Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Çok iddialıyız, dikkatli olmalı  (Okunma sayısı 3544 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Haziran 08, 2012, 11:19:34 ös
  • Ziyaretçi

Materyalist düşünce biçimine körü körüne bağlandığımızdan endişe ediyorum. Evreni tümüyle matematiksel olarak açıklayabileceğimiz düşüncesi bana çok iddialı, hatta biraz da cahilce geliyor. Daha da tehlikeli olan “madem sen evrenin matematiksel yöntemlerle açıklanamayacağına inanıyorsun, o halde teistsin” düşüncesi. Neden “ya sıfır ya bir” diyerek zıtlaştığımızı anlayabilmiş değilim.

Evimizdeki televizyonun nasıl çalışıtığını anlayabilmek için televizyonun devrelerini, içinden geçen elektrik akımının ekrandaki yansımalarını incelemek başlangıçta iyi bir yol gibi görünebilirdi. Devrelerin bir kısmı bozulduğunda ekrandaki görüntünün de değiştiği gözlemlenir, ekrandaki görüntünün tümüyle matematiksel olarak açıklanabilecek elektrik akımlarının bir sonucu olduğunu, televizyonun kutusunun dışında bunu açıklamak için gerekli  hiç bir şey olmadığını düşünebilirdik. Oysa bu düşünce şekli tutarlı olmakla beraber gerçeği, yani televizyonu havada yayılan, gözle görülemeyen sinyallerin harekete geçirdiği gerçeğini tümüyle gözden kaçırmamıza neden olacaktı.

Platon, insanın tüm gözlemlerini sırtını ışığa dönmüş mağara insanlarının mağara duvarında gördüğü gölgelere benzetmişti. Mağara insanları arkalarına dönmedikçe gerçeği asla anlayamayacaklardı. Platonist düşünce biçimini çok hızlı terkettik, matematik her şeydir, dedik. Ama bana kalırsa acele ediyoruz.

1990 yılında insanın gen haritasının çıkarılması için 3 milyar dolarlık proje bütçesinin onaylandığı gün moleküler biyologlar için bir bayram günüydü. Artık insanın neden böyle olduğu tümüyle matematiksel olarak açıklanabilecekti. Yıllar bize bol miktarda düş kırıklığı getirdi. Şempanzenin gen haritasının çıkarılması projesini yöneten Dr. Svante Paabo, 2005 yılında “elimizdeki veriler, insanın şempanzeden neden bu kadar farklı olduğunu açıklayamıyor derken, evrenin hakimi insandaki 23.000 gene karşılık pirinçte 38.000 gen olması herkesi şaşırtıyordu. Hepsinden daha kötüsü insan, maymun ve domuz embriyoları uzunca sayılabilecek bir süre boyunca birbirinin neredeyse aynısıyken daha sonra insanın kolları bu biçimde çıkarken maymun veya domuz embriyosunun aynı yolu izlemeyişi de net olarak açıklanamıyordu.

İngiliz biyolog Dr. Lewis Wolpert ile fizikçi Dr. Rupert Sheldrake 2009’da bir iddiaya girdiler. Dr. Wolpert herhangi bir gen dizilimi bilinen bir emriyonun ileride kollarının ve bacaklarının nasıl şekilleneceği, genetik bir yanlışlık olup olmayacağının 2029’da kesinlikle bilinebileceğini söylerken Dr. Sheldrake aksini iddia ediyor. Kazanan 2009’da iki bilim adamının ortaklaşa aldığı bir kasa Porto şarabının sahibi olacak. Sonucu birlikte göreceğiz, ama şu ana kadar gelişmeleri Dr. Sheldrake’in lehine gidiyor.

Platon’un modelini terketmekte aceleci mi davranıyoruz? Duvardaki gölgeleri anlayabilmek için gölgey yapan cisimin atomlarını ve subatomik özelliklerini anlayabilmek yeterli değil, arkaya bakıp ışığı da görebilmek gerekli. Biz ışıkla ilgilenmeyi reddediyor, her şeyi daha küçük parçalara bölerek açıklayabileceğimizi söylüyoruz.  O halde şu sorgulamayı yapmak yerinde olmaz mı? Bir canlının bedenini oluşturan parçacıkların tümü, bir cansızı oluşturan parçacıklarla tümüyle aynı. Canlıyı oluşturan parçacıklar neden bir süre birlikte durmayı, birlikte bazı eylemlerde bulunmayı, ve süre dolduktan sonra birbirlerinden ayrılmayı tercih ediyorlar? Ölümden sonra canlının bedenindeki tek değişim, parçacıkların artık birlikte durmayı tercih etmemesi. Bu tercihin mantıklı bir açıklaması var mı?

