruduğu ölçüde, terk etmedi. Bugün ABD, her yıl -borç adı altında verilenlerin dışında- 5 milyar dolar yardım yapıyor. ABD Dış Yardım Bütçesi'nin %30'unu alan İsrail, yine dünyada en çok ABD yardımı alan ülke konumunda. Bu yardımların dörtte üçünün yine Amerika, Almanya başta olmak üzere emperyalistlerden F-16 ve Apache saldırı helikopterleri gibi askeri malzemelerin alınmasında kullanılması ise, yardımın neden verildiğinin bir başka cevabıdır.
Amerikan askeri yardımı salt silah satışı, desteğiyle de sınırlı değildir. Tank, uçak, savunma sistemleri gibi alanlarda, teknoloji transfer ediyor ve bu silahların satışı İsrail aracılığıyla yapılıyor. Burada, İsrail savaş makinasını destekleme amacının dışında dikkat çeken bir başka nokta daha vardır. Satıcının İsrail olması, siyonist devletin ilişki geliştirmesine ve doğal olarak meşrulaşmasına hizmet ediyor.
Militarist yapının bir başka unsuru da yerleşimcilerdir. Avraham Burg'un da kabul ettiği gibi, "yerleşimler devleti" haline gelen İsrail'in devlet politikasında, yerleşim birimleri özel yere sahiptir. Tarihsel olarak birkaç aşaması bulunur, bugünkü yoğunluğuna ise, 1967 işgali ve sonrasında, Batı Şeria ve Gazze'de işgali süreklileştirmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla kavuştu. Askeri-stratejik amaçlara uygun olarak, 1975'te tasarlandı ve adım adım uygulandı. Filistin içine sokulan yerleşim birimleri doğaldır ki, kendi içinde risk de taşıyordu. Dini, ırkçı ideolojik motivasyona sahip unsurlara devletin özel desteği de çok gerekmiyordu. Zira, bu idelojiye göre, Batı Şeria zaten ezelden beri İsrail topraklarıydı. Bunun dışında da yerleşimcilere büyük devlet yardımları ile teşvik sağlandı.
İşgalciliğin ve emperyalist çıkarları ikame edebilecek güce ulaşmanın vazgeçilmez bir politikası olarak onyıllardır uygulanan yerleşimcilerin, özellikle ideolojik motivasyona sahip ırkçı unsurları, daha ilk günden itibaren Filistin halkına yönelik binlerce saldırı gerçekleştirdiler. Zaten yerleşimcilerin öne çıkan özellikleri de, silahlı, saldırgan oluşlarıdır ve ne derece "sivil" olarak kabul edilmesi gerektikleri dahi tartışılır düzeyde askerileşmişlerdir.
Eylül 1982'de İsrail, Lübnan'ı bir kez daha işgal etti. FKÖ üslerinin olduğu Batı Beyrut'un dünyayla ilişkisi kesildi, yiyecek, su, yakıt her şey yasaktı, Üniversiteler kapatıldı, silahsız kitle gösterilerine ateş açıldı, Belediye Başkanları görevden alındı. 'Beyrut Kasabı' Şaron komutasındaki İsrail Ordusu, Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına saldırdı. 4 bin Filistinli mülteci vahşi yöntemlerle katledildi.
'Judenrein' ve Siyonist-Nazi işbirliği Siyonistlerin meşrulaşmasında, Naziler'in 6 milyon Yahudi'yi katletmesinin büyük etkisi oldu. Holywood ve daha başka araçları etkin olarak kullanan siyonistlerle, fırınlarda yakılan Yahudiler iki nedenden dolayı ayrı tutulmalıdır. 1) Siyonist devletin onyıllardır Naziler'le yarışan bir vahşeti uygulaması. 2) Siyonist-Nazi işbirliği.
2. Paylaşım Savaşı arifesinde şöyle bir tablo vardı. Siyonistler, devlet kurmak için Yahudiler'i Filistin'e göç ettirmek istiyorlardı. Naziler; başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa'yı "Yahudisizleştirme"yi (judenrein) amaçlıyorlardı. İngiltere; Ortadoğu'da emperyalizmin ileri karakolu olacak bir siyonist devlet kurmak için göçe destek veriyor, aynı zamanda, Naziler kendi çıkarlarını tehdit edene kadar, sosyalizme karşı "ittifak" olarak görüyorlardı. Bunu, 1938 Münih Anlaşması ile de ortaya koymuşlardı.
Naziler'in iktidara gelişiyle; SS'ler başta Yahudiler olmak üzere, tüm toplumu, muhalifleri baskı altına alırken, Almanya Siyonist Federasyonu'nun önü açıldı. SS'lere bu konuda talimat da verilmişti. Mart 1935 tarihli bir polis kararnamesi, açıkça Yahudi eylemlerinin önlenmesini, siyonistlere ayrıcalık tanınmasını söylüyordu. Yahudiliği ifade eden tüm simgeler yasak, Nürnberg Yasaları ile vatandaşlık hakları dahi ellerinden alınırken, sadece siyonist amblemin taşınmasına, kendi üniformalarını giymelerine izin verildi. SS'ler, baskıyla göç ettiremedikleri Yahudiler arasında siyonist düşüncenin yayılması için de çalıştılar. Siyonist gazete Juedsche Rundschau'un satışı dört kat arttı. Yahudi düşmanı, Nazi Partisi ve SS üyesi Von Mildenstein, siyonistlerle dost ve ilişkiyi sürdürüyor, Filistin'e gidiyor, Nazi gazetesinde siyonizme övgüler içeren yazılar yazıyordu.
Siyonistlerin, Yahudiler'i "Filistin'in zorlu koşullarına hazırlama" düşüncesi de SS'lerce desteklendi. Bin kadar siyonist genç, 1935'de, Viyana Yahudi Göç Dairesi Başkanı Eichmann ile siyonist liderlerden Moşe Bar Gilad arasındaki anlaşma gereği, Avusturya SS kamplarında eğitildiler. Benzeri bir anlaşma Almanya'da Gestapo ile Siyonist örgütten Pinhas Ginsberg arasında imzalandı. Irgun, Hagana ve Stern gibi siyonist çetelerde bu gençler oldukça "faydalı" oldular ve öğrendikleri Nazi yöntemleriyle Filistin halkının kanını döktüler.
Naziler, İngilizler'in de desteğiyle siyonistlerle açık ve zımni işbirliği içinde gönderebildikleri Yahudiler'i Filistin'e gönderdikten sonra, kalanları fırınlara yolladılar.
Elbette, "Yahudiler'i göç ettirme" temelindeki bu işbirliği, onların sürekli müttefik olacağı anlamına gelmiyor, böyle de olmadı. Naziler amaçlarına ulaştıkça siyonistleri de "dost" defterinden sildikleri gibi; siyonistler de, çıkarları ters düştüğünde, israil'in kuruluşunun önünü açan İngiltere'ye karşı da saldırılar düzenledi. Ancak tarih, Siyonistlerin Naziler'le olan işbirliğini de kayıtlara geçti.