Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Cumhuriyet  (Okunma sayısı 1638 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Şubat 19, 2017, 05:21:24 ös
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

Fransız hukukçu Jean Bodin’in (1530-96) yazdığı Six Livres de la République, On Altıncı yüzyılda politika teorisi üzerine yazılmış olan en önemli kitaptır. Aziz Bartholomeos Günü Katliamı’ndan sadece dört yıl sonra, Fransa’da Din Savaşları devam ederken 1576 yılında yayımlanmış olan kitap, güçlü bir monarşinin tek başına politik düzen sorununu çözebileceği tezine dayanıyordu. Ancak Bodin de monarşinin Huguenot’ları bastırmaya çalışarak sadece kendi kendine zarar vereceğini düşünüyordu. Bundan dolayı o da esas olarak dini değil, devleti ilgilendiren sebeplerden ötürü dinde hoşgörüyü savunmuştur.

Soyluların ve halkın yeni bir din ya da mezhebe rıza gösterip kabul etmesi güç olabilir, aynı şekilde dini ya da mezhebi değiştirmek veya baskılamak bütün devleti tehlikeye atmadan imkânsız değilse bile pek zordur. Her iki durumda da en çok tavsiye edilen şudur; Devletin prens ile yöneticileri, becerikli kaptanları kendilerine örnek alsın, istedikleri limana giremediklerinde, ulaşabilecekleri bir limana doğru dümenlerini çevirsinler. Evet, zaman sık sık onların yönlerini değiştirir, fırtınalar ve kasırgalar çıkarır, istenen limana ulaşmaya çalışırlarken kazaya uğrarlar. Bu yüzden o din ya da mezhebe katlanılacaktır, yoksa devletin yıkımı ve felaketinden kaçılamaz: Devletin sağlığı ve refahı yasalar nazarında en önemli şeydir. Bu nedenledir ki İmparator Konstantin, Aryanların22 kuruluşlarına ve okullarına katlanmıştı; muhtelif kişilerce yazıldığı gibi, onlara karşı hissettiği sevgi ve şefkatten değil, tebaasını ve devletini bu şekilde sessizce koruyabilmek için. Yine Büyük Theodosius, kendisi Katolik olduğu ve Aryanların görüşlerine karşı çıktığı halde hiçbir surette baskılayamayacağından onların dinlerine ses çıkarmamıştı. Bu şekilde her iki tarafı da barış ve itaat içerisinde idare etmişti. Theodosius’tan sonra imparator Zeno tüm dinlere mensup kişileri kendi içlerinde ve devlet ile uzlaştırabilmek için birlik ve sükûnet ya da huzura dair bir ferman çıkarılmasını emretti. Onu örnek alarak Anastasius kayıtsızlık kanununun çıkarılmasını sağladı. Böylece ateşli ve şamatacı vaizlere yol verilirken ciddi ve mütevazı vaizler el üstünde tutuldu. (…)

Din konusunda birbirinden birbirine fark gösteren çeşitli insan toplulukları içinde hangisinin en iyisi olduğuna karar verme sorumluluğunu burada üzerime almayacağım (yine de sadece tek bir doğru ve ilahi yasa vardır ve o da Tanrı’nın ağzından çıkmıştır). Lakin eğer prens dininin doğruluğunda iyice eminse ve tebaasını mezheplere ve gruplara bölecekse, bunu (benim fikrimce) zorlama yoluyla gerçekleştirmemelidir: Zira insan aklı böyledir, onları ne kadar zorlarsanız o kadar inatçı olurlar ve burunlarının dikine giderler; onlara ne kadar büyük ceza verirseniz o kadar az fayda sağlarsınız. İnsanın ortak doğası böyledir, kendi isteğiyle bir şeyleri sevebilir, zorlanamaz; bunun yerine dininin doğruluğuna iman etmiş bir prense, bitkin düşmeden veya ikiyüzlülük etmeden inandıklarının peşinden gitmek ve onları yerine getirmek, bunu yaparken de yüce Tanrı’ya samimi bir şekilde kulluk etmek yakışır. Böylece tebaasının iradesini ve fikrini kendisine hayranlık duymaya ve onu örnek almaya yöneltir, bir zaman sonra bütün mezhep ve fikirlerin bile kökünü kurutur. Bu sayede ayaklanmalardan, belalardan ve iç savaşlardan kaçınmakla kalmaz, aynı zamanda başıboş tebaasını refah limanına götürür. (…)