Akıl,varlıktır desek Platon bize hak verebilirdi. Maddeden bağımsız olan fikirler Platon’un modelinde duvardaki gölgelerin oluşmasına neden olan ışık kaynağı idi. Gelin, evreni matematiksel olarak açıklayamamanın bağnazlık olduğu düşüncesinden vazgeçelim. Televizyonu yalnızca kutunun içindeki devreleri inceleyerek asla anlayamayacağız. Kutunun dışına da bakmak zorundayız.
 



Haziran 09, 2012, 01:58:11 öö
Yanıtla #1

Sayın Gercek nerede,

Platonist düşünceyi terketmiş olduğumuzu söylüyorsunuz. Türkiye'ye bakınca tam tersi bir durum ile karşılaşıyoruz. Dünyada durum nasıl? Dengede gibi. Öyle başını almış giden bir materyalizm yok. Zaten bilimadamı, görününle/kavranabilenle uğraşır. Ruhlar, cinler gibi metafizik alemi bilimin konusu değildir. Haliyle bilimadamı materyalist olmalıdır. Ki pek çoğu olmuştur ve bugüne gelmemizde nice katkıları olmuştur.

Sizin fikrinizi şöyle özetleyebiliriz: "televizyonu matematiksel olarak açıklayabilmemiz onun bir yaratanı olduğu gerçeğini değiştirmez." Bu fikri de şuna indirgeyebiliriz "bir şey var ise yaratılmış olmalıdır." Ama aynı soruyu tanrı için de sormak lazım. Madem var olmak için yaratılmak gerekiyor tanrıyı kim yarattı? Kimse. Öyleyse neden televizyonu da kimse yaratmamış olsun? Kainat pek ala tanrının ya kendisiyse? Carl Sagan'ın şu sözünü severim:

" Tanrı daima vardı diyorsak, neden bir basamak atlayıp, evrenin de daima var olduğu sonucuna varılmasın? "

Üstelik Platon deyince aklıma hep Platon'un sanat hakkında söyledikleri gelir aklıma. Hoş, onu da başka bir başlıkta tartışırız.

Sonra o televizyondan çıkan dalgalar... Onları da matematiksel olarak açıklayabiliyoruz. İşin özü, bugüne değin atomdan oluşmamış bir şey görülmemiştir; görülmeyecektir de. Atom yaratılmış mıdır? Siz diyorsunuz ki tanrı yaratmış. Ben de diyorum ki tanrıyı kim yarattı? Siz diyorsunuz ki, yaratılmamış. Ben de diyorum ki atom yaratılmamıştır.

Çok büyük iddialarda bulunmuyorum/bulunmuyoruz. Ama biri çıkıp üç kanatlı görünmeyen yaratıklardan bahsedecek olursa... Açıkçası büyük iddialarda bulunan o olur. Ne ben, ne de ben gibi düşünenler değil.

Saygılarımla.

Şunu da eklerim isterim ki,

İnsan ölünce onu oluşturan atomları dağılır. Bunda mantık dışı yahut ilahi bir unsur yok. Dağılan atomlar farklı şekillerde hayat bulurlar. Ve belki de dönüp dolanıp yine bir insan olur. Belki bir ot, belki bir çöp. Ama Lavoisier ""Yasası"" ne der?

:

"Özdekçiliğin başlıca savlarından birini tanıtlamış olan 18. yüzyılın büyük Fransız bilgini Lavoisier, bilimsel alanda devrim yapan bu çok önemli yasayı şu basit deneyle ortaya koymuştur: belli bir miktarda civayı, içinde belli metreküp hava bulunan bir cihazda ısıtmıştı. Isıtılan civa, okside olmaya başlamış... ve ağırlığı artmıştı. Civayı ve havayı tartan Lavoisier, birinde azalan miktarın öbüründe artmış olduğunu gördü. Deneyi tersinden tekrarladı, eşdeyişle civa oksidi yeniden ısıtarak bir miktar gaz elde etti. Gazı ve civayı tartınca gene birinde eksilenin öbüründe arttığını arttığını saptadı. Bu yalın deneyden çıkan sonuç şuydu: Biri öbürüne dönüşen her iki cismin kütlesinden bir şey kaybolmamıştı.

Demek ki doğada bütün doğumlar ve ölümler bir yok olma ve yoktan varolma değil, sadece bir biçim değiştirmeden ibaretti."

Tekrardan saygılarımla.
 
« Son Düzenleme: Haziran 09, 2012, 02:03:40 öö Gönderen: peacewings »
• Laborare est Orare XXII.
• ... Bense daha önce duyulmamış, yeni şeyler söylediğim için onların ilenç ve lanetlemelerine maruz kalmaya devam edeceğim.... Simon Magus


Haziran 09, 2012, 03:27:49 ös
Yanıtla #2
  • Ziyaretçi

Sevgili Peacewings,

Katkiniz icin ictenlikle tesekkur ederim. Gelin biraz daha acalim.

Aslina bakarsaniz yazida tanri veya ruh ile ilgili bir yorum yapmamistim. Yalnizca bugunku bilimsel dusunce biciminin yeterince genis dusunemedigini one surmustum.

Maddenin bilinci olmadigi varsayimini ele alalim. Bundan emin olabilir miyiz? Deniz kenarindaki cakil tasini olusturan parcaciklarla ile bedenimizi olusturanlar birbirinin aynisi, yalnizca dizilimleri farkli. Bilincimizin farkindayiz. Dondurma yemekyi istemek, yuruyus yapmak istemek, vb. Bizimle tumuyle ayni yapi taslarindan olusan cakil tasinin bilinci olmadigindan emin olabilir miyiz? Cakil tasini olusturan parcaciklarin o sekilde bir arada olmayi tercih etmediklerinden emin miyiz? Nasil emin olabiliriz?

Emin olamiyorsak var olan her seyin bilinci olabilecegi varsayimini kabul etmek zorundayiz. Daha da ileri gidelim: Evreni olusturan tum parcaciklarin bilinci olabilecegi ve evrenin butununun bu bilincin ta kendisi olabilecegi varsayimini reddetmek icin herhangi bir bilimsel dayanagimiz yok. Bu hipotezi kendi evrenimizin disindaki tum evrenleri icerecek sekilde genisletebiliriz. Varlik, akildir hipotezinin ardinda bu dusunce yatiyor, diyebilirim.

Insan ozelliklerini genlerle anlatmak yerine morfogenetik alanlarla anlatmak daha kolay olabilir. Bilimsel dusunce yonteminde en basit aciklama bence en iyi aciklama olmali. Genlerle insanin fiziksel ozelliklerini dahi aciklayamamisken psikolojik ozelliklerini aciklayabilmekten cok cok cok uzak oldugumuzu kabul etmek gerekli. Oysa basit anlatimiyla gecmisin ittigi, gelecegin bizi cektigi morfogenetik alanlar cok daha basit bir aciklama getirebilir. Gelecekte " su gen haritasina bosuna zaman harcamisiz" sozunu duyabiliriz.

Belki son bir not: En az bir "sey" varolmayi istemek zorunda. Hic bir "sey" varolmayi istemeseydi varlik olamazdi. Morfogenetik alanlar bu istegin kendisi olabilir mi?  Ornegin "varolma istegi" Platonist formlardan biri olabilir. Bu formu dogada bosuna aramayalim cunku bulamayacagiz. Ote yandan en az bir "seyin" varolmak isteyisini sonuclarini bir sinemada izliyor olabilecegimiz olasiligini gelin goz ardi etmeyelim. Bu "sey" tanri olmak zorunda degil.


« Son Düzenleme: Haziran 09, 2012, 03:31:00 ös Gönderen: Gercek nerede »


Haziran 10, 2012, 11:25:49 ös
Yanıtla #3
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3234
  • Cinsiyet: Bay

 
 
MORFOGENETİK ALANLAR
 
   Morfogenetik alanlar teorisi, insan şuurunun nasıl bir paylaşım alanında olduğunu tanımlamak için kullanılabilir. Dolayısıyla morfogenetik alanlar, şu anda belli bir noktada bulunan insanlığın zamanla şuurlarında çarpıcı bir kolektif değişim yaşayacak oluşlarında önemli bir role sahiptir. Bu kolektif değişim, değişim için gereken minimum kütleye (kritik kütleye) erişildiğinde gerçekleşecektir, ya da başka bir deyişle dünya üzerinde ruhsal olarak uyanmış belli bir sayıda varlığa erişildiğinde bu gerçekleşecektir.

  Morfogenetik Alanlar ve Rupert Sheldrake
   Bitki fizyolojisi eğitimi alan Rupert Sheldrake, bitkilerin ve tüm canlıların mevcut şekillerini nasıl aldıklarıyla ilgilenmiştir. Basit bir hücreyken bölünüp iki özdeş kopyaya dönüştükten sonra bunların değişme uğramasına, bazı hücrelerin kendine özgü özelliklere sahip olmasına; örneğin bazılarının yaprağa dönüşürken bazılarınınsa bitkinin gövdesini oluşturmasına neyin neden olduğunu, bunun tam tersinin mümkün olamayışının nedenini, yani yaprakların yeniden gövdeye dönüşemeyişlerini neyin sağladığını merak etmiştir.

  1960’ların ikinci yarısında ve 1970’lerde devam ettirdiği araştırması sırasında bu gelişmeleri neyin yönlendirdiği belirgin değildi. 1920’lerde, embriyoların yeniden oluşması ve söğüt filizlerinden tamamen yeni ağaçların oluşturulabilme kapasitesinin bu alanların ya da ortamda bulunan bir tür hafızanın varlığına işaret ettiği düşünülüyordu. Daha sonra DNA’nın keşfedilmesiyle buna bir açıklama getiriliyor gibi göründü ama DNA’nın bir organizmayla büyük oranda özdeş olduğu ortaya çıktı, dolayısıyla kendi kendine formu açıklayamayacaktı. DNA, hücrenin bir organizma olduğunu ama insanın bir parçası olan “düşünce” olmadığını ortaya koyuyordu. O dönemde, formların gelişiminden DNA’da kodlanmış mekanizmaların sorumlu olduğu düşünülüyordu, ama sistemin mutlak doğası gizemini koruyordu.

  Sheldrake, bu problemi açıklayabilmek için tamamen yeni bir teori geliştirdi, bu teori bir nesnenin “temel modelinin” şifrelerinin kodlandığı evrensel bir alan üzerine temelleniyordu. Sheldrake’in görüşüne göre, bir formun varlığı o formun başka bir yerde de ortaya çıkması için yeterliydi. Sheldrake 1973’te buna “morfonegenik alan” adını verdi ve bu görüşe göre doğa bir yasalar bütünü değil, alışkanlıklar bütünü olabilirdi.


  Bu düşünceye göre doğada bir tür hafıza vardır. Herşey, bir kolektif hafızaya sahiptir. Örneğin şu an New York’taki bir sincapı ele alalım. Bu sincap kendinden önce yaşamış bütün sincaplardan etkilenmektedir. Bu etkinin zamanda hareket edişi ve sincap hafızasının hem formunun, hem de içgüdülerinin iletilişi, morfik rezonans sayesinde gerçekleşiyor. Bu, doğada varolan bir kollektif hafıza teorisidir. Hafızanın ifade edildiği vasıtaya “morfik alanlar” adı verilir, bunlar her organizmanın içinde ve dışında bulunurlar. Hafızayla ilgili fonksiyonlar “morfik rezonansa” bağlıdır.

  Temel olarak, morfik alanlar alışkanlık alanlarıdır ve düşünce, eylem ve konuşma alışkanlıkları vasıtasıyla kurulmuşlardır. Kültürümüzün çoğu alışkanlıklara bağlıdır, yani, kişisel hayatımızın çoğu ve kültürel hayatımızın da büyük bölümü alışkanlıklara bağlıdır.


  Morfik rezonans düşüncesinin tamamı tekamülle ilgilidir ama morfik rezonansın bize sunduğu yalnızca tekrarlamalardır. Morfik rezonans bize yaratıcılığı sunmaz. Dolayısıyla tekamül, yaratıcılığın ve tekrarlamaların bir karşılıklı etkileşimidir. Yaratıcılık bize yeni formlar, yeni modeller, yeni fikirler ve yeni sanat formları sunar, ama bizler yaratıcılığın nereden geldiğini bilmemekteyiz. Acaba yukarıdan mı geliyor? Yoksa yerden mi fışkırıyor? Havadan mı alıyoruz yaratıcılığı? Ya nereden? Yaratıcılık her nerede karşılaşırsanız karşılaşın bir gizemdir, ister insan gerçekliğinde karşılaşın ya da biyolojik evrim gerçekliğinde, isterseniz kozmik tekamül gerçekliğinde.

  Robert Gilman İle Morfogenetik Alanlar Üzerine
  Morfogenetik alanlar temel olarak formlara hayat veren, fiziksel olmayan tasarımlardır. Morfogenetik alanlar enerji değil, yalnızca bilgi taşırlar ve oluştuktan sonra hiçbir yoğunluk kaybına uğramadan zamanda ve mekanda varolurlar. Morfogenetik alanlar fiziksel formların modelleri (kristal gibi maddeler ile biyolojik sistemler de dahil olmak üzere) tarafından yaratılırlar. Bunlar daha sonra ortaya çıkacak olan benzer sistemlerin oluşmasını yönlendirirler. Sonuç olarak, yeni oluşan bir sistem, içinde taşıdığı tohumla, önceden oluşmuş bir diğer sistemin sahip olduğu ve kendisininkine benzer bir tohumla rezonansa girerek önceden oluşmuş bir diğer sisteme “uyumlanır”.


  Dolayısıyla bu görüşe göre, canlı bir sistemin (örneğin bir meşe ağacının) genlerindeki DNA, o sistemi şekillendirmek için gereken bilginin tamamını taşımaz ama aynı türdeki daha önce oluşmuş sistemlerin morfogenetik alanlarına uyumlanan bir “uyumlanma tohumu” olarak fonksiyon görebilir. Dolayısıyla morfogenetik alanlar, genetik alışkanlıklar olarak tanımlanabilecek özelliklere ait havuzlardır.

  Ayrıca, aynı kavramlar insan hafızasının gizemlerinin bazılarını açıklayabilmek için de kullanılabilir. Aslında, beyinlerimiz morfogenetik alanlarda mühürlenen bir dizi deneyimi ardında bırakan birer gönderme ve alma istasyonlarıdır ve daha önceki deneyimleri o deneyimlere uyumlanarak yeniden hatırlayabilmektedir. Dolayısıyla morfogenetik alanları taşınabilir bellek gibi kullanmak zihinler arasında hiçbir mutlak ayrılığın olmadığının göstergesi olmaktadır.

  Bütün bunların yanı sıra, morfogenetik alanlar, kimliklerimizin düal (ikili) olduğunu da göstermektedir; tıpkı bir elektronun hem parçacık hem de dalga oluşu gibi. Bizler, eşi olmayan varlıklarız ve her birimiz farklı yönlere sahip olmakla birlikte düşünce ve davranışlarımızın çoğu kişisel ötesi morfogenetik alanları yaratmada, onu şekillendirmede ve ona katılmada etkin olmaktadır. Dolayısıyla bizler hem ayrı bireyleriz, hem de bir “grup zihninin yaratıcıları ve ifadeleriyiz”; tıpkı Jung’un “kollektif bilinçdışı” kavramı gibi, ama bu görüş ondan daha kapsamlı ve bazı açılardan daha çok değişkenliğe sahip.


  Beyinlerimiz bizleri diğer türlere bağlayan bazı titreşim düzeylerine (memeliler, sürüngenler vs.) sahip olduğundan, bu grup zihni tüm hayatı kapsamaktadır. Hatta, bildiklerimizle ilişkili şuurun tüm olasılıklarını araştırdığımızda, örneğin cansız bir maddeyi düşünün, şuurumuz vasıtasıyla tüm yaratılışla bağlantı içinde olduğumuzu görebiliriz. Böylelikle sadece bedenlerimizdeki kimyasal maddelerle değil, aynı zamanda zihinlerimizle de, yıldızlarla bile bağlantı kurmamız mümkün.


  Morfogenetik alan düşüncesini kabul etmek aynı zamanda şuurun ve zihinsel sürecin fiziksel destek olmadan da işlevini sürdürebileceği düşüncesine kapıyı açıyor. Bu da fiziksel olmayan varlıkların mevcut olduğunun göstergesi olmaktadır (tanrılar, melekler, ölüm sonrası hayat vs.) ki bunlar çoğu dinsel ve ruhsal geleneğin temel ilgi alanına konu olmaktadır.

Alıntı: www.experiencefestival.com
Çeviren: Işık UÇKUN
 
Yayın Tarihi: 01.Aralık.2008
 
 
Burdaki yazıyı konuya katkı sağlamak için Alıntı olarak aldım.
Saygılar
audi-vide-tace
    dinle-gör
        sus


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
1 Yanıt
3134 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 16, 2007, 07:29:59 ös
Gönderen: SublimePrince
18 Yanıt
26442 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 22, 2008, 01:14:54 öö
Gönderen: blossom
29 Yanıt
14779 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 25, 2011, 09:46:49 ös
Gönderen: shakespeare
5 Yanıt
6101 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 11, 2010, 08:35:47 ös
Gönderen: Supeluta
4 Yanıt
7554 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 01, 2011, 10:01:33 ös
Gönderen: scherif
15 Yanıt
8820 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 23, 2018, 02:37:31 öö
Gönderen: Zennn
0 Yanıt
1770 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 28, 2014, 07:29:28 ös
Gönderen: MEDUSA