Türklerin büyük imparatoru, dünyadaki her prensinki kadar büyük bir sadakat ile atalarından kendisine gelen dine hürmet etmiş ve onu gözetmiş, ancak ötekilerin tuhaf dinlerine nefret duymamıştı; aksine, herkesin kendi vicdanı doğrultusunda yaşamasına müsaade etmişti. Evet, böyle idi, üstelik Pera’daki sarayının yakınlarında dört ayrı din, yani Yahudilerin, Hıristiyanların, Yunanlıların ve Muhammedilerin dinleri yaşanmaktaydı. Bunun yanı sıra Caloger’lere ya da Athos Dağı’nda23 yaşayan dindar keşişlere kendisine dua etsinler diye sadaka yolladı. Aynısını Augustus da Yahudilere yapmıştı; Augustus düzenli olarak onlara sadaka ve Kudüs’e kurbanlık yollardı; kendisinin ve devletin refahı için her gün kurban kesilmesini emretmişti. Çünkü Türkler gibi eskiler, saf akıldan türeyen tüm dinlerin tanrılar nazarında kabul gördüğüne ikna olmuşlardı. Buna rağmen Romalılar yabancı dinleri kolaylıkla kabul etmezdi ama şehirdeki herkesin şahsi davranış ve yaşayışlarına ve dinlerine izin verirlerdi. Evet, Romalılar İsis ve Esculapus’un kurbanlarını kabul etmiş, Pantheon’un bütün tanrılara adanmasına müsaade etmişti. Bütün insanlar içinde sadece Yahudiler diğer dinleri küçümserdi, bu şekilde kendilerine karşı bütün insanların nefretini kazandılar. (…)

Ahlaksız, tuhaf ayinlerin ve törenlerin ve iktidarın tebaasının çoğunluğunun nefret ettiği diğer uygulamaların devletten uzak tutulması bence iyi ve faydalı olur. Çünkü tebaanın birbirine duyduğu sevgi korunmalıdır, bu sevgi bilhassa dinle ilgili meselelerde rıza ve anlaşma ile beslenir ve devam ettirilir. Ancak aynı din komşu milletlerin görüşünce ve tebaanın çoğunluğunca seviliyorsa cezalarla bastırılmamalıdır, aynı zamanda isyana tahrik etmeden açıkça yaşanamıyorsa, o zaman kimsenin dinini özel olarak yaşamasının yasaklanmaması sağlanmalıdır. Aksi takdirde dinini yaşamaktan mahrum bırakılanlar ve bununla beraber başkalarının dininden hoşlanmayanlar hep birlikte tanrıtanımaz olurlar (ki bunu her gün görüyoruz). Artık bir kere Tanrı korkusunu kaybettiklerinde hem yasaları hem de yargıçları ayakları altında çiğnerler, her tür küfrü ve kahpeliği kendilerine âdet edinirler, öyle ki bunun insani yasalarla telafi edilmesi mümkün olmaz. (…) Zira devletin düzeninin Tanrı korkusu olan insanın iradesi tarafından değil de insanoğlunun emir ve yasalarıyla korunacağını düşünenler pek yanılırlar. Çünkü en büyük zorbalık bile anarşiden daha acıklı olamaz, ne prens ne de yargıç olduğundan itaat eden de hükmeden de, olmadığında, bütün insanlar hür iken ve cezalandırılma korkusu yokken hayatın düzeni sarsılır. Buna göre en büyük hurafe tanrıtanımazlık kadar nefret edilesi değildir. (Benim görüşüme göre) çoktanrılı dinlere inananlarla hiç tanrısı olmayanlara aynı cezanın verilmesi gerektiğini, kabul edilen tanrıların sonsuzluğu dolayısı ile ulu ve ebedi Tanrı’nın ortadan kalktığını düşünenler insanları gücendirirler. Çünkü bu hurafe denilen şey her ne kadar büyük olsa da yine de insanoğlunda yasalar, yargıçlar ve birbirleri arasındaki karşılıklı görevler konusunda korkuyla karışık saygı uyandırmıştır. Oysa ki ateizm kötü işler yapmaktan korkmayı insanların aklından silip atmıştır. Bu yüzden iki sakınca, (yani) ateizm ve hurafe söz konusu olduğunda büyük olanını reddetmeliyiz. Fakat bizler doğru olan dini açıkça yaşayamadığımızda, yani tek yüce ve ebedi Tanrı’ya tapamadığımızda, halkın inandığı dini ayıplayıp insanları dinsizliğe ya da isyana yöneltiyormuş gibi görünmemek için kamu hizmetine dönmek daha iyidir. Böylece akıllar, tek bir yüce ve ebedi Tanrı’ya hürmet etmeye devam eder.

* John Bodin, Devlet Üzerine Altı Kitap, çev. Richard Knolles, Londra, s. 382, 537–40.

http://www.dusuncetarihi.com/makale/cumhuriyet.html
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo